Nasıl ki Fransız ihtilalin nedeni eski Fransa ise, Bolşevik ihtilalın müsebbibi de hiç kuşkusuz eski Rusya’dır.

Her şey kilise ve Çar’ın kontrolünde işleyen bir çark vardı, onlar ne diyorsa o oluyordu. Her ikisi de merkezi temsil ediyordu. Merkezin etrafında ise büyük toprak ağaları, yani asiller vardı. Köylüler toprağa bağlı adeta bir köleydiler. Bu yüzden köylü kurulu mevcut rejime çok öfkeliydi. Öyle ki geniş kesimlerden öfke sesleri çığ gibi çoğaldıkça, Çar ipleri biraz gevşetmek zorunda hisseder. Nasıl hissetmesin ki; tüm dünyada olduğu gibi Rusya’da da tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru geçiş söz konusuydu. Zaten sosyologların; “Her geçiş süreci sancılı geçer” tespiti teyit ediyor bunu. Nitekim Çar’ın sıkı disiplin uygulamalarından birazcık taviz vermesiyle birlikte korktuğu sancı başına gelir de.

Nasıl mı?

Bakın Fransa’nın Robespierre’si ne ise Rusya’nın Neçayev’i de odur. Zira Neçayev Rusya’nın bir değişik asi evladıdır. Değim yerindeyse tam bir eylem hippisidir o, yani anarşisttir. Hatta “Devrim kanla yazılır” sloganı bizatihi ona ait, ama bu söz kendisi için pahalıya mal olacaktır. Şöyle ki; fevri ve kabına sığmayan tavırları yüzünden kendisini zindana mahkûm ettiği gibi şüpheli bir ölümle bu dünyadan terki diyar eyler de. Ardından bıraktığı tek miras adını şiddet tarihine yazmak olmuştur. Şayet bu miras toplum vicdanında kabul görürde.. Kabul gördüğü şuradan belli ki; Neçayev zindanda ölümünü beklerken bile dışarı da onun izinden giden binlerce terörist doğuyordu. Üstelik Çar bu öfkeli insanların üzerine gittikçe eylemler hız kesmeyip dalga dalga yükselmesine yarıyordu. Dahası; her tarafta gizli örgütler mantar gibi çoğalıyordu. Hele bu örgütler arasında en sonuncusu vardı ki; adından Bolşevik örgütü diye söz ettirecektir. Sadece örgüt mü, elbette ki hayır, örgütün yaptığı eylemler sayesinde Lenin'de adını duyuracaktı. Lenin zaten iyi bir uygulayıcı ve aynı zamanda teşkilatçı bir liderdi. O önce stratejisini düşmanını tek tek sinek avlama metodu üzerine kurmuştu, fakat bu yöntem tutmaz. Dolayısıyla yeni metotlar üzerinde kafa yorması gerekiyordu, denemeye başlar da. Derken adına ister kitle terörü denilsin, ister devrimci terör denilsin sonuçta yeni usulü devreye sokup ezilen kitleleri büyük bir hınçla ihtilale odaklamayı başaracaktır. Ancak Lenin fikir bakımdan eksikti,  olsun çokta önemi yok. Çünkü o teşkilatçı yönünün ağır basmasıyla bir anda kitleleri peşine takmayı başaran ihtilalcı bir lider olarak hep akılda kalacaktır. O her ne pahasına olursa olsun bir kere iktidar olmayı kafasına koymuştu, hatta yola koyulurken de  'ölmek var dönmek yok' diyecek kadar kendinden geçmiş biriydi.

Lenin en küçük detayına kadar tüm planlarını gözden geçirmenin yanı sıra medyanın gücünü bildiği için ISKRA gazetesinde yazmayı da ihmal etmez. Gazetede verdiği mesajlarla işçiyi, köylüyü kendi çekim alanına alıp,  habire kitlelere heyecan aşılıyordu. Derken bir yıl içerisinde birikmiş makaleler; “What is to be Done-Ne yapmak gerek?” adlı kitaba dönüşür de. ISKRA gazetesi deyip geçmemek lazım, bu gazetenin etki alanı oluşturmasıyla birlikte Bolşevikler bir anda marjinal durumdan çıkıp kitlesel güç hale gelmesinde baş kaynak rolü oynayacaktır.  

Artık bu noktadan sonra proletarya emekçi değil, her biri ihtilalci gerilla olarak dikkat çekecektir. Ancak ihtilala giden yolda yöntem bakımdan kendi aralarında fikir ayrılıklarının olduğu da gözden kaçmaz. Şöyle ki; tarihin yapraklarını çevirdikçe Bolşeviklerin tıpkı Fransız ihtilalcıların kendi aralarında ki ayrışmalarının bir değişik benzer örneğinin yaşandığı ikili oluşumu kaydettiğine şahit oluruz. Nitekim 1903’deki Bolşeviklerin demokratik kanadını Martov taraftarları ve ihtilaldan yana cenahın ise Lenin taraftarlarını temsil eder. Dahası yapılan oylama da demokratik kanat azınlıkta kalınca onlara azınlık manasına gelen Menşevik denildi, çoğunluk olana da Bolşevik adı verildi. İşte bu iç mücadeleyi Lenin kazanınca kendi iç dünyasında hedef büyültme iştiyakı beliriri. Nasıl belirmesin ki, şartlar sürekli lehine işliyordu hep,  zaten onu meşhur eden de şartların ihtilal saati vaktine ayarlı olmasıydı.

Malum tarihler 1891–1892 yıllarını gösterdiğinde Rusya’nın kıtlık ve açlık yıllarıdır. Çar, sanki bile bile aç mideleri önce doyurması gerekirken habire dışarıya buğday ihraç etmek derdindeydi. Dahası döviz elde edip sanayileşmek yolunu ilke edinmişti. Tabii bu tablo Lenin için bulunmaz bir fırsattı. Gerçekten de fırsatı ganimet bilip sokaktaki sıradan bir insana bile ayaklanma taktiği ve stratejisini kısa zamanda öğretmek ve kazandırmakta güçlük çekmez de. Önce kışkırtma, ardından sokak gösterileri, en nihayetinde halk ayaklanmasına dönüştürmeyi beceren bir siyaset sergileyecektir.

Bu yola baş koyduklarında sayıca yirmi beş bin kişiydiler, ama sonradan milyonları ortak payda da buluşturan büyük bir güce ulaşacaktır. Şu bir gerçek; Lenin düşman addettiği tarafı ustalıkla provoke ederek kitleleri tek yumruk altında toplayabilmiş, hatta etnik farklılıklarından dolayı zulme uğrayan Yahudi ve Türk gibi toplulukların yumuşak karnı olan ‘Her ülke kendi kaderini kendi tayin etmeli’ taleplerini kullanıp aynı cepheye dâhil edebilmiştir. Hele Çar bilinçsizce halkı dipçikle hizaya getirme veya her türlü gösterinin üzerine şiddet uyguladıkça Lenin’in işi daha da kolaylaşıyordu. Yetmedi bunlara ilaveten Çar ve ordusunun Japonya karşısında mağlup olması kitlelerin belleğinde Çar’ın devrilebileceği cesaretini kamçılayacaktır. Kamçıladıkça da kitleler iyice zıvanadan çıkıp, patlamaya hazır bomba hazır hale geliyorlardı. Öyle ki; 1905 Ocakta yaklaşık üç milyon insanın genel greve gitmesi ihtilalın artık geliyorum işaretinin ilk habercisiydi. Üstelik Rahip Gapon’un bu öfkeli kalabalık karşısında Çar’ı ikna etme teşebbüsleri de fayda vermez. Artık iş ok yaydan çıkmıştı ki sonunda tüm çabaların boşa gittiğini gören ve üstelik polisle bir şekilde ilişkili olan Rahip Gapon’u bile muhalefet safına itecektir. Elbette ki o, işçilerin haklı talepleri karşısında duyarsız kalamazdı, vicdanının sesine kulak verip en yakından şahit olduğu Çar'ın bu tutumundan dolayı öfkeli kalabalığın yanında yer alacaktır.

Çar’ın aldığı bu sıkı güvenlik önlemleri ile rejim koruma altına alınamadığı gibi gerçekleşmek üzere olan devrimin gücüne de güç katıyordu. Belli ki korkunun ecele faydası yoktu. Sonunda kitleler ihtilalcılarla aynı safta buluşup 1905 Ekimi ayında genel grev ve ardından isyan niteliği kazanmaya başlayan fitili ateşleyeceklerdir. Git gide olaylar doruğa ulaşınca, Lenin apar topar İsviçre’den Rusya’ya gelecek, ama Bolşeviklerin asıl etkinliği bir yol sonrasında gerçekleşecek olan 2. Moskova ayaklamasındaki olaylarda görülecektir. Bu olaylarda da görüldü ki;  henüz tam olgunluğa erişmemiş teşkilatsız yığınlar söz konusuydu. Böylece bu durumda teşkilatlanma ihtiyacı doğurmuş, derken Sovyet işçileriyle birlikte Sovyet teşkilatını kuracaklardır. Tabii kurulan bu teşkilat Bolşevik - Menşevik çekişmesini beraberinde getirse de kazanan taraf Bolşevikler olur.

Lenin öyle kendinden emin adımlarla bütün iktidar Sovyetlere diye çağrıda bulunur ki her defasında kitleleri coştururda. Her ne kadar Moskova ayaklanmasında birçok işçinin kanı akıtılmasından dolayı arkadaşlarınca eleştiri alsa da, o ta baştan devrimin kanla gerçekleşebileceğinin düşüncesinden hareketle bunu kazanç olarak değerlendiriyordu. 1905 yılı yinede kayıp sayılmazdı, bir nevi 1917 Ekim ayının provası sayılırdı. Belki de bu prova olmasaydı Bolşevik ihtilalı gerçekleşemezdi. Zaten bu itirafı yapan da bizatihi Lenin’in kendisidir. Lenin başarısızlıklarda bile yeni stratejiler ortaya koyacak usta bir aktör olduğu şuradan belli ki,  bu işin sadece işçi kesimiyle değil,  aynı zamanda köylüyü kazanmak ya da resmi ordunun çökertilmesiyle gerçekleşebileceğini söyleme cesaretini kendinde bulabiliyordu. Bundan daha da öte; işçi-köylü-orduyu bir araya getirmedikçe özlenen ihtilalın hayal olabileceği kanaatini taşıyordu.  İşte bu noktadan sonra Lenin ‘Rusya’nın canı cehenneme, bana proletarya ihtilalı lazım’ sloganıyla insanları etkilemeye çalışır hep. Her ne kadar savaş esnasında ortaya atılan bu slogan yüzünden “Acaba Lenin Alman ajanı mı” dedikodularına yol açsa da, o söylentilere aldırış etmeksizin yoluna devam edip kısa bir zaman sonra onu Alman casusu diye karalayanlar bile ardına düşeceklerdir. 

1916 Ekim ayı geldiğinde grevciler; ‘Kahrolsun savaş, davamız ekmek ve barış’ diye seslendirdikleri sloganlarla Lenin’in beklediği anın yavaş yavaş gerçekleşeceğinin muştusunu veriyordu. Çar ise peyderpey gelişen önce işçiler, sonra orta sınıf ve en nihayet askerlerin isyanı karşısında şaşırıp, işlerin çığırından çıktığını anlasa da bu noktadan sonra kontrolü ele alması zor görünüyordu. Gerçekten de maiyetinde ki generallerin görüşünü aldıktan sonra tahtından çekilmek zorunda kalır. İşte kitlesel güç budur. Anlaşılan o ki; kitlelerin canı isterse aşamayacağı engel yoktur. Bu durum da Rusya'nın başsız Duma üyeleri Duma komitesi kurarak ülkeyi başıboş bırakmak istemediler ve tez elden idareyi ele alacaklardır.

Çar’ın çekilmesiyle birlikte Lenin Avusturya’dan Rusya’ya dönüp daha ayağının tozuyla geldiği topraklara bastığında ‘Geçici hükümeti desteklemeyin’ talimatını verir bile. Derken bir yandan Lenin, diğer yandan Alman ordusunun baskısı geçici hükümetin elini zayıflatmaya yetecektir. Artık işler öyle bir noktaya gelir ki, Bolşevik olmayanlar bile ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ flamasını taşımaya koyulurlar. Hükümet ise kendince sert tedbirlere başvuruyordu ama gösteriler bir türlü dinmek bilmeyip tam aksine alevleniyordu. Bu arada Lenin, baskılar karşısında Finlandiya’nın sınırına yakın bir köye saklanır, Troçki ise tutuklanıverir. Hükümet ise hak getire sıkı güvenlik uygulamaların dozunu artırdıkça kitleleri daha da bir ihtilala sürüklüyordu. Nitekim gerçekleşen iç savaşta zafer Bolşeviklerin lehine sonuçlanacaktır.

Lenin artık ihtilalla birlikte hedefine ulaşmayı bilmiştir, ama tıpkı Fransız ihtilalı örneğinde olduğu gibi o da beraber yola koyuldukları kader arkadaşlarını bir bir yiyecektir, hem de proletarya yalanının ardına sığınarak bunu gerçekleştirir. Sadece evlatlar mı, elbette ki hayır, Bolşevik olmayan solculardan tutunda sosyalistlerde buna dâhil hemen herkes bundan payını alır da. Hakeza ilerde Rus olmayan milletlerde bu durumdan nasibini alır. Kelimenin tam anlamıyla yediden yetmişe herkes Lenin yönetimi altında ezilip, hor görüldüler. Derken ülke genelinde bütün ümitlerin hayal kırıklığına dönüştüğü bir tablo ortaya çıkar.

Lenin'in de diğerlerinden farkı olmadığı ihtilal kanununda mevcut olan “ihtilallar evlatlarını yer” ilkesini harfi harfine uyguladığından bellidir. Onun doyasıya kan dökmeyi hayat prensibi hale getirmesi bir yana şöyle geriye dönüp baktığında döktüğü kanlardan ötürü zerre miskal pişmanlık duyma ihtiyacı bile hissetmemiştir. Kan akıttıkça sürekli akıtası geliyordu. İşte o böyle bir dikta adamdı. Onun da Jakobenlerden ve Nazilerden hiçbir farkı yoktu. Devrimi kanla gerçekleştirdi, ama yönetime geçtiğinde özgürlük, adalet, iş, aş, ekmek gibi güzel sözler yerini bulmadı, meğer o güzel kavramlar hedefe varmak için kullanılan bir araç için söylenmiş. Nasıl olsa maksat hâsıl olmuştu. Dün dündür, bugün bugündür felsefesi Lenin içinde geçerli akçedir.

Lenin’in açtığı bu yol Stalin döneminde devlet terörüne dönüşüp tüm hızıyla devam eder de. Artık sıra ihtilale destek veren kader arkadaşlara gelmişti. Ortada düşman kalmayınca, sistem gereği istese de gıdası olan kanı akıtmaktan vazgeçemezdi. Çünkü mevcut sistem için kansızlık susuzluk demekti. O halde bu iş Stalin'e kalmıştı. Önce bu iş için Troçki mercek altına alınır. Zira Troçki gibi bilge bir insanın fikir gücünden çekiniyorlardı. Onların açısından bir şekilde Troçki’nin defteri dürülmeliydi. İlk uygulama olarak Troçki önce sürgün edilir, akabinde bir ajan vasıtasıyla öldürülmesi takip eder. Malumunuz Jakobenlerin sağ sol kutupları vardı. Bolşeviklerinde buna benzer sağ ve sol Bolşevikleri oluşuverdi biranda. Bu ikili durum, aslında Stalin'in işini kolaylaştırıyordu, sağın hesabını solla, solun hesabını da sağla hallediyordu, böylece herkesi bir havuzda boğmak çok daha kolay oluyordu. Zaten kendisinin kasaptan bir farkı yoktu, dönemi boyunca milyonlarca insan öldürülmüş ve mahkemeler adeta mezbahaya dönmüştü.

Hâsılı kelam; Rusya’da değişen bir şey olmadı, yine kan, yine gözyaşı, yine istibdat vs. Slav kavram olarak zaten köle ruhu demekti, yani özgürlükten uzak bir ruh. Gorbaçov döneminin glasnost perestroyka dönemi gelene dek Sovyetlerde yaprak kıpırdamadı. Hatta etrafında demir perde varı ördüğü dikenli tel örgü ile ABD karşısında şişirilmiş bir güç olarak bir süre gündeme oturduysa da, yetmiş yıllık kominizim totaliter temeller üzerine kurulduğu için daha yüzyılını dolduramadan nihayet Slav ruhu çökmek zorunda kaldı. Böylece bağrında taşıdığı milletler özgürlüklerine kavuşma imkânına kavuştular. Bakalım Rusya ilerde yeniden Slav ruhuna dönecek mi? Şimdilik ne diyelim; izleyelim görelim demekle yetinelim.

Vesselam.