Bereketzade İsmail Hakkı Bey şöyle der: “Zahiri hande feza, batını hikmet nümâ.” İşte bu sözler, sanki Nasreddin Hocayı tasvir eder gibi. Çünkü o zahirde insanı güldürür, batında (içte) hem düşündürür hem de hikmetlendirir.

Bereketzade İsmail Hakkı Bey şöyle der: “Zahiri hande feza, batını hikmet nümâ.” İşte bu sözler, sanki Nasreddin Hocayı tasvir eder gibi. Çünkü o zahirde insanı güldürür, batında (içte) hem düşündürür hem de hikmetlendirir.

Güldürürken düşündürmek bizim kültürümüze has meziyet. Bu yüzden Nasreddin Hoca bu konuda abideleşmiş pirimizdir. Ne var ki kıymetlerimizi tüm dünya farkına varmış ama biz hâlâ pek farkına varmış sayılmayız. Nitekim UNESCO’nun 1996 yılını Nasreddin Hoca yılı olarak ilan etmesi bunun bir göstergesi. Bilindiği üzere UNESCO 1996 yılı öncesi yıllarda ise Yunus Emre ve Mevlana yılı ilan etmişti. Bu demektir ki, milli kültürümüz dünyada yankı bulup evrensel nitelik kazanabiliyormuş. Elbette ki; kıymetlerimizin dünyaca fark edilmesinde mutlu oluruz, fakat kültür mimarlarımıza gereği kadar sahiplenmezsek kimi ülkelerin kendi zimmetine geçirmesi kaçınılmazdır. Nitekim Yunanlılar Nasreddin Hocayı kendi kültür dokusuna kopyalamak sevdasından vazgeçmiş değil, biz ise olup bitenlere seyirci kalmakla meşgulüz. Tabii Yunanistan’ın bu işgüzarlığı yeni değil, malum Karagöz oyunlarımız habire Yunan halk sanat ürünleri arasında sergilenip takdim ediliyor.

Peki, ne yapmak gerekir derseniz, yapılacak olan gayet basit. Öncelikle kültürel değerler konusunda hassas olmak, ya da Kültür Bakanlığını bu konuda daha duyarlı adımlar atması noktasında harekete geçirmek gerekir. Aksi takdirde bize ait bilge insanlarımız evrensellik yaftası altında başka ülkelerin tekeline geçmesi anbean mümkün. Bakın bir Yunanlı tarih Profesörü; “Yunanlılar Ezop ve Diyojenden sonra yeniçağlarda böyle bir tip üretemeyeceklerini bildiklerinden Hoca’ya sahip çıkıyor” itirafında bulunması bunu teyit ediyor. Evet, bu sözlerden de anlaşıldığı üzere evrensellik adı altında kültürel şahsiyetlerimiz bir bir elimizden alınmak isteniyor.

Nasreddin Hoca coğrafyamızın bize kazandırdığı bir bilge insan. O ortaya koyduğu Latif Hikemiyât-ı lisanıyla milli kültürümüzün dev şahsiyeti olmuştur. O halde kendi iklimimize ait Hocamızı evrensellik kılıfı adı altında başkalarının inisiyatifine terk etmek insafsızlı olacaktır. Hoca elbette kişilik olarak bu toprakların insanı ama kabul etmek gerekir ki, nüktelerindeki sözlerin muhatabı tüm insanlık. Dolayısıyla yerellikten evrenselliğe uzanan mana yüklü bu mesajların odağında bulunan Nasreddin Hocamız ister istemez dünya ölçeğinde sevilen bir bilge şahsiyete dönüşüyor. Tabiî ki onun ilgi odağı olması ülkemize onur kazandırır. Hoca her ne kadar bu topraklara ait yerel değerimiz olsa da, o aynı zamanda verdiği mesajlar itibarı ile dünyaya açılan penceremizdir. Tıpkı Yunus Emre’ye Anadolu’nun her tarafında sahiplenildiği gibi batıda soğuk yüzünü güldürecek böyle bir güler yüz timsali bir şahsiyete ihtiyaç hissettiğinden kendi tekeline almak istiyor. Belli ki Hocanın etkisi güler yüz nüktelerinde gizli. Bu yüzden her ülkede yankı bulması gayet tabii bir durum olduğundan UNESCO’nun 1996 yılını Nasreddin Hoca yılı ilan etmesine itirazımız olamaz, bilakis kültürümüzün tanıtılmasına vesile bir araç olarak bakar, seviniriz de. Kaldı ki kültürel dehalarımızın tanıtılmasından cümle âlemin haberdar olmasında başka daha güzel ne olabilir ki? Olsa olsa ilan edilen yılın değişik mecralara çekilmesinden endişemiz olabilir. Hocanın Akşehirli mi, yoksa Sivrihisarlı mı tartışmaları kendi insanımıza ait sahiplenme duygusuyla alakalı bir mesele olduğu için buna pek takılmayız ama Hocanın Romanya’dan Çin’e uzanan hat üzerinde çokça dillendirilip kendi kahramanlarıymış gibi lanse edilmesine itirazımız olur. Birde bunlara ilaveten Yunanistan’ın işgüzarlığını hesaba kattığımızda, durumun vahametini bilmem idrak ediyor muyuz? Madem Türk ve İslam âleminde sevilen isim, madem Azerbaycan’da Molla Nasreddin, Kazakistan’da Koja Nasreddin, hem madem Özbekistan’da Nasreddin Efendi diye anılıyor, o halde ona şimdi sahip çıkmak bugün değilse, peki ya ne zaman? Ya da bu durumda ne yapmalı? Yapılacak tek şey Nasreddin Hoc'aya sahip çıkmanın ötesinde ilmi araştırmalara hız vermek, ya da gerekirse adına üniversitelerde kürsüler kurup kültür haramilerin yolunu kesmek olmalıdır. Aksi takdirde kıymetlerimizi başkalarından öğrenme tezadı içerisine düşeriz. Kaldı ki; Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar Hortu köyünde doğduğunu, Babasının Hortu köyü imamı Abdullah, annesinin aynı köyden Sıdıka Hatun olduğunu, medrese eğitimi gördüğü, babasının ölümünün akabinde bu köye dönüp imam olduğunu, hatta kadılık yaptığını ve 1208-1284 yılları arasında yaşayıp Akşehir’de vefat ettiğini bilmek yetmez. Elbette ki bunun ötesinde deruni bilgilere de ihtiyaç var. Şayet fıkranın ötesinde ona kıymet veriyorsak bunu yapmaya mecburuz

Şurası muhakkak kültürümüzün sağlam temellere oturtulması kaydıyla ülkeler arası kültür alışverişlerinden korkmamalı. Temeller sağlam oldukça bu tür kültür transferleri kendi doğal mecrasında seyredeceğinden kültürümüze zenginlik katacaktır. Şayet dışarıdan gelen kültür iletişimi toplumumuzda değer aşınması meydana getiriyorsa bunun kabahatini dışta aramamalı, iç bünyemizi kemiren yaralarımız da aramalı. Bakın Yunanlılar dünyanın kültür hazinelerini topraklarına taşımışlar ama asla kimliklerinden taviz vermemişler. Yunan hâlâ Yunan olarak ayakta duruyor. Demek ki; Yunan, greko-latin kültürünü muhafaza etmekle beraber dünyanın dört bir tarafından gelebilecek kültürlere de kapalı kalmamış. Meğer tehlike kültür alışverişinde değil, asıl tehlike kültürel değerlere sahip çıkmamakta, ya da umursamaz tavır içinde bulunmakmış.

Hadi diyelim yerel kıymetlerimize değer vermediğimizi anladıkta, peki şu kültürel tahrifata sessiz kalışımıza ne demeli. Şöyle kültür piyasasına baktığımızda Nasreddin Hoca'yla ilgili ardı astarı olmayan bir sürü nükteler gırla gidiyor. Maalesef bunların kaçı doğru, kaçı yanlış daha henüz ciddi bir araştırmamız yok. Her önüne gelen bir şey söylemiş, söylediğini de Hocaya atfetmiş. Şimdi bu tür söylentilerin tümünü külliyat haline getirdiğimizi varsaysak bile, böyle bir Nasreddin Hoca tasvirinin dünyada küresel ölçekte aleyhimize sonuç doğurmayacağını kim garanti edebilir ki. Anlaşılan akademik çalışmalar olmadığı için ortalıkta bilgi kirlenmesinden başka hiç bir işe yaramayan bir sürü nükte adeta cirit atmakta. Şayet bu duruma el atılmazsa kültürümüz derinden yaralanmaya devam edecek gibi. Madem durum vaziyet iç açıcı değil, o halde yıllar boyu devam edegelen bu kültür kıyımına son vermek için kolları sıvamak gerekir. Artık sabrımız kalmadı, bir an evvel seçici kurul oluşturup Hocayı gerçek çehresiyle tanıtmakta sayısız fayda var. Aksi takdirde şifahi rivayetler kaynak teşkil edip Nasreddin Hocaya bakış alay varı bakış olacaktır, hatta ona cahil yaftası vurulursa şaşmayın. Oysa Hoca çok iyi analiz edildiğinde medreseli bir âlim olduğu ortaya çıkıyor. Zaten Konya Akşehir’in tarihi kültür merkezi olması bunu doğruluyor. Önemli olan biran evvel latif dehamızı hakiki veçhesiyle takdim edecek çalışmaların yapılabilmesidir.

Geçmişte Hoca hakkında birtakım yüzeysel değerlendirmeler yapıldığı içindir ki onun Arapların Cüha’sında olduğunu iddia edenler de oldu. Neyse ki 1980’lerde Afyon kitaplığında bir Mevlevi dervişinin yazdığı Nasreddin Hoca adlı eseri onların iddialarını çürütüp ipliklerinin pazara çıkmasına yetmiştir. Böylece Hocayla ilgili mesnetsiz söylentiler geçersiz kılınmıştır. Öyle ki, bir dönemde latif dehamızın güya Timurlenk döneminde yaşadığı ve ona atfen fıkralarında Timur adı altında da zikredilmiştir. Bütün bu senaryolar suya düştü, ama hâlâ başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp Nasreddin Hoca'ya yakışır entelektüel düzeyde bir çalışma ortaya koymuş değiliz. Dikkat edin entelektüel düzey diyoruz. Çünkü Nasreddin Hoca ile ilgili yazılmış birçok eser var ama bu çalışmalar arasında tek kayda değer nitelikte şimdilik Ümit Sinan Topçuoğlu’na ait bir araştırma eseri göze çarpıyor. O  ‘Nasreddin Hoca ve Latifeleri’ kitabıyla yüreklere ferahlık veriyor adeta. Kendisi aynı zamanda folklor araştırmacısıdır.

Galiba bütün bu keşmekeşliğe paydos vermek için Hocayla ilgili şifahen de olsa ona atfedilen nükteler toparlanıp, ayrı bir başlık altında hazırlanması gerekir. Hakeza gerçeğe yakın ve tarihi kimliğine yakışır orijinal diyebileceğimiz nükteleri de ayrı bir külliyat olarak ortaya koymak mecburiyeti var. Aksi takdirde Hikmet-i Gülümse dehamız yâd ellerin elinde farklı mecraya itilme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Medrese âlimi şahsiyetine gölge düşmemesi adına her türlü endişelere mahal vermeden gerçek anlamda Nasreddin Hoca portresi oluşturulmalıdır.

Ülkemizde bir dönem ideolojik hülyaların doruğa ulaştığı ve Hocaya sınıfsal gömlek giydirilip ideolojik kimlik verilmeye çalışıldığı göz önünde bulundurulduğunda kültürel değerlerimize eskisinden bin kat daha önem verilmesi gerçeği doğuyor. Sadece bu durum Nasreddin Hoca'yla sınırlı kalmamalı, keza bu İncili Çavuş içinde geçerlidir.

Ümit Sinan Topçuoğlu’nun çalışmalarından hareketle diyebiliriz ki; Hoca XIII. yüzyılda yaşamış bir medrese âlimidir. Hocanın bizatihi kendisi bir nüktesinde Kuduri kitabından bahsetmesi, yani bahsettiği kitabın Hanefi fıkıh kitabı olduğunun ipuçlarını vermesi onun sıradan biri olmadığı, ciddi bir öğrenim görmüş âlim bir zat olduğu ortaya çıkıyor. Belli ki onun diğer âlimlerden en belirgin farkı kendine özgü nüktelerinin varlığının yanı sıra tevazu ve neşeli birisi olmasıdır. Hani birtakım insanlar için ‘ağzından bal akıyor’ derler ya, sanki bu söz Hoca için söylenilmiştir. Madem öyle onu ağzından bal akan bir âlim diye tanımlarsak yeridir. Zaten biz onu öyle tanımlamasak ta zamana dayanıklı latifeleri nesilden nesile devam etmesi bunu teyit ediyor. Kaldı ki onun hakkında söylenen rivayetler XVI. asırda metin hale gelmiş bile. Ancak XVI. asra ait bu ilk yazılı metinlerde kayda değer türden sadece 50 tane nükte söz konusu. Malum, bu metinlerin haricinde söylenen nüktelerin çoğu halkın hocaya atfen yakıştırmalarından başkası değildir. Her şeye rağmen bu durum üniversite bazında adına kürsü kurulmasına engel teşkil etmez. Kürsü kurulurken de gerek yazılı metinler gerekse halkın muhayyilesi iyi analiz edilip, Hocanın şahsiyetine yakışır dev eserler ortaya koymak ana hedef olmalıdır.

Hikmet-i Gülümse diye de tasvir edilen Nasreddin Hoca'nın kültürel mirasına ilave edebilecek gücümüz olmasa da onun güzel latifelerinden nice ibretlik derslerin alabileceğimiz gün gibi aşikâr. Nasıl alınmasın ki, O güldürürken düşündüren ve dış yönüyle gülümseme, iç yönüyle de hikmet aşılayan billur dehamızdır.

Gerçekten de Nasreddin Hoca'nın Bereketzâde İsmail Hakkı Bey’in şu sözlerine muhatap kalması yerindedir: “Zahiri hande feza (dışı insanı gülümsetir), batını hikmet nüma (içinde hikmet taşır)”

İster istemez bu güzel sözler bize büyük evliya Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s)  şu güzel veciz sözünü hatırlatıyor: “Zahirimiz halkla, batınımız Hak’la beraber olmalı.” Keza  Abdül Halıkıl el Gücdevani’de buna benzer ‘Halvet der encümen’ diye ifadelendirdiği ‘Halk içinde Hak olmak’ düsturu da öyledir.

Evet, Nasreddin hocada dış yönüyle sıradan bir insanmış gibi görünse de gerçekte o halkın içinde gezen, konuşan fakat yüreği hikmetle dolu bir bilge zattır. O halktan uzaklaşmamış, bilakis halkın içinde cereyan eden olayları yerinde görerek yıllar öncesinden hikmeti gülümseme metoduyla mesaj sunmayı ihmal etmemiş âlimimizdir.

Hikmet-i Gülümse dehamız, Seyyid Mahmud Hayraniye bağlanması hasebiyle halktan uzaklaşmanın şöhrete yol açacağını sezmiş ve şöhretinde afet doğuracağını anlamıştır. Hacegân silsilesinin pirleri de bu düsturu takip ettikleri tasavvufi yolunun esası olarak koymuşlar ve adına ‘halvet der encümen’ (kalabalıklar arasında da olsa gönlün Allah’la beraber olmak) demişlerdir. Dahası  “Onlar ki ticaretle dahi meşgul olsalar Allah’ı zikretmek onları alıkoyamaz” ilahi beyanı düstur edinmişlerdir.

Velhasıl; Nasreddin Hoca XIII. yüzyılda yaşamış bizim her şeyimiz, kültürümüzün süsüdür. Yeter ki anlamaya çalışalım. Yani o; “Zahiri hande feza, batını hikmet nüma”dır.

Vesselam.

Eylül 2013