Tanımam… Telefonu vermiş birisi, aradı. Yeni kitabı çıkmış bana yollayacakmış. Niye yollayacak? Hani biz okuyup kitapları, yazılar yazıyoruz ya otuz yıldır, onu duymuş, ondan… Bir de yakınlık kurma sözü sarf ediyor: “Sen eski ülkücüymüşsün…” En sinirime dokunan söz budur, onu da etti. “Bırak yahu şu eski ülkücü lafını, tamam yollayacaksan yolla…” dedim. Hiç özür mözür yok, “Tamam canım neyse” diye geçiştirdi.

Ve kitap geldi bir hafta sonra. Okuduk, şimdi de yazacağız.

Kitabın adı “Hakikat” ve bir de alt başlık “Varlık Yokluk Birliği.” Önce şu “Hakikat” sözcüğüne değineyim: Niye gerçek değil de hakikat, ikisi de anlamdaş sözcük. TDK sözlüğünde hakikat’ın anlamı şöyle veriliyor: “hakikat, -ti (haki:kat), Arapça ḥaḳīḳat, isim gerçek.”

Ama yok, birtakım dinbazlar, bu anlamdaşlığı kabul etmezler, hakikatin bir tasavvufi anlamı olduğunu, “şeriat-tarikat-marifet”ten sonra gelen bir önemli aşama, bir nirvana olduğunu savlarlar. Birtakım bilinçsiz solcular da gerçek sözcüğünü beğenmez, hakikati daha şehvetli bulur, yapışırlar ona.

Kitabın yazarı olan Bora Ergenoğlu, bu bağlamda bir başka saçma savı da atıyor ortaya kitabında “Hakikat, gerçeği içine alırmış.” İçine alıp ne yapıyormuş peki gebe mi kalıyormuş ondan, bunu yazmamış arkadaş.

Bir başka saçma sav daha atıyor Ergenoğlu kitabın başlarında “Evrensel amaç, insanın amacı olamazmış.” Peki “ulusal ya da yerel” amaç mı insanın amacı, ya da dinsel amaç mı? O yazılmamış. Aslında dinler de sözüm ona evrensel amaçlıdır.

“Varlık-yokluk” sorgulaması feylesofların önemli muhabbetlerindendir. Ergenoğlu da giriyor bu mayınlı alana. “Fark eden yoksa, fark edilen de yokmuş, fark edilen yoksa fark eden de yokmuş.”

Veee “Varlık fark edenle, fark edilenin birliği imiş.” Bitmedi, “Varlığın görünen, bir de görünmeyen yanı varmış, varlığın görünen yanını ele alan bilimin varlığa bakışı eksikmiş. Bilim beyne gelince takılıp kalıyormuş.”

Varoluşçu akımın öncüsü Jean Paul Sartre “Varlık algıladıklarımızdan ibarettir” diyordu ya, Bora Ergenoğlu aklı sıra Sartre’ın da yanlışını çıkaracak.

Bilimin evrene bakışını da eleştiriyor Bay Bora. Evren’de olup bitenlerin anlamını çözemiyormuş bilim. Bora Efendi Bora Efendi, dünyada olup bitenlerin anlamını ne dinler çözebilmiştir ne de filozoflar, bilim çözmüştür bilim, bundan sonra da o çözecektir.

Bilim konusunu ele alırken bir de Türkçe katliamı yapıyor Bay Bora, “Çarpışırkene çarpışırkene” diyor. Yahu ne biçim Türkçe bu “Çarpışırken” desene.

Evet sıra geliyor insana. Ergenoğlu, o bildiğimiz aslı astarı olmayan öyküyü yeniden temcit pilavı gibi ısıtıp okurunun önüne sürüyor: “İnsan ruh madde birliğidir.”

Peki İslam dininin bile varlığını kabul ettiği halde izah etmediği, (İsra Suresi 85’inci ayetinde “De ki: ‘Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir’” dediği, ruh nedir.

Kur’an izah etmez ama Ergenoğlu gibi büyük bilgin izah eder. “Ruh insanın duyan, isteyen, fark eden yanıymış, ruh duyularla duyumsanamazmış; kulak, sinirler, beyin hücreleri işitmezmiş, işiten ruhmuş, gören de ruhmuş; ruh duyum süreçleri üstüne düşünülerek anlaşılabilirmiş. İnsanda birbirini tanımayan ruhlar varmış. Ve başlıyor ruh çeşitlerini anlatmaya Bay Bora. Anlatmadığı tuz ruhu, lokman ruhu, 46 ruhu kalıyor yalnızca. Can ruhu varmış, akıl ruhu varmış, varmış da varmış. Vee şimdi sıkı durun ruhların cinsiyeti bile varmış.”

Ruh böyle, ruhsuz madde hiçbir şey değilmiş, sözgelimi kuş, uçan madde değilmiş. Ve tabii sıra ölüme geliyor, ölümü ve ölüm ötesini de sorguluyor Bay Bora. Doğrularla palavralar iç içe…

Evet yazımızı, ruh üstüne Berfin Bahar Dergisi’nde yazdığımız bir yazımızla bitirelim, böylece Ergenoğlu’nun yazdıklarını da çürüğe çıkarmış olalım:

RUH KAVRAMI DİNLER VE EPİFİZ BEZİ…

“Örgütlenişi ne denli kaba saba olursa olsun, hiçbir toplum yoktur ki orada ruha, onun kökenine, geleceğine ilişkin bir tasarımlar dizgesi bulunmasın. Budunbilim verilerine göre yargıda bulunulabilirse, ruh düşüncesinin insanlıkla yaşıt olduğu, bütün temel özelliklerine de hep birden sahipmiş gibi göründüğü söylenebilir. Öyle ki daha ileri dinlerin ve felsefenin yaptığı iş, buna gerçekten temel önemde hiçbir şey katmadan, aşağı yukarı onu arıtmakla sınırlı kalmıştır. Gerçekten bütün Avustralyalı topluluklar (1), her insanın bedeninde bir iç varlık, ona devinim veren bir yaşam dayanağı bulunduğunu kabul etmektedirler. Bu, ruhtur. (…) Avustralyalı’nin ruh konusundaki düşüncesini saptamak güç bir iştir. Çünkü bu düşünce çok belirsiz ve oynaktır. Bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Kendi çağdaşlarımıza, hatta ruhun varlığına kesin biçimde inananlarımıza, ruhu nasıl tasarladıkları sorulsa, alınacak yanıtlar Avustralyalı’nın ruh tasarımından daha tutarlı ve belirgin olmayacaktır. Çünkü söz konusu olan şey, iyice çözümlenmiş olmayan birçok izlenimlerden kurulu çok karmaşık bir kavramdır.” (2)

Peki neymiş bu tasarımlar Durkheim’in kitabından ana başlıklar halinde aktaralım:

-Ruh bedenden ayrı ve bağımsızdır.
-Ruh soluğun içinde değildir, soluğun kendisidir.
-Ruh bedenden ayrılınca ruhlar ülkesine gider, ruh ölümsüzdür.

Görüldüğü Avustralya’daki en ilkel din’in ruh tanımlama ve algılaması ne ise, son din denilen İslamiyet’inki de üç aşağı beş yukarı budur. Hatta İslam, ruhu izah edemediği için ruhu algılamaya çalışmanın önüne set de çeker: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: ‘Ruhun ne olduğunu ancak rabbim bilir, size ise pek az bilgi verilmiştir.’" İsra Suresi 85.ayet (Diyanet Meali)

Kur’an böyle diyor ama bir mason olan sanatçı ve akademisyen Ahmet Kurtaran “Dinsiz İlim, İlimsiz Din Olmaz” adlı kitabında epifiz bezinin ruh ve bedenin birleştiği yer olduğunu öne sürüyor:

“Bugüne kadarki bilgilerimizde pek de açıklanamayan Ruh’un ise içimizde olmayıp, mükemmel yapıda, bölünmez bir Tanrısal bütünlük olduğu ifade edilmektedir. Ruhsal bütünlük kısaca; tüm âlemler yani kosmosla beraber yaratılan enerji ve arşivler bütünlüğü olarak tanımlanmaktadır.”

Burada bir duralım hele, Ahmet Kurtaran, “ifade edilmektedir”, “tanımlanmaktadır” diyor ama kim ifade ediyor, kim tanımlıyor bunu açıklamıyor.

Devam edelim Kurtaran’ın yazdıklarını okumaya: “Ruhsal enerji, varoluştan günümüze, bilinmeyen zamanlar öncesinden bu yana neşriyat yapan bir enerji olarak kabul edilebilir. Ruhsal bütünlük, bölünmez bir kül, bir bütün olup, ruhsal enerji de azalmayan, kaybolmayan bir Kadir Enerji, tanımlanamaz bir Tanrısal ‘Bütünsel Bilinmeyen Güç’ olarak ifade edilmektedir. İnsan bu bütünlükten beslenen, ‘ruhsal enerji potansiyeli’ ile ana rahminde yaşama başlar, bu enerji hattının kesilmesi ile ölüm vuku bulur.

Her varlığın sisteme (yani tanrısal bütünlüğe) beyni araçlığı ile ve ‘Gümüş Kordon’ adı verilen bir enerji bağı ile bağlı olduğu belirtilmektedir.

İnsan beyninin sistemle irtibat halindeki noktasının Epifiz Bezi (Pineal Bezi) olması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle Epifiz bezi için ‘ruhla bedenin birleştiği yer’ veya İslamiyet’te ‘Kalp Gözü’, Hint geleneğinde ‘iki kaş arasına konulan göz’, Mısır Mitolojisinde ‘Horus’un gözü’ tanımları yapılmaktadır.”

“Kuvvetle muhtemel” diyor Kurtaran, yani bilimsel bir kesinlik yok, varsayım, anlam yükleme… Yüklenen anlam ise din’in en yalın olarak yaşandığı Avusturalya yerlilerinin ortaya attıkları varsayımların üstüne bina edilmiş.

Yani ruhu icat eden insan, izaha çalışan insan, izah etmekte zorlanan insan ve kendi yarattığı ruha anlam yüklemeye, bilimsel gerekçe bulmaya çalışan yine insan. 

Ruh konusuna daha farklı ve aklî yorum getiren bir tıp doktorunun yazdıklarına bakalım şimdi de.

Yazarın adı Cevat Doğan, dindar bir tıp doktoru, zaten kitap da “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” başlıyor. Kitabın adı da “Kur’an’dan İlhamlar” (Cinius Yayınları).

Bu hekim-yazar, bilimi öne alarak yorumlamalara girişmiş. Ruh konusunda sözgelimi:

“İnsanın ölümü, kalp ve dolaşımın, teneffüsün durması ile gerçekleşiyor. Ölen kişinin sakallarında, tırnaklarında birkaç gün süren cüz’i uzamalar olur. Bunlara bakarak, insanın dolaşım ve solunum sistemleri durmakla henüz ölmüş olmadığı iddiaları yanlıştır. Ölümü yukarıda tarifini verdiğimiz olayla başlamıştır. Sakallar vs gibi bazı hücrelerdeki hayatiyet, insan denilen canlı organizmanın ölüm anını değiştirmez.

Ölüm, aklın da mutlak şekilde yok olmasına yol açıyor, bu kitabın ilk bahsi olan ruh problemi bölümünde, ruhun akıldan başka bir şey olmadığı hakikatine ulaşmıştık. Yani insan ruhunu kaybedince ölmüyor, aksine ölünce ruh (yani akıl) diye bir şey kalmıyor. 

Ölen kişinin mezara konması ile yeni bir hayatın başladığına dair boş bir inanç halkımızda mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir şey yok! Birçok batıl inancımızdan biri de budur.”

Materyalizmin ruh’a ilişkin yaklaşımı da Cevat Doğan’ın bu görüşlerine oldukça yakın. Onu da özetle aktaralım:

“Bilinç beyinde oluşur. Beyinse hücrelerden. Hücrelerin biyokimyasal ve biyoelektriksel etkinlikleri beynin fonksiyonlarını oluşturur.

Ruh bedenle birlikte ölecek. Çünkü ruh günümüzün çağdaş bilimsel yorumuna göre beyin dediğimiz organın duygular, hafıza, akıl yürütme ve karar verme gibi bazı fonksiyonlarına verdiğimiz isimdir. Dolayısıyla, vücudu bir makina gibi düşünürsek, bu makina işlemez hale geldiğinde fonksiyonları da duracak. Artık hissetmeyeceğiz, bilinçli olmayacağız, hiçbir şeyin farkında olmayacağız. Çünkü bunu sağlayan organımız çalışmıyor olacak. Bilimsel açıdan dersek, ölünce toprak olacağız, azot ve karbon çevrimine gireceğiz.

Ruhun bedenden bağımsız olduğunu iddia eden hiçbir din ya da ruhsal inanç, örneğin neden içki içince hafızada ve zihinsel yeteneklerde azalma olduğunu tutarlı bir şekilde açıklayamaz. (İçki içmek gibi fiziksel bir etki ya da kişinin kafasını bir yere çarpması, nasıl ruh denen bedenden bağımsız bir varlığı etkiler konusu geçtiğimiz yüzyıllarda filozofları çok düşündürmüştür ve ruhu bedenden bağımsız gören hiçbir düşünce sistemi bu işin içinden tutarlı bir biçimde çıkamamıştır). Bunu bilim açıklar, çünkü bilim ruha atfedilen özelliklerin insan beyninin fonksiyonu olduğunu söyler.”

Ve Kabir suali, Cevat Doğan, bunun da olmadığını ifade ediyor: “Cesedin kabre gömülmesiyle başlayan bir kabir azabından bahis edenler, niçin kitabımızda olmayan bir şeye inandıklarını nedense hiç düşünmek istemiyorlar? Bu, belki de azabın bile yok olma korkusu karşısında insanlara bir varoluş (existence) teminatı gibi gelmesindedir. Yokluk (adem) bizlere ürküntü yaratan bir düşünce.

Dini terminolojimize girmiş iki çocukça ıstılah var ki, ne zaman musallat olduğu veya hangi doğrunun istihaleye uğraması ile ortaya çıktığı belli değil:

Mezardaki mevtaya iki melek geliyor ve birtakım sorular soruyor. Bu sorular arasında, tabii ‘Mezhebin nedir? Mezhep imamın kimdir?’ gibi akilane sorular da var.

(…) Halbuki ne gasledilen, ne kefenlenen, ne çürüyen sen değilsin!.. O senden başka bir şeydir. Seni sen yapan senin aklın (ruh) idi, sen artık yok oldun. O mezarda yatan cesedin seninle bir ilgisi yok.”

“Gerçekten… Halk, ölenin başında ve kabristanda akrabasının mezarı başında, belli başlı sureleri ya okuyor yahut ücret vererek hafızlara okutuyordu. Bahsi geçen surelerin (Yasin, Tebareke gibi..) tercümelerini gözden geçirdim ve gördüm ki ölenle hiçbir alakaları yoktu, tamamıyla yaşayanlar için.

Bize din diye öğretilen şeylerin Kur’an’a uymadıklarını görmeye başladım. Fakülteyi bitirirken Kur’an’ın Fransızca ve Farsçasını okuyabilecek kadar o dilleri öğrenmiştim. Daha sonra Arapça Kur’an dilini kavramaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Okudukça, düşündükçe ve araştırdıkça, dini bize öğretenlerin safsatalar ve kavram karışıklıkları içinde ömür tükettiklerini esefle anladım.

Yirmi yaşlarında idim. Sohbet ve nasihatlerinden çok istifade ettiğim rahmetli Hafız Osman Yiğit bir gün dedi ki: ‘Oğlum, vaktiyle M.Akif’in Farsî hocası Hafız Yusuf anlattı… O zamanlar ben senin yaşında idim, o da benim şimdiki yaşlarımda idi… Evet o şöyle dedi: Oğlum Hafız, ben horoz bile kesemem amma şu sarıklı hocalar var ya, yüz tanesini yatırsalar, elime de bıçağı verseler, cümlesini gözüm kırpmadan keserim!’” (3) 

1) Yazar, en yalınkat dinsel topluluklar Avustralya’da olduğu için incelemelerine hep onları esas almıştır.
2) Emile Durkheim, Dinsel Yaşamın İlk Belirtileri
3) Cevat Doğan-Kur’an’dan İlhamlar