Bakın, abdallık geleneğinin son halkası Neşat Ertaş ne de güzel sazının bam teline dokunaraktan gönlün sesini; “Dost elinden gel olmazsa varılmaz, rızasız bahçenin gülü derilmez, kalpten kalbe bir yol vardır görülmez, gönülden gönüle yol gizli gizli” dizeleriyle dile getirmiş. Zaten gönlün sesini dile getirmese de Yüce Allah (c.c) gönülden gönüle giden yolun muştusunu mahşerde: şöyle ilan edecektir: “Benim için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmetimde olacaktır” (Müslim). İşte tam da bu noktada tasavvuf, bu muştunun bir hayal değil, hakikatin ta kendisi olduğunu tatbiki için vardır. Tabii ki, bunun tatbiki öyle ‘laf ola beri gele’ türden cehri (sesli) olarak afakî değil, bilakis gönülden gönüle hafi (gizli) yoldan tatbik edilir. Hele bir insan gönlünü Gönül Sultanlarına kaptırmaya bir görsün, tıpkı Necip Fazıl’ın Şeyh Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine gönlünü kaptırmasında olduğu gibi şu dizelerdeki ruh halini yaşaması kaçınılmazdır:
“Benim Efendim,
Ben sana bendim,
Bir üfledin de,
Yıkıldı bendim.
***
Ben ki denizdim,
Dağ başı bendim.
Şimdi sen oldun,
Âleme pendim! (Benim Efendim)
***
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim,
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya,
Hani ya kendim?
Benim Efendim,
Ben sana bendim”
İşte, Üstad Necip Fazıl’ı kendinden alıp kendine getiren bu dizelerin mana ve ruhunu şöyle bir düşündüğümüzde ister istemez bizimde aklımıza Gönül Sultanları düşmektedir. Hatta insanın onlara bend olası (bağlanası) geliyor. Öyle ya, nasıl ki fıkıh deyince fakihler, hadis ilmi deyince muhaddisler, tefsir deyince müfessirler belleklerimize kazınır ya hep, gönül deyince de Gönüller Sultanı Allah dostlarının akla gelmesi gayet tabiidir. Nasıl akla düşmesin ki, baksanıza zahiri ilimler daha çok akli ve nakli özellikleriyle dikkat çekerken, tasavvuf ilmi ise daha çok gönüllere dokunuşuyla dikkat çeken bir özelliğe sahiptir. Zaten bundan dolayıdır ki, tasavvuf hakkında kal değil, hal ilmidir denmektedir. Yani, bu ilim kalemle yazarak, ya da kitap okuyarak elde edilen bir ilim değil, bizatihi yaşayarak kavranılabilen bir ilimdir. İşte bu noktada Yunus Emre; “Ey Hoca, istersen var bin Hacca. Hepsinden eyice. Bir gönüle girmektir” demekten kendini alamaz da. Elbette ki, şeriat zahire hükmettiğinden bu bağlamda hoca olmak güzeldir, ancak zahiri ilmi amele, ameli de hikmete dönüştüremedikten sonra hoca olsan ne, olmasan ne. İlla ki, bir gönle girmek gerekir ki, ilim amelle, amelde hikmetle taçlanmış olsun.
Evet, her kim zahirde iştigal ettiği ilmine ve bilimine gönlünü ve ruhunu katamadığı sürece o tahsil ettiği ilim asla meyve vermeyecektir. Baksanıza Allah dostları sadece medrese ilmi tahsil etmekle kalmayıp birde buna ilaveten tasavvufun Bâtıni ilmini de katarak ancak gönülleri fethedebilecek duruma gelebiliyorlar. Ki, gönülleri fethetmek için bilhassa tasavvufun Mevlana’ca ‘Hamdım, piştim, yandım’ denen üç aşamalı gönül yanması teveccüh evrelerinden geçmekte gerekir. Aksi halde “Ayn-el yakîn, İlm-el-yakin Hakk-el yakîn” hallerinin hiçbiri gerçekleşemeyeceğinden gönül fethi bir hayal, bir temenni olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Malumunuz ilk gönül yanması teveccüh Cebrail (a.s)’ın ilk ayeti vahy edeceği esnada mağarada Allah Resulünü kucaklayıp üç kez sıkmasıyla vuku bulmuştur. Öyle ki ilk ayet nüzul olduğunda;
“-Oku yâ Muhammed!” dendiğinde,
Efendimiz (s.a.v)’in cevaben:
“-Ben okumam bilmem ki” deyişine karşılık Cebrail’in birinci sıkmasında Allah Resulünün içi pirüpak edilir, ikincisinde içi ilahi nurla donatılır, üçüncüsünde ise risaletinin tasdiki manasına içi nübüvvet nuruyla kodlanır. Böylece Efendimiz (s.a.v) bu gönül yanması teveccühü şerefine nail olmuş olur. Bu öyle şerefli bir payedir ki, Cebrail (a.s) Allah Resulünü sıktığında, Efendimiz (s.a.v):
“-Cebrail benimle musafahalaşıp iyice sıkınca, canım çıkacak sandım” diyecek derecede bir gönül teveccühü paye kucaklaşmasıdır bu. Derken bu kucaklaşmanın akabinde oku emriyle başlayan Alak suresinin ilk beş ayeti Allah Resulü ile Cebrail (a.s) arasında karşılıklı mukabele halinde ve huşu içerisinde okunur da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz tasavvufa temel kaynak teşkil edecek teveccühün aslı budur. Tabii bitmedi, dahası var elbet. Malumunuz Allah Resulü ve Ebu Bekir Sıddık birlikte Mekke’den Medine’ye hicret edişinde müşriklerin amansız takibine tutulurlar. Öyle ki, izlerini kaybetmek için girdikleri Hıra mağarasında baş başa kaldıklarında kâfirler tamda mağaranın kapısına dayanmışlardı ki, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) o an için için tir tir titreyecektir. Ancak bu titreme hali korktuğundan dolayı değildi elbet. Nitekim içi titrediğinde:
-Ya Resulullah! İnanın bu tedirginlik halim kendim için değildir. Sana bir şey olacak diye ödüm kopuyor da ondandır.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v) tebessüm edip şöyle der:
-Ya Ebu Bekir! Mahzun olma. Hiç şüphe yoktur ki Yüce Allah (c.c) bizimledir.''
Tabii, Allah’ın Habibi böyle derde bu söz havada asılı kalır mı? Gerçekten de söz yerini bulup bir yandan müşriklerin hevesi kursağında kalırken, öte yandan can dostuna söylediği ‘Yüce Allah (c.c) bizimledir’ anlamında: ‘Dilini damağına yapıştır kalbinden Allah deyiver’ lafza-i celal zikri Hz. Ebu Bekir'in kalbine nurani cevher şeklinde nakş edilir de. İşte bu hafi nakş edilme hadisesi aynı zamanda Nakşibendî tarikatının doğuşunu da beraberinde getirir. Öyle ya, madem ‘Allah’ adı kalpte zikredilecek, o halde Nakşibendî tarikatının ilk pirinin Hz. Ebu Bekir (r.a)’ın olması gayet tabii bir durumdur. Sadece Nakşibendî Tarikatının piri mi, elbette ki o bizim ilk halifemiz de. Hiç kuşkusuz Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın diğer sahabeler den fazilet yönünden üstünlüğü çok namaz kılmak, ya da çok amel yapmaktan kaynaklanan bir durum değildir. Besbelli ki Allah Resulü ile mağarada baş başa kaldıklarında her ne oluyorsa kalbine o esnada aktarılan nübüvvet nurundan kaynaklanan bir üstünlüktür bu.
Anlaşılan o ki, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) hicret yolculuğunda kendine Allah Resulünü yoldaş edinmekle Nakşibendî Tarikatının çerçevesini çizmiş olurda. Nitekim o hicret yolculuğundan hareketle o gün bugündür Nakşibendî yolunda gönülden gönüle ilk başta sofilerle yoldaş olmak esastır. Öyle ki bir sofi, bu kutsi yolda yoldaşı olduğu sofinin ayağına bir diken batsa anında acısını ruhunda hissetmeli ki ‘Fenâ Fi’l İhvân’ olabile. Birde bu kutsi yolculukta yoldaşlara göz kulak olup onlara önderlik edecek bir kervancı başı vardır ki, onun sevgisi kervandakilerin hepsinin üstünde bir sevgidir. Öyle ki bu sevgi yoldaş sevgisinden daha da ileri derecede bir sevgi olup tasavvufta ‘Fenâ Fi’ş Şeyh’ sevgisi olarak karşılık bulur da. Hele bir salik ‘fenâ fi’l İhvân’ sevgisinden daha da öteye şeyhin sevgisine sıçramaya görsün, bir bakmışsın şeyhin sevgisinde eriyip tükenip kaybolmasıyla birlikte bu sevgi ‘Fenâ Fi’r Rasûl’ sevgisine dönüşür bile. Hem nasıl dönüşmesin ki, bakınız Allah Resulü: “Sizden biriniz beni annesinden babasından, çoluk çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” (Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9) diye beyan buyurmakta. Madem öyle, bu safhaya gelen bir salik bunla da kalmamalı, bizatihi Allah Resulünün sevgisine ulaştığında onun sevgisinde öyle eriyip tükenmeli ki, tasavvufta Allah sevgisinde kaybolma manasına ‘Fenâfillâh’, Allah sevgisinde var olma manasına ‘Bekabillâh’ merhalelerine de sıçrayabilsin. Ancak şu da var ki tasavvufta en alt birimden üst birime doğru tüm bu sevgi merhalelerini aşmak için illa ki sıratı müstakim istikamet üzere bir tasavvufi hayat yaşamak şarttır. Aksi halde sırf kuru kuruya bir sevgi, ya da sırf bu işin lafını ve edebiyatını yapmakla bu kutsi sevgi basamakları asla aşılamaz. İşte bu yüzden arifler; tasavvuf kal değil, hal demişlerdir.
Bu arada şunu da belirtmekte fayda var, ne ilginçtir ki nerede bir sevgi iklimi var, bir bakıyorsun karşısında bu sevgi yumağını bertaraf etmek isteyen bir karşıt iklimde hiç eksik olmuyor. Nitekim Gönül sultanlarının hayatlarına baktığımızda seveni olduğu kadar münkirinin de çok olduğunu pekâlâ görebiliyoruz. Olması da gayet tabiidir. Baksanıza dünya kurulmuş kurulalı durum vaziyet bu eksende seyretmekte. Belli ki, her şey zıddı ile kaim. Kaldı ki, çile olmadan sevgi kemale ermez de. Çünkü sevgi hamurunun mayası ta baştan çileyle yoğrulmuştur. Nasıl mı? İşte Allah Resulünün çile dolu hayatı bunun en bariz delili. Hatta çile ile yoğrulmuş bu sevgi mayasından ümmetine pay etmiş de. Allah Resulü (s.a.v) iyi ki de pay etmiş, bu sayede Allah yolunda ne kadar çile çekilirse o kadar ecir kazanılacağını idrak etmiş olduk. Düşünsenize pay edilen bu çileden hissesine düşen Ümmet-i Muhammed’den bir âlim zatsa, o âlim ilmiyle amil olacak demektir. Avamdan biri ise had hudud bilip edeb dairesi içerisinde İslam’ı yaşamaya gayret edecek demektir. Hakeza örnekleri çoğalttığımızda:
- Zenginse cömert olacak demektir.
- Fakirse şükür sahibi gerçek anlamda fakirullah olacak demektir.
- Henüz evlenmemiş biriyse iffet sahibi bekârlardan olacak demektir.
- İdareci ise tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten adil bir yönetici olacak demektir.
- Devlet adamı bir liderse Hz. Ömer (r.a) misali Fırat’ın kenarında bir koyun kaybolsa onun hesabı benden sorulur hassasiyetinde bir devletlû başkanımız olacak demektir.
-Sanatkârsa Mimar Sinan misali Süleymaniye ve Selimiye, Itrî misali de gök kubbeye sığmayan bülbül ses olacak demektir.
Hiç kuşkusuz tüm bu sıraladıklarımızdan daha da ötede her neyi seviyorsak, Yunus’unda dile getirdiği “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” üzere olmak daha çok önem arz edecektir. Unutmayalım ki Allah için olmayan bir sevginin Allah indinde hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Hâsıl-ı kelam, tasavvufta temel gaye ‘İlahi ente maksudu ve Ridaike matlubu’ çerçevesinde ‘Fenâ fi’l ihvân’, ‘Fenâ fi’ş şeyh’, ‘Fenâ fi’r Rasûl’, ‘Fenâfillâh ve Bekabillâh’ diyebileceğimiz beş aşamalı sevgi zinciri esastır. Nitekim bu sevgi zinciri olmaksızın ‘Gül’ olunmaz da.
Vesselam.