İslami Cihad, Hamas, Hizbullah ve DAEŞ aslında işin giydirilmiş kılıfı. Asıl maksat tüm Ortadoğu’yu kontrolleri altında tutabilecek şeytani planın gerçekleşmesidir. Hiç kuşkusuz bu plan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında yürütülmektedir. Hatırlayın bu noktada ilk başlangıçta Türkiye’ye biçilen rol sıçrama tahtası olmak ya da köprü görevi ifa etmekti. Tabii onlar bize rol biçe dursunlar ileri ki yıllarda güçlenip bilfiil işin içine girip sahaya indiğimizde kazın ayağı hiçte öyle olmadığı görülecektir. 
Evet, Büyük Ortadoğu Projesi kapalı kapılar ardından hazırlanan sinsi bir projeydi. Bu proje kapsamına İtalya, Yemen’de dâhil edilir. Eeeh ne yapalım,  bikere ok yaydan çıkmıştı, dolayısıyla bize düşen projenin dışında kalmak değil bizatihi işin içinde bulunarak lehimize çevirecek hamlelere girişmek en doğrusuydu. Öylede oldu zaten. İster adına eş başkanlık rolü denilsin ister bir başka şey denilsin fark etmez, sonuçta projenin içerisinde bulunmakla olan biteni daha net bir şekilde görme imkânı elde ettik. Her ne kadar proje içimize sinmese de sonrasında Ortadoğu’da inisiyatif üstlenmemize fırsat oluşturduğu muhakkak. Nasıl mı? İşte Fırat Kalkanı Harekâtı bunun tipik göstergesi.  

Malum, bu süreçte Ortadoğu’da kan aktıkça ister istemez zihnimizde ilk kardeş cinayetini hatırladık hep.  Evet, Âdem (a.s) cennetten indi inmesine ama şeytan dünyada da boş durmayacaktı, tüm savaşların, tüm ihtilallerin, tüm kargaşalıkların ilk fitilini Kabil üzerinden kardeş cinayetini işleterek ateşleyecektir. Hiç kuşkusuz benlik davasından kaynaklanan cinayetti bu. Şeytanın Kabil üzerinden Habil’in kanını dökme rolünü günümüzde artık baş şeytan İsrail üstlenmiş durumda. Üstelik bu rolünü kıyamete dek sürdürme sevdasında. Çünkü kan dökmek Siyonizm’in genlerine işlemiş, isteseler de bu sevdadan vazgeçemezler. Bakın, ta ilk baştan Yahudilerin Kudüs yakınlarında kutsal addettikleri Sion’da kuracakları dünya krallığı günün hazırlık hayaliyle yanıp tutuşup bir an olsun ellerini tetikten çekmiş değiller. Tüm bu hazırlıkları yaparken de bağlı oldukları eski Yahudi gelenek ve düşünce sisteminden (Kabala öğretisi) aldıkları ilhamla hareket etmekteler. Dolayısıyla kabalizmi hafife almamak gerekir. Nasıl hafife alabiliriz ki,  bikere Hahamlar kabalizm’i büyük bir ustalıkla Tevrat’a yerleştirmekle işe koyulup insanlığı kana boğacak Siyonizm’in temellerini atmışlar bile. Hatta tarihler 1897 yılını gösterdiğinde Viyana’da I. Siyonist kongresiyle hem Siyonizm’in önü açılmış hem de Yahudilerinin kutsal topraklara yerleştirilmesi düşüncesi karara bağlanmıştır. Böylece “Tüm dünyanın Tanrı Yehova’nın oğulları Yahudiler için yaratıldı” Siyonist fikriyatla kutsal toprakları ele geçirme planına start verilmiş olur. İşte düğmeye bastıkları ilk günden bugüne tüm dünyanın gözü önünde Ortadoğu’da çoluk çocuk demeden kan akıtmakla meşguller. Sadece çoluk çocuk mu, gerektiğinde devlet büyükleri de bundan payını alır. Nitekim Refik Hariri, 2005’te Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta bombalı suikasta kurban giden eski Başbakanlardan. İşte bu menfur suikast bile tek başına İsrail’in çirkin yüzünü göstermeye ziyadesiyle yeter karinedir. Malum bu suikast dünya gündeminde bomba etkisi oluşturmaya yetmişti. Bilmem daha ne istiyorlar, öyle ya suikast öncesinde Lübnan’da Şam karşıtı gösterilerinin hız kazanması üzerine Suriye yirmi dokuz yıldır kamp kurduğu topraklarda derhal askerlerini çekip varlığını bir süreliğine askıya almıştı, yetmedi bu arada olayla bağlantılı olduğu düşünülen ve Suriye yanlısı diye takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalde tutuklanmıştı. Yani ortada müdahaleye gerekçe oluşturacak herhangi bir etken unsur da kalmamıştı, o halde durduk yere bu suikast neyin nesiydi? Belli ki bu iş burada noktalanmayacaktı. Adım adım Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleşmesine yönelik işlenen bir suikastı bu. Zaten Refik Hariri suikastının hemen arkasında Suriye parmağının aranması bunu teyit ediyor. Peki ya şu Hamas ve Hizbullah tarafından esir alınan iki İsrail askerini gerekçe göstererekten Filistin ve Lübnan hattı üzerinde ateş çemberi oluşturmalarına ne demeli. İşte tüm menfur cinayetler bize şunu gösteriyordu ki; bu iş Lübnan’la sınırlı kalmayacak,  yakın gelecekte daha da büyük ölçekte tüm Ortadoğu’yu da içine alacak kapsamda yürütülecek planın devreye gireceğinin ayak sesleriydi. Dedik ya, Hamas, Hizbullah vs. hepsi bahane, Hariri dosyası gibi pek çok karanlık dosyaların arka planında; adım adım Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) gerçekleştirilmene giden yola mayın döşemek vardır. Mayın döşediler de ne oldu, onca koparılan yaygaraların ardından Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir dahli olmadığı anlaşıldı. Anlaşıldı anlaşılmasına ama bu arada Suriye’ye bir özür borçlu olduklarını unutmuş gözüktüler. Unutmadıkları tek şey İsrail’in arkasına ABD desteğini almasına rağmen Lübnan’ın öyle kolay yutulur lokma olmadığını anladığında çareyi Birleşmiş Milletlerin savaşı durdurma ve sivilleri korumaya yönelik girişimlerine sarılmakta bulmasıdır. İşte İsrail bu ateşkes girişimlerinden vazife çıkarıp bir süreliğine geri çekilmiş gözükse de onca yaptıkları zulümlerin insanlık vicdanında aklanmasına yetmeyecektir. Hadi aklanıp aklanmayacağını bıraktık Lübnan direnişiyle şu anlaşıldı ki İsrail sanıldığı kadar güçlü bir devlet değilmiş, meğer şişirilmiş içi boş çıban bir devlet olduğu ortaya çıkar. Bakmayın siz öyle İsrail’in Lübnan’a bomba yağdırarak ali kıran baş kesilmesine, sonuçta Lübnan’da bunca bombardıman karşısında pes etmeyip direnmesini bilmiştir. Zaten direndikçe de derin güçlerin barbarlığı daha da bir ayyuka çıkıp zulmünde bir sınırı olacağı bu güçlere hatırlatılmış oldu.

Şu da var ki, uluslararası derin güçler Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz koridoru arasındaki alanı tamamen kontrolleri altına almadan Ortadoğu’ya nefes aldırılmayacaklardır. Nasıl ki Refik Hariri suikastının ardından Lübnan’dan Suriye askerlerini çıkarmayı başardılar, yine aynı düşünceler çerçevesinde bir zamanlar Hamas ve Hizbullah tarafından İsrail askerlerini kaçırılması gerekçe gösterilip İran’ı da bir şekilde halledeceklerini umuyorlardı. Sanki kendilerinde hiç nükleer santral yokmuş gibi İran’ın elinde bulundurduğu Nükleer santraller etrafında bir kaşık suda yaygara koparabilmişlerdir. Neyse ki dünya kamuoyu bunca koparılan yaygaraları pek inandırıcı bulmadı.

Peki ya Filistin? Kelimenin tam anlamıyla Filistin direnişi dillere destan harekâttır. Öyle ki uzun yorucu sürdürdükleri direnişlerinin ardından kendilerini nadasa çektikleri günlerde oldu. Ne var ki kendilerini nadasa çektikleri günlerde bile İsrail boş durmayıp acımasızca masum halkı kurşun yağmuruna tutmaktan geri durmamıştır Üstelik bunu yaparken de ellerinde sapan taşlarından başka savunacak silahı olmayan masum çocuklara ve sivillere yönelik bu cürümü işlediler.

Ah Gazze! Ah Batı Şeria! Ah Nablus! Ah Eriha! Hele bir dile gelse de bunca işlenen vahşi saldırıların öyküsünü bir kez de bu şehirlerin dilinden dinlesek. Tüm dünyanın gıkı çıkmadığı kalemin bile yazmaktan sızlandığı vahşet manzaraları yaşıyoruz her an ve her salise. Bakalım bu vahşet manzaraları nereye kadar devam edecek. Hani ne oldu Hamas’ı, Hizbullah’ı yıpratacaklarını düşünüyorlardı, düşman ilan ettikleri örgütler daha da kavileştiler, işini bitirdikleri zannettikleri örgütlerin yerlerine bir başka isimler aldı da. Zaten İsrail’inde canına minnet ‘Tüm başınıza ne geliyorsa bu örgütler yüzünden geliyor’ eften püften bahanelerle gerekçe oluşturaraktan sivil halkı zapturapt altına alıp nefes alamaz duruma getireceklerdir. Şimdi gel de sivil halktan soğukkanlı olmalarını bekle, ne mümkün. Öyle bunalmışlardı ki en ufak umut ışığı onlar için icabında hayat enerjisi olabiliyor. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın 2009 yılının başlangıcında Davos’ta o ‘one minute’ çıkışı tüm mazlum halklar için umut aşısı olmasına yetmişti.

Gerçekten de bunca vahşilik, bunca barbarlık karşısında sessiz kalmak bize yakışmazdı, bu çıkış yerinde bir çıkıştı. Bir kere girdikleri yol, yol değil ki, baksanıza çökertecekleri sandıkları Hizbullah’ın füzeleri Tel Aviv’e kadar uzanabiliyorsa bunu bir değil bin düşünmeliler. Onların bir hesabı varsa Allah’ın da hesabı var elbet. Bakalım yanlış hesap Beyrut’tan mı, Basra’dan mı, Bağdat’tan mı, Musul’dan mı, Filistin’den mi döner bilinmez amma, sanki bundan sonra ne yapacaklarını şimdiden görüyor gibiyiz. Muhtemeldir ki;

— Her ne kadar ilk önceleri İran’a yönelik nükleer krizini kaşıyarak İran’ı içten vurmayı düşünmüş olsalar da, sonradan baktılar ki; Rusya,  Suriye meselesiyle ilgilenir olmaya başladı ABD bu kez U dönüşü yaparaktan ebedi düşman bellediği İran’la iyi ilişkiler içine girmeyi deneyecektir.
—Gazze’yi sil baştan saldırmaya devam edilecek, ama bu arada Güney Lübnan’ı da ihmal etmeyeceklerdir.
— Suriye’yi bir şekilde punda getirip savaşın içine dâhil etmiş olsalar da Hizbullah ve Hamas’dan sonra boşalan alanı bu kez sinsice besledikleri DAEŞ masalıyla dünyayı oyalamaya devam edeceklerdir. Neyse ki Fırat Kalkanı harekâtı derin güçlerin foyalarını ortaya çıkardı da artık Türkiye ve Rusya’nın girişimiyle gerçekleştirilen Kazakistan’ın başkenti Astana’da Suriye’de kalıcı barışın sağlanmasına yönelik görüşmeler heveslerini kursaklarında bırakacak bir sonuç ortaya koydu.

Hafızalarımızı şöyle bir yokladığımızda Lübnan’ın iç kargaşalıklarla didişip tam rahata kavuşacağı sıralarda İsrail saldırılarına maruz kaldığında tüm dünya sadece seyretmekle yetinmişti. Böylece binlerce masum insan doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalmıştı. Nasıl ki Naziler Yahudileri fırına atarak kıyım yaptıysa İsrail’de Ortadoğu’yu kana bulayarak kıymakta. Ha Nazizim, ha Siyonizm, aslında birbirlerinden hiçte bir farkı yoktur. Çünkü her iki akımında cibilliyetleri bunu müsait, şaşmamak gerekir. 

Şu bir gerçek Osmanlı’dan boşaltılan coğrafya huzura hasret. Baksanıza bölge halkı Osmanlının yeniden dirileceği ümidiyle yolunu gözler halde. Sanki Fırat Kalkanı Harekâtı bu ümidi veriyor gibi. Öyle ki bu diriliş harekâtı düşmana korku, mazluma umut ışığı olmakta bile. Dedik ya onların bir hesabı varsa Allah’ında değişmez bir hesabı var. Her ne kadar başlangıçta Büyük Ortadoğu Projesiyle Türkiye’ye köprü rolü biçilse de, gelinen noktada Türkiye’nin köprü olmanın ötesinde bölgede inisiyatif alıp mührünü vurması tüm planlarını bozan durum ortaya çıkardı ya, bu yetmez mi? İşte asıl hesap budur.

İsrail Arz-ı Mevud uğruna elinde tuttuğu Siyonizm silahıyla Moğol kasırgasını hiç aratmayacak şekilde gittiği yerleri yakıp yıkarak halletmek istemekte. Onlar yakıp yıkarak halledecekleri sana dursunlar bilmedikleri bir şey var ki, mazlumların son tutunacak dalı olan ‘Zulüm payidar kalmaz’ gerçeğinin tezahür edeceği günlerin belki yarın, belki yarından da yakın doğacak olmasıdır. Buna inancımız tam da.

Evet, o umut ışığı dalının doğması inşallah çok yakındır, bu konuda ümit varız. Fırat Kalkanı Harekâtı bu ümidimize soluk olmuş fermandır zaten. Bakmayın siz öyle onların güle oynaya üzerimize basıp geçmelerine, nice barbarca hareket eden kavimlerin eninde sonunda tarihin çöplüğüne atıldığının bizatihi tarihin kendisi şahit. Hele ki gök kubbede mazlumları ahı figanı yankı buldukça; ABD, İngiliz, İsrail politikalarının ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste’ cinsten duvara toslamayla iflas edeceği muhakkak. Kaldı ki Allah’ın vaadi var ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye. O halde daha ne duruyoruz: Yahudiler Kudüs yakınlarında kutsal addettikleri Sion’da kuracakları dünya krallığı günün hazırlık hayaliyle yanıp tutuşa dursunlar, asıl bizim için Allah’ın vaad ettiği günlere hazırlanmak günü çok kıymet ifade edecektir. 

Vesselam.