Son yıllarda ülkemizde alevlendirilen “Neo-Osmanlıcı” akım, öyle bir propaganda bombardımanına girişti ki, bilmeyen saf kimseler, Cumhuriyetimizin Osmanlı’dan büyük zenginlikler, servetler, dolu bir hazine devraldığını sanır oldular.

Atatürk daha Cumhuriyeti ilan etmeden 8 ay önce 1923 yılının Şubat ayında İzmir’de bir “İktisat Kongresi” topladı. Bu kongrenin başkanlığını da Kazım Karabekir yaptı.

Peki o günkü ekonomik manzara neydi? Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hangi varlar, hangi yoklar, hangi borçlar devrolunmuştu? Atatürk bunun yanıtını kongreden bir ay önce, 19 Ocak 1923’te İzmit’te halka yaptığı konuşmada ana hatlarıyla vermişti aslında:

“Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görünüm arz ediyor. Milletin refah ve mutluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok yoksuldur. Sefil ve çıplaktır.”

Genel çerçeve böyle, ayrıntıları ise daha da dehşetli ve çarpıcı:

- Savaştan çıkan Türk Milleti çok yorgun ve yoksuldu.
- Vatanın her köşesi, harpten yeterince nasibini almış, yanmış - yıkılmış ve tam anlamıyla bir harabe haline sokulmuştu.
- Sanayi diye bir şey yoktu.
- Kalifiye işçi ve ustaların sayısı ise, birkaç yüz kişiyi geçmiyordu.
- Şekerden kumaşa kadar, günlük ihtiyaçlarımızın hemen tümü dışarıdan satın alınıyordu.
- Yeraltı zenginliklerimizi işletmek bir yana, neyimiz olduğu dahi bilinmiyordu.
- Kapitülasyonlar ve dış borçların ağırlığı altında, Düyun-u Umumiye ile yabancı ülkelere tam anlamı ile bağımlı duruma düşürülmüştü.
- Tarımımız, toprağı yeterince işleyebilecek güçten ve araçlardan yoksundu.
- Toprağı işleyecek, tarımı ilkellikten kurtaracak insan gücümüzü cephelerde eriyip yok olmuştu. Sadece Çanakkale zaferi 250.000 şehidimize mal olmuştu.
- Ulaşım zorlukları nedeniyle, yurdumuzun bir köşesinde yetiştirilen ürünleri ihtiyaç bölgelerine zamanında götüremiyordu.
- Tarım ve sanayi alanında yetişmiş uzmanlarımız olmadığı gibi, bunları yetiştirecek okullar pek az bulunuyordu...
- Dış ticaretimiz ise; yabancıların ve Türk olmayan azınlıkların elinde idi. Dolayısıyla, ticaret ve sanayiimiz gelişmediği gibi; milli bir ekonomi tesisi kurulması da imkansız hale     geliyordu.
- Halkımız çalışma alanlarında devletten destek görmüyordu.(1)

1921 yılı sanayi sayımında, el sanayi işletmeleri, yani tamirhaneler ve küçük esnaf dâhil, 33 085 işyeri vardı. Bu işyerlerinde, çıraklarla birlikte 76216 işçi çalışıyor ve her işletmeye 2-3 işçi düşüyordu. İşçilerin 35316'sı, sayıları 20 bini bulan, basit el tezgâhlarından oluşan halı ve diğer dokuma işyerlerinde çalışıyordu. 17964 işçi de 5347 tabakhane ile birkaç deri atölyesinde çalışmaktaydı.

Çimento, petrol, demir, çelik, işlenmiş madenler, inşaat malzemeleri, motor, iş araçları başta olmak üzere bütün sanayi ürünleri ithal ediliyordu.(2)

-Orta Anadolu’dan İstanbul’a 1 ton buğdayın nakliye bedeli 8,8 dolarken, Newyork’tan İstanbul’a 1 ton buğday 5 dolara getirtilebiliyordu.(3)
-Köylere daha Tanzimat bile girmemişti. Kırk bin küsur köy –belki birkaçı dışında- tümüyle ortaçağı yaşıyordu. Köylü sıtmadan kırılıyordu. (…) Hiçbir evde akarsu, helâ, yıkanma yeri, mutfak yoktu. İçme suyunun sorun olduğu birçok köy bulunuyordu. Yetersiz beslenme nesilleri kemirip çürütmekteydi.”(4)
-Cumhuriyet kurulduğunda 39 il ve sancakta 1764’ü açık, 581’i kapalı, 2345 ilkokul ve bu okullarda görevli 3061 öğretmen var. Köylerdeki öğretmenlerin bir kısmı ilkokul mezunu bile değil. İlkokul çağındaki çocukların yüzde doksanından fazlası okul ve öğretmen yüzü göremiyor. Köklü bir savaşa gereksinim var.(5)

Şevket Süreyya Aydemir, I.Dünya Savaşı sırasındaki durumumuzu ayrıntısıyla açıklar, bu tablo, “Ah Osmanlı, vah Osmanlı” diyenlerin ya bilgisiz ya da sahtekâr olduklarını kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlar:

“Birinci Dünya Harbine on sekiz yaşında bir subay namzedi olarak girmiş ve harbin sonuna kadar en ileri cephe hatlarında harbin bütün havasını yaşamıştım. Baştanbaşa yaya olarak geçtiğim Anadolu’nun akıl almaz sefaletini görmüştüm. Yollarda ve cephede Anadolu toprağını ve insanını tanımıştım. O zaman Anadolu’da, Adana ve İzmir’deki derme çatma birkaç tesis bir tarafa bırakılırsa, tüten tek baca, dönen tek motor, yana tek ampul, adına şose denilebilecek tek kilometre yol yoktu. Yiyeceğimiz, giyeceğimiz, kullanacağımız, şekerimiz, ilacımız, silahımız dışarıdan geliyordu. Hatta bunların bedelleri, birkaç parmakla sayılır ihraç mallarından ziyade, yabancı memleketlerden yapılan istikraz (borçlanma) paralarıyla ödeniyordu. Harpten evvel ve harpten sonra İstanbul ve büyük şehirler, Amerika ve Rus buğdayı yiyorlardı. Hatta bunlar hazır un halinde gelirdi. Samsun’da Hindi-çini pirinci, Merzifon pirincine rekabet ederdi. Rusya kereste, Marsilya kiremit, Yunanistan çimento, Napoli makarna, Pire konyak, Avusturya maden suyu ve bütün memleketler iğne iplikten tutarak her türlü maddeler gönderiyorlardı. İstanbul’dan başlayan ve bir ucu Ankara’da, diğer ucu Pozantı’da biten iki yorgun demiryolunda lokomotifler, benim gördüğüm, odunla hatta söğüt çırpılarıyla işliyorlardı. (…) Bizim cephede şeker yerine eğer bulunursa dut kurusu, çay yerine dağlardan toplanan kekik otu kurusu kullanılırdı. Bazen el altından kim bilir kimler tarafından ara sıra ortaya sürülen ve şimdi bir çay bardağına iki veya üç tanesi konulan şeker parçalarından 1 adedinin fiyatı 2 kuruş gümüş paraydı. Bir kâğıt liranın değeri ise 8 kuruş gümüş paraydı. O zaman ben bir teğmen olarak 7 kâğıt lira maaşlı idim. Bize bütün harp içinde bir defa bilmiyorum hangi vesile ile maaşımızın bir kısmını gümüş mecidiye ile verdiler. Ama bu gümüş mecidiyeler birbirine yapıştığı ve bunları ayırmak istediğimiz zaman da üstlerindeki zar gibi gümüş kaplama kalkıp altlarından kara bir kurşun kütlesi çıktığı için hiçbir işe yaramadı.

Ayakkabı, cigara hatta en basit yiyecekler bile unutulmuştu. 1917 kışında kazanlara ancak su ile dere kenarlarında karların altından toplanan yeşil ot ve bir avuç bulgur atılabiliyordu. Ordu, meşe palamudunun avuç içi kadar ekmeğe karıştırılması için usuller gösteren genelgeler yolluyordu ama ortada orman olmadığı için meşe palamudunu bulmak da kabil değildi“(6)

İzmir İktisat Kongresine yakın yıllardaki durumumuzu da Doç.Dr. Sait Aşgın’dan dinleyelim:

“1924 yılına gelindiğinde Türkiye’deki yabancı sermaye, 94 işletmenin denetimini elinde tutuyordu. Bunların 7’si demiryolu şirketi, 6’sı maden işletmesi, 23’ü banka, 11’i belediyelere ait imtiyazlar, 12’si sınai işletme ve 35’i ticari şirketti. Bunların millileştirilmesi için gereken büyük sermayeler ise henüz bulunmuyordu.(7)

Köydeki ağa ile çobanın arasındaki fark, donunda ve pantolonundaki yamaların sayısından ibaretti. Ağa belki ekmekle zeytinin yanına pekmez de koyabiliyor, çoban zeytinle yetiniyordu.”(8)

....Ve Kiremit bile yoktu Kiremit!

Cumhuriyetin ilk yıllarında yurtdışından ithalata kadar giden kiremit yokluğuna Atatürk çok içerlemişti. Hatta meclisin çatısını onarma işini üzerine alan Vehbi (Koç), taahhüdünü yerine getirebilmek için Ankara mahallelerinde dolaşarak, sağlam kiremitleri para karşılığı evlerin çatılarından söktürmüş ve Meclis’in çatısını onarmıştı. Atatürk’ün “Şu kiremit işini halledin, âleme rezil oluyoruz” talimatı karşısında 1927’de Eskişehir’de özel teşebbüs eliyle ilk kiremit fabrikası kurulacaktı.(9) Toprağı uygun olduğu için Deliorman’dan Eskişehir’e gelen Sabri Kılıçoğlu tarafından 1927’de ilk kiremit fabrikası kuruldu. Eskişehir’de kurulan Türkiye’nin ilk üretim tesislerinden biriydi. Kılıçoğlu Kiremit Fabrikası seksen yıl boyunca ülkeye hizmet verdi ve bu süre zarfında 1.750.000.000 adet kiremit üretti. (Demiryolu sayesinde Kılıçoğlu’nun kiremitleri, Cumhuriyet’in ilk yılları da dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerine ulaştı.(10)

Cumhuriyet’in en değerli aydınlarından biri olan Falih Rıfkı Atay da doğruluyor bütün bunları: “Ta Harbiye’den Tünel’e kadar en çok dikkate çarpan şey, buralarda Türklüğü ilgilendiren hiçbir nişane bulunmaması, tören günlerinde bütün caddelerin daha fazla yabancı devlet bayraklarıyla donanmış olması idi. O vakit merak edip araştırmıştım: Bütün cadde boyunca Ağacami, Galatasaray Lisesi ve Postaneden başka Türklere ait bir şey yoktu. Hiçbir Türk müessesesi bulunmayan Yüksek Kaldırım’dan aşağı inilince Karaköy ve etrafı da Beyoğlu’ndan farklı değildi. Yalnız eski bir Türk börekçisinden başka… İstanbul’un ihracat ve ithalat işleriyle Türk’ün alakası yoktu… Yabancı uzmanların çalıştığı Yıldız Cini Fabrikası, Haliç’teki askeri Feshane fabrikası, Karamürsel ve Hereke fabrikalarından başka bütün memlekette Türklüğe mal edilebilecek endüstri tesisi yoktu. Hatta has un Marsilya’dan gelir. İstanbul halkı Rusya’dan büyük fıçılarla getirilen Sibir yağı ile beslendirdi.”

Ahmet Hamdi’nin (Başar) gözlemlerine göre İstanbul’da ithalat ve ihracat işleriyle uğraşanlar içinde Müslüman-Türk unsuru oranı yüzde dördü, komisyonculukla uğraşanlar içinde yüzde üçü geçmez. Liman işleri tamamen bu unsurun dışındakilerin elindedir. Limanda iş yapabilmek için Rumca, İtalyanca veya Fransızca bilmek gerekir. Esham ve kambiyo borsasında mubayaacı ve simsarların yüzde doksan beşi Müslüman-Türk olmayanlardan oluşur. İki küçük banka yani İtibarı-i Milli Bankası ve Adapazarı İslam Ticaret Bankası dışında Müslüman-Türk unsurun elinde banka yoktur. Diğer unsurların elinde bulunanlarda yazışmalar dahi Fransızca yapılır. Sigorta şirketleri de tamamen gayri Türk unsurların elindedir. Su, havagazı, elektrik, telefon, tramvay ve tünel gibi kentsel hizmetler, demiryolları, madenler ve türün tekeli gibi işler imtiyazlı yabancı şirketlerin elindedir. Bu şirketlerde yönetici ve birinci sınıf memur olarak Müslüman-Türk unsur hiç istihdam edilmez. Ancak hükümetle iyi geçinmek için, (rüşvet gibi) bazı ayrıcalıklı Müslüman Türk unsurun bu şirketlerde çalıştığı görülür. Örneğin atlı tramvaylarda sürücüler Türk, biletçiler ise Rum ve Ermeni’dir.(11)

1) Selman Yücel-Milli Çözüm Dergisi Ağustos 2006
2) http://www.msxlabs.org
3) Okan Gökay Emgengil-Türk Devriminin Yol Haritası ve Avrasya Rotası
4) Turgut Özakman-Cumhuriyet Türk Mucizesi (2)
5) Sami Gökmen-Derin İzler
6) Şevket Süreyya Aydemir-Suyu Arayan Adam
7) Doç.Dr.SaitAşgın-Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı:50
8) İsmet Bozdağ-Celal Bayar Anlatıyor Bilinmeyen Atatürk
9) Dr. İsmail Eyyüboğlu-Erzurum Albayrak Gazetesi 7.2.2009
10) Şafak Altun-Atatürk, İnönü, Bayar’ın İktisat Kavgası
11) Hüseyin PervizPur-Limancı Hamdi’nin Türk Vergi Sistemine Katkıları