Türkiye’de gün olmuyor ki bunalım hiç eksik olmasın. Eksik olmaması da gayet tabiidir. Çünkü tüm dünyanın gözü kulağı bizim üzerimizde. Olsun hiçte önemi yok, esas olan bunalımın niteliklerini iyi tetkik edip gerekli önlemleri alabilmek ve yerinde çözümler üretebilmek çok mühim. Buna mecburuz da. Besbelli ki bunalım tek boyutlu seyretmiyor, icabında ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarda kendini hissettirebiliyor. Madem öyle, yaşanılan ve yaşayacağımız bunalımlardan çıkış yolu için acaba sihirli bir değnek var mıdır, yoksa 'aman boş ver, bu ülkeyi kurtarmak bize mi düştü' deyip kenara çekilmek mi gerektir. Hiç kuşkusuz her iki tutum içerisine girmekte kolaya kaçmak olur ki, bunalımdan çıkış yoluna ne sihirli formül beklentisi, ne de kendi kabına çekilmek çare olur.

Artık günümüz Türkiye’sinde sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâra ve yönetime katılma gibi talepler sosyal hayatta ağırlıklı değer olarak damga vurmakta. Hatta bu değerler siyasete de damgasını vuracak nitelikte. Ne varki gerek çarpık sosyo-ekonomik yapılanma, gerek anarşizm, gerekse kimlik krizi gibi problemler birtakım taleplerin karşılık bulmasında engel durum teşkil edebiliyor. Besbelli ki söz konusu engel faktörler yumuşak karnımız olarak bizi epey meşgul edeceğe benziyor. Kaldı ki Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik öneme haiz bir ülke konumda olması hiçbir zaman üzerimizden bunalım sarmalının eksik olmayacağının göstergesi gibi duruyor. Dolayısıyla bu durumu gözardı edemeyiz, her an karşımıza çıkabilecek bunalım sarmalları karşısında yaklaşımımız masalcı, destanî ve hissi duygulardan uzak analitik perspektiften bakmayı gerektirmekte. Hele dört bir yanımız ateş çemberiyle çevrilmişliğimizi göz önünde bulundurduğumuzda sorumluluğumuz bin kat daha da artmakta. İşte bu yüzdendir ki her an bizi ateş çemberi içerisine alacak olaylara karşı sadece sebep netice çerçevesinde yaklaşmak yetmez, illa ki problemler karşısında soğukkanlılığımızı yitirmememiz icab eder. Unutmayalım ki öfkeyle kalkan zararla oturur, hamasetten kim ne bulmuş ki biz de bulalım. O halde zihnimizi durduk yere öfke seliyle bulandırıpta zıvanadan çıkmaya gerek yoktur. Her şeyden önce dikkatimizi 2023 Yeni Türkiye hedefine odaklayıp Türkiye’yi ayağa kaldırmak mecburiyetindeyiz. Sadece biz mi mecburuz, tüm organize olmuş sivil toplum kuruluşlarıda buna dâhil elbet. Şayet topyekün kalkınma seferberliği ruhuyla ‘devlet-millet-sivil toplum’ üçlü sacayağını Yeni Türkiye’nin oluşumunda tek yürek sacayağı hale getirilebilirsek hiç kuşkusuz bu tek yüreklilik bizim yeniden diriliş muştumuz olacaktır.

Şayet diriliş muştuyla seferber olamazsak biliniz ki 2023 Yeni Türkiye hedefi ütopik bir tutku olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Şu bir gerçek bunalıma sebep teşkil eden unsurların analizini enine boyuna tetkik etmeden çare aramaya kalkışmak boşa zaman kaybı olacaktır. Bakın, gelişmiş ülkeler geçmişte yaşadıkları olaylardan bir takım dersler çıkartarak pek çok bunalımların üstesinden gelmeyi başarmışlardır, bizim haydi haydi üstesinden gelmemiz icab eder. Çünkü Avrupa’da nice kanlı hadiseler yaşanıp, nice çamlar devrildikten sonra ancak Rönesansını gerçekleştirebilmişlerdir. Hele şükür bizim geçmişimizde böylesi kanlı sahneler yaşanmadı, yaşanmaz da. Bikere kültür kodlarımız sevgi mayasıyla yoğrulmuş, nasıl kan dökebiliriz ki. Madem öyle, kültür kodlarımızdan alacağımız ilhamla yeniden gönülleri fethedip dirilişe geçme vaktidir. Dahası tez elden diriliş muştusu için topyekün çözüm üretmek zamanıdır.

Hiç kuşkusuz ülkemizde bunalıma yol açan faktörlerin arka planında başta ekonomik, sosyal ve siyasi hayatımıza sirayet eden bir takım marazların yanısıra birde buna ilave olarak Yeni Dünya Düzeni aldatmacısının önümüze koyduğu içi boş  bir takım acı reçeteler vardır. Yine de her ne sebep olursa olsun gün başımızı kuma gömüp ağlama duvarı olmak günü değildir, hele geleceğe umutsuz halde karamsar bakmak hiç değildir, gün ufkumuzu aşan projeler ortaya koyup dirilişe geçme günüdür. Hele ki bunu birde Ortadoğu ekseninde düşündüğümüzde her an bizi ateş sarmalı içine alacak olaylar karşısında “aman boş ver banana" deme günü de değil, zaten böyle vurdumduymazlık lüksümüz olamaz, eğer boşverirsek bir gün gelir o ateş sarmalı bizi de yakıp kavurur. O halde gelin boş verenlerden olmayalım, her daim bardağın dolu tarafına bakalım ki boşlanmayalım. Mazlumlara kol kanat gerelim ki, mazlumların gözyaşı seli tıpkı sahabenin doğup büyüdüğü Mekke topraklarından Medine’ye hicret ettiklerinde kendilerini Ensar’ın merhamet kollarında bulup sonrasında Mekke'nin fethiyle bunalımdan çıkmalarında olduğu gibi bizimde bunalımımıza çare olsun.

Bir an başınızı arkaya koyup ateş çemberi içerisine düşmüş toplumun bunalım halini bir düşünün, bilmem buna hangi yürek dayanır ki. Hele her gün tüm dünyanın gözü önünde toplu can kıyımları yaşanırken bizler eli kolu bağlı seyirci kalamayız, mutlaka 'Ensar' olmak durumundayız, bize de bu yakışır zaten. Sakin ola ki, nasıl olsa kaderde ne yazılmışsa o olur düşüncesiyle Ensar olmaktan kaçınma. Hiç kuşkusuz tevekkül güzel bir haslettir, ama sahabe örneğinde olduğu gibi devenin yularını ağaca bağlayıp ta tevekkül etmek daha bambaşka bir güzelliktir, zaten esas olanda budur. Çünkü bunca zamandır nice badireler atletmiş bir millet olarak daha bir yoğurdu üfleyerek yememiz icab eder, kaldı ki bu seviyelere gelişimiz hiçte kolay olmadı. Hele o ateşten gömlek giyilen günlerden geçenler çok iyi bilir ki, o ateş sarmalının içerisine bu ülkenin vatansever insanları bir düşmeye dursun ne içte ne de dışta doğru dürüst elimizden tutan olur. Olsun yine de o yıllarda elimizden tutan olmadı diye şuan etrafımızda cereyan eden olaylar karşısında kayıtsız kalmakta doğru bir tutum olmaz, dedik ya her ne sebep olursa olsun Ensar olmak yakışır bize.

Bakmayın siz öyle televizyon ekranlarında hemen her gün boy gösterip karnından konuşan vurdumduymaz tip aydınların ahkâm kesmelerine. Ve yine siz bakmayın öyle günlük sinekkaydı tıraş ve kravat takım elbise giyipde kendilerini bürokrat sanan yöneticilerin Ankara koridorlarında cirit atmalarına, aslında onlar elifi gördüklerinde mertek zanneden tiplerdir, asla kanayan yaraya merhem olmazlar. Onlar her ne kılık kıyafette tüm ikiyüzlülükleriyle birlikte içimizde dolaşırsa dolaşsınlar biz yine işimize bakıp Ensar olmak düşer bize.

Ki, biz onları 27 Mayıstan, 12 Eylülden, 28 Şubattan, Gezi hadiselerinden, 17 Aralıkta milletin üzerinde nasıl boza pişirdiklerinden biliriz. O yıllarda toplum istese de tankların gölgesinde bir şey yapamazdı, malum o yıllarda soluk soluğa kalmış insanların hizmetine koşturacak ve mazlumun derdinden anlayan ortalıkta pek lider de gözükmüyordu. Ne zaman ki, ülkemiz “Kavmin efendisi, kavmine hizmet edendir” hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun bir ülke yönetimlerine kavuşur dönemlerle buluştu, işte o zaman rahat nefes alabildiğimizi gördük. İyi ki de dönem dönem Adnan Menderes, Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Tayyip Erdoğan gibi değişimci liderler arada bir bağrımızdan çıkıyorda nefes alma imkânı bulabiliyoruz.

Eğer ikide bir bunalım sarmalıyla yüz göz olmamak diye bir derdimiz varsa kendimiz gibi olmak durumundayız. Zaten kendimiz olduğumuzda ekonomiyi üst birim, manevi ve sosyal değerleri alt birim olarak esas alacağımızdan sosyal patlamalara meydan vermemiş oluruz. Yok, eğer kendimiz değil bir başkası olacaksak Marksizm’de olduğu gibi temel değerleri üst birim, maddi değerleri alt birim olarak ele alacağımızdan hiç bir zaman başımız dertten kurtulmayacak demektir. Zira bunalımların kaynağında maneviyatsızlık yatmaktadır. Kaldı ki, bizim öz kültür ve medeniyet kodlarımız manevi temeller üzerine inşa edilmiştir. İşte bu nedenledir ki ısrarla ‘Medeniyetler para ile değil inançla kurulur’ diyoruz. Hele bu temel kültür kodlarımızı bir de bilgi donanımıyla taçlandırdığımızda evvel Allah'ın izniyle hertürlü bunalımın üstesinden geleceğimiz muhakkak. O halde, daha ne duruyoruz, üzerimize çökmüş olan ölü toprağı bir an evvel atıp maddi ve manevi kalkınma seferberliğine koyulmak gerektir.
 
Şu bir hakikat, hantal devlet anlayışıyla hiç bir yere varamayız. Bakın Moltke, II. Mahmut zamanında ayağının tozuyla ülkemize adım attığında bir araştırmacı gözüyle devlet çarkının işleyişine şöyle bir baktığında birde ne görsün temel servet kaynağının “devlet kapısı” olduğunu gözlemlemiştir. Gerçekten de yerinde bir gözlemdir. Düşünsenize bugün geldiğimiz noktada bile devlet aygıtının içine yuvalanmış bir takım hantal zihniyete sahip odakların var olduğu ve bu yüzden toplumun büyük bir kesiminin halen devlete “ekmek kapısı” olarak baktığı artık bir sır değil. Hadi Osmanlı’nın o günkü şartlar itibariyle merkeziyetçi yapısı gereği devlet baba geleneği makul görülebilir, ama aynı devlet baba geleneği anlayışını günümüz bilgi çağında sürdürmek abesle iştigal olur. Artık çağımızda toplum devlet için değil, devlet toplum için var ilkesi esastır. Dolayısıyla bulunduğumuz çağ itibariyle köklerimizden kopmamak kaydıyla bilgi çağın önümüze koyduğu teknolojik gelişmelere adapte olmak, yani 'kökü mazide âtî olmak’ lazım gelir.

Bilhassa eski Türkiye’de insanımızın kendini ifade etmekte birtakım sıkıntılar yaşadığı bir vaka. Hele şükür artık Yeni Türkiye’den söz eder hale gelebildik. Ancak Yeni Türkiye'nin kalıcı temeller üzerine inşa edilmesi için sadece düşünce özgürlüğü önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmak yetmez, bunun yanı sıra “Erdemli bilgi toplumu” olmakta gerektir, hatta bu da yetmez bilgi ötesine de sıçramak lazım gelir. Çünkü hiçbir toplum durağan yani statik bir yapı içerisinde varlığını devam ettiremez, mutlaka değişime yelken açmak zorundadır. Yok, eğer halen tarım toplumu refleksiyle hareket edilecekse biliniz ki bu kafayla bir arpa boyu yol bile kat edilemez. Artık köhne ve demode olmuş anlayışları bırakmak zamanıdır, çünkü dünyadaki gelişmelere kapalı ülke konumda kalmak bize zûl geliyor. Madem zûl gelmekte, derhal köklerimizden kopmaksızın bilgi çağının refleksiyle hareket etmek durumundayız. Asla militarist ve oportünist yaklaşımlarla toplumu üsten aşağı formatlamaya çalışmakla bir yere varamayız. Tepeden yönlendirici ve toplumu dizayn etmeye yönelik politikalardan kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Hem, insanımızı koyun gibi görüp gütmeye kimin haddine, o koyun sandıkları toplum yeri geldiğinde sandıkta hadlerini bildirip tüm karanlık zinde güçlerin oyunlarını bozabiliyor. Üstelik toplum sadece sandıkta tavrını ortaya koymuyor, artık taşın altına eline koyup yönetimde söz sahibi olmakta istiyor. Ne diyelim, böylesi bir necip millete sorumluluk yüklenmek yakışır.

Demokraside üç saç ayağı vardır.

Parlamento, bürokrasi ve sivil toplum demokrasinin belirgin üç sacayağıdır. Ülkemizde parlamento, yürütme organı ve bürokrasi var olmasına var ama demokrasinin en önemli unsuru diyebileceğimiz sivil katılım sacayağı aksar durumda. Oysa “parlamento-bürokrasi-sivil toplum” üçlüsü uyum halde işlerlik kazanmadığı müddetçe tam demokrasiden söz edemeyiz. Parlamentonun bürokrasiden ve 'sivil inisiyatif' oluşumlardan kopuk olması ya da tam tersi bürokrasinin ve sivil toplum örgütlerinin kendi başına buyruk kesilmeleri sosyal bunalımları beraberinde getirebiliyor. O halde yöneten-yönetilen, millet-devlet aygıtı arasındaki uyumsuzluklar her neyse onları bir bir tespit edip uyumlu işletir hale getirmek gerektir. Nasıl olsa Türkiye artık eskisi kadar her on yılda bir darbelere maruz kalıpta demokrasisi kesintiye uğramıyor, o halde toplumu tepeden tırnağa dizayn eden köhne uygulamalara son vermek pekte zor olmasa gerektir. En azından özel bir çaba gerektirmeyecektir. Allah’a çok şükürler olsun ki Menderes’in 'Yeter artık söz milletindir' çizgisinden Tayyip Erdoğan'ın 'Sözde, kararda milletindir' çizgisine geldik. Geçmişte bir takım siyasiler toplumu ancak seçim zamanlarında hatırlardı, hatırladığı zamanlarda da habire oy istiyorlardı, ama her nedense topluma “gelin siz de yönetime katılın” denmiyordu. Çünkü halk onların nazarında sadece birer oy deposuydu. Neyse ki köprünün altından çok sular akıp geçti de halkımız kendisini “oy deposu” olarak gören zihniyete pek itibar etmez oldu, hatta kendisinin kullanılmasına da izin vermiyor. Halk gerektiğinde her türlü platformda sivil inisiyatifini de ortaya koyup kararda bizimdir diyecek noktadadır. Hatta halkımız değişik isimler altında dernekler, vakıflar kurmak suretiyle “örgütlü toplum” olma yolunda çaba içerisine girmiş durumda bile. Böylece bir takım yurttaşlık hak ve taleplerini örgütlendikleri sivil teşkilatlar aracılığıyla yönetimde ağırlığını ortaya koyabiliyor artık. Gerçekten bu tür sivil dayanışma örgütlenmeler eski Türkiye'nin ayak izlerini silmesi bakımdan son derece sevindirici, ama yetmez daha kat edilmesi gereken pek çok aşamalar var. İşte görüyorsunuz daha henüz o özlenen 'sivil katılım' ve 'sivil toplum' dayanışmasını daim kılacak sivil anayasa ve başkanlık sistemimiz bile yok. Madem öyle, tez elden sendikalar, sosyal güvenlik kuruluşları, dernekler, vakıflar ve bütün sivil toplum teşkilatların ve halkın yönetime katılma gibi hamlelerini daim kılacak başkanlık sistemi ve sivil anayasanın gerçekleşmesine katkı sunmak gerektir. Katkı sunmalı ki, sivil anayasamız gerçekleştiğinde devlet ve millet arasında derin boşluklar tamamen kalkmış olsun, derin boşluklar giderilsin ki toplum kendi kendini idare etme bilincine varsın. Zaten bu bilince vardığımızda her şeyi devletten bekleyen zihniyet tarihin karanlık sayfalarına gömülmüş olur da. Anlaşılan o ki ileri seviyede demokratik yapılanma için “meclis-bürokrasi-sivil toplum” üçlü sacayağının uyum içerisinde işler hale getirmek elzem gözüküyor.

GENÇLİK BUNALIMI

Türkiye’nin bir diğer kanayan yarası hiç kuşkusuz gençlik meselesidir. Öyle ki, geçmişte yaşanan bir takım krizlerin açtığı travmalar Türk insanının kültür kodlarında var olan aksiyoner ruhunu tarumar etmeye yetmiştir. Evet, dünyanın en genç nüfusuna sahip ülkeler arasındayız ama yaşlı Avrupa her nedense aksiyoner ruhunu yitirmiş genç nüfusumuzdan bile tedirgin haldedir. Hele birde aksiyoner gençliğimizin var olduğunu düşünün kimbilir ne halde olurlar. Madem öyle Şairin “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” bilincine ermiş aksiyoner gençlik yetiştirmek gerektir. Sakın ola ki 'Fetih' deyince sadece kılıç anlaşılmasın, aynı zamanda buna bilgi donanım da dâhil olup çağlar üzerinden sıçrama hamlesinin açılımı olarak bilinmeli. Dolayısıyla modern çağın en üst seviyesine sıçramak için gençleri sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda en iyi donanımda yetiştirip yeni fetihlere açılmak gerekir.

Şurası muhakkak gençliğin aksiyoner olmasına yönelik önündeki tüm engeller kaldırılmadığı sürece o özlenen alperen tip neslin doğması hayal olur. Düşünsenize gelinen noktada hala gençlik “Ben kimim?” sorusunun cevabını bulamamanın ezikliğini yaşamakta, aslında bu bir anlamda kimlik krizi hadisesidir. Hele şöyle bir etrafımıza baktığımızda her geçen gün etrafımızda kimlik krizi geçiren gençlerin sayısı çoğaldıkça doğrusu kaygılanmamak elde değil. Maalesef normsuzluk veya çözülme almış başını gidiyor. Bu yüzden Türkiye neydip edip hedef edindiği 2023 Yeni Türkiye’nin temellerine tıpkı Şeyh Edebali’nin nefesi ve Osmangazi’nin pusatı birlikteliğinde olduğu gibi öz kültür mayasını katarak ilerlemeli. Katmalı ki 2023 yeni Türkiyesinde Horasan erenlerine muhabbet duyan maddi ve manevi değerlerle donanımlı o özlem duyduğumuz Alperen tipi gençlik doğmuş olsun. Böyle bir gençlik doğduğunda biliniz ki karşımıza her ne problem çıkarsa çıksın üstesinden gelmemiz çok kolay olacaktır. O halde kimlik krizini derinleştirmeye mahal bırakmaksızın kültür politikalarına ağırlık vermek zamanıdır.

Toplumun yıllardır yanlış izlenen politikalardan bıkmış olduğu o kadar her halinden belli ediyor ki, artık ne olacaksa olsun türünden sonunda ölümde olsa her türden bunalımın bir çırpıda çözülme arzusundadır. Ah, keşke böyle bir çırpıda ya da bir dozluk sihirli değnek olsa da hemen bunalım sarmallarından çıkıversek, ne mümkün. Tam aksine bunalımdan çıkacağız diye projesiz yola koyulup işi alelacele getirdiğimizde bir takım pusuya yatmış zinde güçler ve radikal örgütlere gün doğabiliyor. İlla ki uzun vadeli projelerle ortaya çıkıp meselelerin üstesinden gelmemiz gerekir, pansuman tedbirlerle bir yere varılamayacağını artık anlamamız icab eder. Zaten radikal eğilimlerin beklentiside bizi pansuman tedbirlere zorlamaktır. Şer odaklar çok iyi biliyorlar ki günü birlik oyalamalarla Türkiye’nin 2023 hedefinden saptırmak kolay olacaktır. Madem öyle, zinde güçlerin zayıf yanlarımızdan yararlanmalarına fırsat vermeksizin ülke gerçekleriyle barışık toplumcu modeller geliştirip sivil katılımcı anlayışı yerli yerinde oturtturmak lazım gelir. Bu arada tüm problemlerin kaynağını sırf ekonomik nedenlere indirgemekte doğru değil, kültürel ve sosyal boyutuyla da bütüncül düşünmek zorundayız. Aksi halde içi boş sloganlar ve sihirli formüller bizi daha çok oyalayıp yolumuzdan alıkoyacaktır.

Evet, Türkiye neydip edip uzun vadeli projelerle her daim başını ağrıtacak gibi gözüken kimlik krizi meselesine el atıp çözüm bulmalıdır. Şöyle hal ve ahvalimize bir bakın ipin ucu kimin elinde belli değil. Siyasi kirlilik desen had safhada, baksanıza hanım milletvekili olmuş ama sırtını Kandile dayadığından söz edebiliyor, muhalefet desen hak getire Pensilvanya’da ki ihanet çetesi karargâhının oyuncağı olmuş durumdalar. Şayet uyanık olmazsak, ya da rehavete sürüklenirsek devlet ve toplum arasında uçurum yeniden depreşip kriz hale dönüşebilir. Allah korusun krize yakalandığımızda hiçbir nutuk hiçbir nasihat topluma etki etmez de, toplum daha çok can derdinde,  iş ve aş derdinde olur. Neyse ki sözlerin biri bin ettiği kuru sıkı lafların edildiği devirler artık çok gerilerde kalmış gözüküyor. Bu yüzden halkımız daha çok ülke meselelerine kim çözüm getirir, kim çalıp çırpmadan iş yapar, kim proje üretir bu tip liderlere itibar etmekte ve yöneticisini de bu kriterler ölçüsünce belirlemektedir. Hatta sadece belirlemekle yetinmez gerektiğinde asıl söz sahibinin birinci derecede kendisi olduğunu dile getirip Ziya Paşa'nın o meşhur “ayinesi iştir, kişinin lafa bakılmaz” sözünü ilke edinir de.

Hiç kuşkusuz bunalıma hal çarenin bir başka yolu da ekonomiyi üst birim, sosyal ve kültürel değerleri temel birim olarak ele almaktan geçer. Bize ne komünizm ne de kapitalizm model olabilir. Yukarıda da belirttik ya Marksizm’de ekonomi her şeyin temeli ilan edilmiş, kültürel değerler desen hiç umurlarında bile değil, kültürel değerler onlar için sadece üst birim olarak arka plana itilmiş bir değerdir. Her neyse onlar kültürel değerleri arka plana iterek maddeleşe dursun biz ise onların tam aksine sosyal bütünleşmeyi birliğimizi ve dirliğimizi sağlayacak temel değer bilip manevi kalkınmadan yana tavır koyacağız. Hiç kuşkusuz tavrımızı ortaya koyarken de bir yandan manevi kalkınmanın en önemli sacayaklarından sosyal ve kültürel ağırlıklı projeler üretirken diğer yandan da maddi kalkınmanın sacayaklarından milli, sivil katılımcı uygulamaları hayata geçirecek ehil insanları iktidara taşıma derdinde olmayı da ihmal etmeyeceğiz. Zaten dertli olmakta gerekir, çünkü bizim kültür kodlarımızda ‘Yaradılanı severiz Yaradandan ötürü’ sevmek vardır. Bu öyle bir sevgi selidir ki Türkiye’nin yeniden dirilişine vesile olacak sevgi deryasıdır. İşte bu sevgi deryasıdır ki yöneticilerin hiçbir aracı kurum kullanmadan yönetilenleri doğrudan doğruya muhatap aldığı bir Türkiye tablosunun doğma arzusu öteden beri içimizde var olan bir hasret duygu selidir. Dikkat edin hasret dedik, yani laf demedik, zaten lafla peynir gemisi yürümez ki,  o halde kafadan dolma laflarla hayalî reçeteler uydurup servis etmek neye yarar ki. Bu işler öyle hayelle meyalle çözülecek işler değil elbet, ciddi manada çözüm yolu toplumun temel dinamikleriyle uyumlu projeler üretmekten geçer. Her ne kadar çözüm diye sunulan hayali reçeteler bir takım insanların aklını çelse de, her biri uzun soluklu olamıyor, bir noktadan sonra cazibesini yitirip tarihin harabelerine gömülebiliyor. Nitekim Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet reçeteleri tarihin tozlu raflarına terk edilmiş bunun en tipik örnekleridir. Öyle ki çözüm diye kör kütük Avrupa’dan aktarma küllenmiş hayali reçeteler bunalımdan çıkışımıza çare olmadığı gibi kültür kodlarımızda derin yaralar açmış ta.

Bakın Orta doğuda cereyan eden olaylar, ülkemizi çok yakından ilgilendirdiğinden bizim ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel bakımdan güçlü olmamızı zaruri kılmaktadır. Madem öyle, bilgi ve kültür ağımızı geliştirmek mecburiyetindeyiz. Bunun içinde illa ki “maddi ve manevi kalkınma” şuuruna ermek icap eder. Aksi takdirde 2023 Yeni Türkiye hedefimiz bir hayalden öteye geçemez. Unutmayalım ki tek başına bilgi donanıma sahip olmakta yeterli kriter sayılmaz. Nasıl tek başına kriter olsun ki,  bir kere bilgi kendiliğinden 'değer' üretmez ki, dolayısıyla sadece bilgiyle yetinemeyiz, İslâm’ın telkin ettiği tüm değerlerle birlikte kendimize yol, usul, yöntem belirlemiz gerekir. Dahası topyekûn maddi ve manevi kalkınma seferberliği bilinciyle çokluk içinde birlik çerçevesinde hareket etmek gerekir. Kaldı ki bunalımdan çıkış için çözüm yolu aramak sadece bize mahsus bir durum değil, tarihi süreç içerisinde her ülkenin bunalımlar karşısında sıkça başvurduğu metottur. Şöyle ki;

Yıl 1929, yani Amerika’da başlayıp hızla dünyaya yayılan 40 milyon insanı işsizliğe mahkûm kılan bunalımın adıdır bu yıllar. Malum bu kriz dalgası klasik kapitalist teorisini gafil avlamıştı. Neyse ki tam o sıralarda kötü gidişi önleyecek “Keynes Modeli” damgasını vurur. Artık tüm ümitler bu modele bağlanmıştı. Çünkü Keynes piyasanın canlanması için devletin can simit rolü üstlenmesi gerektiğini savunmuş bir düşünürdür. Yani, savunduğu modelle devlet şu veya bu şekilde piyasaya para sürüp kendiliğinden arz (üretimi) canlanmış olacaktı. Gerçektende bu model 1970’lere kadar tutmuşta, ancak bir noktadan sonra bu modelde ihtiyaçlara cevap veremez olmuştur. Yani bir başka bunalım su yüzüne çıktığında başka arayışlara yelken açılmak zorunda kalınır. Zira bu kez ortada her an patlamaya hazır talep enflasyonu bir bunalım söz konusudur. Dolayısıyla Keynes modeli bu yeni bunalım karşısında çare olmayınca bir başka model arayışı kaçınılmaz hal alır. Şu bir gerçek hangi model ya da hangi ideoloji olursa olsun 20-25 yılı geçmeyecek bir ömre sahiptir. Günü gelip miadı dolduklarında bir kâğıt parçası gibi buruşturulup çöpe atılırlar da. Hele bu ideolji insanı hiçe sayıp tek temel değer madde gören cinsten bir ideolojisi ise atılmak bir yana yakılmalı da.

Evet, hemen hemen tüm beşeri ideolojilerin ortak paydası insanı temel değer görmemeleri, yani insana bakışları kölece olmasıdır. Asıl sıkıntı kaynakları bu noktada düğümlü. Oysa insanı merkeze almayan ideolojiler er geç yıkılmaya mahkûmdur. Şu iyi bellenmeli ki; insan her ne kadar ete kemiğe bürünse de onu maddi varlık olarak görmeye hiç kimsenin hakkı yoktur, yok eğer kim bu hakkı kendinde görüyorsa bu düpedüz en kaba tabirle tüm insanlığı linç edip hayvan olmaya indirgemek olur. Bu tip ideolojik beyinler insanı hayvan olarak göre dursunlar, bakın yüce Müberra dinimiz insanı yaratılmışların en üstünü, yani Eşref-i mahlûkat olarak ilan eder de. İşte bu yüzden Müslümanlar olarak insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görürüz. Evet, bizim medeniyetimizde insan ne köle ne meta ne de makinedir.

Ne hazindir ki, Marksizm ekonomiyi alt birim, yani temel değer, sosyal ve kültürel değerleri üst birime oturtmuştur. Evet, bu durum materyalist zihniyetin çarpık açmazıdır. Hem de ne açmaz, kültürel değerleri burjuvazinin yutturması görmekteler. Düşünsenize bu sapkın zihniyette insan bir meta, bir ırgat, ya da makineye bağlanmış proletaryadır. Ne kadar ekmek o kadar köfte misali çalıştığı oranda değer kazanır. Nitekim Bolşevikler ihtilalle iktidara geldiklerinde gelen gideni aratır misali çarlığa da rahmet okutturacak uygulamalarla kitleleri canından bezdirmişlerdir. Netice malum; totaliter uygulamalar ancak yetmiş yıl devam ettirebildiler. Sonunda komünizm Sovyetler Birliğinde yıkılır da. Kapitalizm ise bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler mantığı ile hareket etmiştir hep. Varsayalım ki; iki takım sahada ama hakemsiz, varın oynanan oyunun getireceği olumsuz havayı siz düşünün! Tam bir kargaşa ve fiyaskoyla neticeleneceği muhakkak. Aynı durum ekonomik faaliyetler için de geçerli. Eğe yürüttüğünüz ekonomik politikalar serbest piyasa ekonomisi ise devletin hakemliğinin dışında yürütemezsiniz. Aksi halde haksız rekabetin doğuracağı sıkıntılarla baş edemeyiz. İllaki haksız rekabet ve tekelci girişimlere geçit vermemek için devletin hakemliğine ihtiyaç vardır. Dikkat edin devlete 'hakem' rolü biçtik, 'hâkim' rol değil, niye derseniz, gayet açık Devlete hadimiyet bilinciyle hakemce tavır sergilemek yakışır çünkü. Bu yüzden 'hâkim devlet değil, hakem ve hadim devlet' deriz biz. Ki, bu söylem,  bizim medeniyet kodlarımızda zaten var olan diriliş devlet manifestosudur. Diriliş manifestomuz aynı zamanda kendi Rönesans modelimiz olup bağrında hem toplumcu yönü olan, hem girişimci yönü olan, hem de özel teşebbüs yönü olan bir manifestodur. Ve bu modelde her türlü ayırımcılığa yol açacak 'sınıf’çı anlayışa asla yer yoktur, kabul görmez de. Kelimenin tam anlamıyla bir milletin bünyesinde var olan işçi, memur, köylü, bürokrat, teknokrat ve işvereniyle hepsini bir bütün olarak görürüz.

Bakın, İslam'ın ruhunda ekonomi tek temel değer değildir, ekonomi daha çok manevi değerlerin üstüne inşa edilen bir değerdir. Dolayısıyla İslam'da ekonomik faaliyetler 'gaye' değil 'vasıta' olup manevi değerlerden bağımsız faktör görülmez. Zaten ekonomiyi maneviyattan bağımsız ele alıp diğerlerini yok saymak, eşyanın tabiatına aykırıdır. İster cemaatten cemiyete, isterse cemiyetten millet olmaya geçişte olsun, her şart altında insanları kucaklamak onları olduğu gibi kabul etmek ve teşkilatlanmalarını sağlamak sivil katılımcılığın dirilişi olacaktır. Zira cemaatten cemiyete, cemiyetten millete geçişte hepimiz kardeşiz bilincinde olmak yeniden dirilişimiz olacaktır. Aksi halde sınıfçı anlayışların düştüğü çukura bizlerde düşebiliriz pekâlâ. Sınıfçı ve ayırımcı modeller batının insanlığa saçtığı bir hastalık tablosudur. İşte bu hastalık tablosunu model diye yutturmak bedbahtlıktır. Oysa bunalımdan çıkış yolu hem maddi hem de manevi kalkınmaktan geçmekte. O halde neydik edip komünizm, kapitalizm, faşizm gibi tüm ideolojilerin dışında çözümler üretmek boynumuzun borcu olmalı. Kökü dışarıda bütün ideolojiler ne zaman yaramıza merhem olmuşlar ki şimdi de olsun.

Evet, Türkiye’nin çağ atlaması ideolojilerin kıskacından kurtulup aydınlığa çıkmasından geçmektedir.  Bu nedenle kendi kültür kodlarıyla uyuşan ve dünyadaki gelişmelere açık bir zihni hamleyle dirilişimizin gerçekleşeceğine inancımız tamdır. Bunalım her devirde var olmuştur, olmaya da devam edecektir.  Bize düşen yeniden diriliş için özümüze dönüp bilgi toplumu ve bilgi ötesine sıçramak olmalı.

Velhasıl; her alaca karanlığın arkasında mutlaka aydınlık vardır. Kim bilir, aydınlık yarınlar belki yarın, belki yarından da çok yakın.

Vesselam.