Başım zonkluyor. Keza, billur ifadeyle nereden ve nasıl başlamalıyım diye kafa patlatıyorum. Ak sayfa bana, ben sayfaya bakıyorum. Yazıp yazıp sildiğim bu kaçıncı giriş. İşin kolayına kaçmak kolay. Gel gör ki içinden geçenleri yazıya dökmesi ne zor insanın...
Dile kolay bir ömrü yazmaya adamış; işi, gücü, makamı ve ikbali gözden çıkarmış; hâsılı, biriktirdiği sözleri söyleyebilmenin tarifsiz ağırlığı içinde heder olmuş insanları düşlüyorum…
Söylemeyi, yazmayı, yazıp söylerken güzeli yaratmayı, açık bir alınla yarına çıkmayı, doğruyu, yeniyi, farklıyı, muteber ve anlamlı olanı şiar edinmiş; haklıdan ve gerçekten yana; geçmişin ışığını taşıyan tüm değerlerle; bilimle, sanatla, kültürle, sevi ve insanla beslenip ilkeye, derinliğe ve Hak’ka sığınmış insanları düşlüyorum...
Onlardan feyz almakla birlikte, tek tutanağım, tek dalım, herhangi bir konuya, memleketime olan amansız sevdamla değinmeme saik sevgili okurumdur. Ki hep onların hatırına yazıyorum. Lakin kâri beni bağışlasın, uzun(!) bir yazıyla yüz yüze…
Mevsim kıştı. Ama ‘ayam’ baharı aratmıyordu. Güneş, içimizi ısıtmış, tepeden tırnağa sevince kesmişti. İnsanın içinde kaybolduğu, hayli kalabalık bir fuar alanında Bayburt standını arıyoruz. Etrafa dikkatle bakan ve adres almış iki çift göz, önünden birkaç kez geçmesine rağmen, Bayburt standını görememişti. Neyse ki imdadımıza karşılaştığımız tanıdıklar yetişiyor.
Belki de her şeye değer ve belki de günün kârı; hemşerilerimizle buluşmak, bir nebze hasret gidermek ve o hep görestiğimiz Bayburt’un havasını solumak, ketenin, dolmanın ve ‘tatlı çorba’nın enfes tadına bakmaktı.
Soluklandıktan sonra, alıcı gözlerle standı izliyoruz. İzleyenin başını semaya döndüren birer anıt, birer abide gibi sütunlar yükseliyor. Her biri Bayburt’un bir değerini simgeliyor ve izleyenin ruhunda, adeta ağzına bir parmak bal çalınmış bir tat, bir etki bırakıyor. Sütunlar ile zemin aynı tonda. Derin bir gönderme ile bu değerlerin köklerine, köklü olduğuna vurgu yapıyor. Sütunlar birinden diğerine yay çizen köprülerle bağlanırken dağlara, tepelere atıfta bulunuyor. Ana tema Baksı Müzesi gibi. Ortada ana sütun müzeye ayrılmış ve Leonardo Da Vinci’nin işaret ettiği altın kesimde boy gösteriyor. Diğerleri gibi vurucu, öz ve şiirsel metinlerle kendini duyuruyor. Tüm sütunlar, önlü arkalı, birebir büyütülmüş kesit görüntülerle kaplı. Görüntüler, Bayburt’u diğer kentlerden ayıran özgün, farklı ve yerel değerlerini ve dokusunu resmediyor. Üzerlerine yerleştirilmiş ve kendi içeriğine dair üç boyutlu nesneler ile gerçeklik algısı yaratılmış. Neyin nereye asılacağı, neyin nerede duracağı, ikramlardan programa her şey en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış…
Mevcuttan yola çıkıp alternatif bir stant nasıl oluşturulabilir konusunda sesli düşündüm. Lakin elbet manzara böyle değildi.
Öncelikle standın, Bayburt’a ait olduğunu anlamak çok güçtü. Genel algıya cevap verecek punto büyüklüğünde, ‘Bayburt’ -ismi- yoktu. Sıcak bir Anadolu kentini çağrıştırmak bir yana, seçilen malzeme ve dizayn; soğuk, metalik, sıradan ve kimliksiz bir stant resmi çiziyordu. Yoksa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü konuyu yanlış mı anlamıştı? Yoksa özne Bayburt değil miydi?
Dahası her şey, gereğinden fazla yoğun, içe içe, düzensiz ve rastgele sunulmuş izlenimi veriyordu. Bir bütünlükten, bir temadan, öne çıkan, enikonu vurgulanan bir değerden söz etmek mümkün görünmüyordu. Hem Baksı, hem Bayburt, hem de Bayburt’a özgü değerler, heyhat bir vitrinde dekor, butik bile olamamış bir mağazada satışa sunulmuş ürün ve/ya nesne olmaktan öteye gidemiyordu.
Valilikten belediyeye, kültür ve turizm müdürlüğünden hemen her yerde, her alanda, her faaliyet ve mecrada karşımıza çıkan;
- yazık ki künyesiz,
- yazık ki mühürsüz ve arşiv değeri olmayan,
- kısa ömürlü duyarkata transfer edilmiş,
- ve dekor mahiyetinde çerçevelenmiş,
- ve bunlardan naşi ne eser, ne de belge değeri olmamakla birlikte,
- kabak tadı veren,
- ve ‘kiç’ ile kreatif arasında gidip gelen görüntüler;
burada da karşımıza çıkıyor, tarihsel ve kültürel değerleri ile övünen bir kadim kent, bir kez daha kendini tekrar, vasat ve oryantalist kayıtlarla ifade ediyordu…
Bayburt İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün imzası ile çıkan ve bu işlerde tarağı olanların ‘Topkapı işi’ diyeceği, yani lalettayin hazırlanmış ‘Bayburt Tur Rehberi’nde bakın nasıl bir cümle kurulmuş:
“…Akkoyunlu tarihinden bahseden çağdaş eserlerde Pâpirt şeklinde kelimenin son hecesi Berd’in ‘yüksek kale’ anlamına geldiği bilinmekteyse de ilk hecesine bir mana verilememektedir.”
Özensiz tasarımı, burada ve birçok yerde görüldüğü gibi dilimizin sakil kullanımı ve eleştirdiğimiz fotoğrafların burada da karşımıza çıkması, maalesef ciddi zaafları ortaya koymakla birlikte, bu rehber, ‘Bayburt Tanıtım Seti’, benzeri basılı malzeme ve tanıtım broşürlerinin; yazım ve imla hatası içeren benzer metinler ve aynı fotoğraflarla, -Bayburt standında, ‘yönetici’ görevi verilmesinde de bir beis görülmeyen- aynı elden çıkması, insanı hayli düşündürüyor…
Biraz ayrıntıya girdiğimizde ise gözle görülür bir eğretilik dikkat çekiyordu. Bir yanda ekolojik ürünler satılırken, diğer yanda hayli sağlıksız plastik malzemelerle misafirlere ikramlar sunuluyordu. Bayburt Üniversitesi’nin kırlangıçları, kadınların ellerinden çıkmış özgün üretimler, kimi üzerine kumaş sarılmış strafor, kimi öylece, sırıtan koli bantları ile çıkmalara tutturulmuştu. Bayburt’un bakır ürünlerinin içine, Erzincan ürünleri karışmıştı. Bu bilgiyi, Sayın Hüsamettin Koçan veriyordu. Keza Koçan, standın en alıcı noktasına iliştirilmiş görüntüye işaret edip, o kaba kayıtın talihsiz bir seçim olduğunu vurguluyordu. Haksız değildi. Çünkü o fotoğraf, içeriksel ve biçimsel yapılanması ile izleyende, görülmesinin aksine, gidilmemesi gereken hacimsiz, beton yığını, basık ve kurak bir kent izlenimi yaratıyordu. Renk, ışık, istif, kontrast, açı gibi fotografik öğelerin, insan ruhu, bilinçaltı ve algısında, olumlu veya olumsuz nasıl ciddi etkiler yarattığını açmak isterdim, lakin özel ihtisas gerektiren bir konu olduğu için es geçiyorum.
Ayaküstü değerlendirmesine başvurduğumuz Bayburt İl Kültür ve Turizm Müdürü Sayın Bahri Akbulut, standın kendilerine pas edildiğini veya üzerlerine kaldığını; hazırladıkları iki örneği ilgili insanlara gösteremediğini, üzerinde görüşemediğini ve daha sonra Hüsamettin Koçan’dan destek istediğini vurguluyordu. Daha ilk andan itibaren yöneltilen eleştirileri bu minvalde savuşturuyor, ilgili birçok kişinin Bayburt dışında olması nedeniyle hazırladıkları iki örnek üzerinde yeterince tartışamadıklarını hatırlatıyordu. İyi de düşünen akıl soruyor. Hadi insanlara ulaşamamak tuhaflığı bir yana, ancak bu işler yumurta kapıya dayandığında mı çözülür? Böylesi mühim işler neden son günlere bırakılır? Neden aylar öncesinden, tüm kurum ve kuruluşları temsil eden bir ekip eşliğinde bir istişare yürütülmez?
Sözü daha fazla uzatmaya hacet yok. Ne ki ortaya çıkan hayli vasat tablodan -oranda farklılık olsa da- kimse muaf değil. Yeri gelmişken, son anda önüne konan ve iki örnek arasında tercih yapması istenen Hüsamettin Koçan hocamızın, hele söz konusu Baksı Müzesi olduğunda, neden ‘ikisi de değil’ diye çekimser kalmadığı, doğrusu merak konusu.
Bir kenti temsilen kamuoyu önünde görücüye çıkan böylesi özel faaliyetlerde kolektif bilincin, ortak aklın ve ehil olanın devreye girmesi beklenirken, çok yönlü ve spesial bir etkinliğin Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün inisiyatifine bırakılmış olması da doğrusu merak konusu.
Yazımı noktalarken, maalesef yeterince hayata geçiremediğimiz eleştiri, öz eleştiri ve pek beceremediğimiz tartışma kültürü üzerine bir yazı kaleme alacağımı hatırlatmalıyım. Hayatın ve tüm gelişmelerin karşısında, yazmanın düşünsel bir eylem olduğunu, asıl incitici olanın yazmaktan öte, Bayburt standında, çok konuda, Bayburt adına hazırlanmış tüm tanıtım materyallerinde görüldüğü gibi, bakiyesi bir hebadan ibaret olanın olduğunu etraflıca açmaya çalışacağım…
Yani, standı ayakta tutan kadınlarımızı; ehram dokuyan Sevim ablamızı; bakır levhaya bir ressam ustalığında suret işleyen; taşı, incelikle oyup Bayburt’u simgeleyen maketler ve el işi, göz nuru özgün takılar, eşyalar üreten yeteneklerimizi; sesi ve sazı ile standa renk katan müzisyenlerimizi ve emeği geçen herkesi kutlamamız ve ayrı tutmamız dışında, nereden baksanız iler tutar yanı olmayan, adı bile kon(a)mamış ve maddi manevi onca emek ve uğraşın heba edilmiş olması mı acı ve kırıcı olan, yoksa bu duruma duyarsız kalmamak mı? Hangisi?.. Bu hususun üzerinde duracağım…
burada da karşımıza çıkıyor, tarihsel ve kültürel değerleri ile övünen bir kadim kent, bir kez daha kendini tekrar, vasat ve oryantalist kayıtlarla ifade ediyordu…
Bayburt İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün imzası ile çıkan ve bu işlerde tarağı olanların ‘Topkapı işi’ diyeceği, yani lalettayin hazırlanmış ‘Bayburt Tur Rehberi’nde bakın nasıl bir cümle kurulmuş:
“…Akkoyunlu tarihinden bahseden çağdaş eserlerde Pâpirt şeklinde kelimenin son hecesi Berd’in ‘yüksek kale’ anlamına geldiği bilinmekteyse de ilk hecesine bir mana verilememektedir.”
Özensiz tasarımı, burada ve birçok yerde görüldüğü gibi dilimizin sakil kullanımı ve eleştirdiğimiz fotoğrafların burada da karşımıza çıkması, maalesef ciddi zaafları ortaya koymakla birlikte, bu rehber, ‘Bayburt Tanıtım Seti’, benzeri basılı malzeme ve tanıtım broşürlerinin; yazım ve imla hatası içeren benzer metinler ve aynı fotoğraflarla, -Bayburt standında, ‘yönetici’ görevi verilmesinde de bir beis görülmeyen- aynı elden çıkması, insanı hayli düşündürüyor…
Biraz ayrıntıya girdiğimizde ise gözle görülür bir eğretilik dikkat çekiyordu. Bir yanda ekolojik ürünler satılırken, diğer yanda hayli sağlıksız plastik malzemelerle misafirlere ikramlar sunuluyordu. Bayburt Üniversitesi’nin kırlangıçları, kadınların ellerinden çıkmış özgün üretimler, kimi üzerine kumaş sarılmış strafor, kimi öylece, sırıtan koli bantları ile çıkmalara tutturulmuştu. Bayburt’un bakır ürünlerinin içine, Erzincan ürünleri karışmıştı. Bu bilgiyi, Sayın Hüsamettin Koçan veriyordu. Keza Koçan, standın en alıcı noktasına iliştirilmiş görüntüye işaret edip, o kaba kayıtın talihsiz bir seçim olduğunu vurguluyordu. Haksız değildi. Çünkü o fotoğraf, içeriksel ve biçimsel yapılanması ile izleyende, görülmesinin aksine, gidilmemesi gereken hacimsiz, beton yığını, basık ve kurak bir kent izlenimi yaratıyordu. Renk, ışık, istif, kontrast, açı gibi fotografik öğelerin, insan ruhu, bilinçaltı ve algısında, olumlu veya olumsuz nasıl ciddi etkiler yarattığını açmak isterdim, lakin özel ihtisas gerektiren bir konu olduğu için es geçiyorum.
Ayaküstü değerlendirmesine başvurduğumuz Bayburt İl Kültür ve Turizm Müdürü Sayın Bahri Akbulut, standın kendilerine pas edildiğini veya üzerlerine kaldığını; hazırladıkları iki örneği ilgili insanlara gösteremediğini, üzerinde görüşemediğini ve daha sonra Hüsamettin Koçan’dan destek istediğini vurguluyordu. Daha ilk andan itibaren yöneltilen eleştirileri bu minvalde savuşturuyor, ilgili birçok kişinin Bayburt dışında olması nedeniyle hazırladıkları iki örnek üzerinde yeterince tartışamadıklarını hatırlatıyordu. İyi de düşünen akıl soruyor. Hadi insanlara ulaşamamak tuhaflığı bir yana, ancak bu işler yumurta kapıya dayandığında mı çözülür? Böylesi mühim işler neden son günlere bırakılır? Neden aylar öncesinden, tüm kurum ve kuruluşları temsil eden bir ekip eşliğinde bir istişare yürütülmez?
Sözü daha fazla uzatmaya hacet yok. Ne ki ortaya çıkan hayli vasat tablodan -oranda farklılık olsa da- kimse muaf değil. Yeri gelmişken, son anda önüne konan ve iki örnek arasında tercih yapması istenen Hüsamettin Koçan hocamızın, hele söz konusu Baksı Müzesi olduğunda, neden ‘ikisi de değil’ diye çekimser kalmadığı, doğrusu merak konusu.
Bir kenti temsilen kamuoyu önünde görücüye çıkan böylesi özel faaliyetlerde kolektif bilincin, ortak aklın ve ehil olanın devreye girmesi beklenirken, çok yönlü ve spesial bir etkinliğin Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün inisiyatifine bırakılmış olması da doğrusu merak konusu.
Yazımı noktalarken, maalesef yeterince hayata geçiremediğimiz eleştiri, öz eleştiri ve pek beceremediğimiz tartışma kültürü üzerine bir yazı kaleme alacağımı hatırlatmalıyım. Hayatın ve tüm gelişmelerin karşısında, yazmanın düşünsel bir eylem olduğunu, asıl incitici olanın yazmaktan öte, Bayburt standında, çok konuda, Bayburt adına hazırlanmış tüm tanıtım materyallerinde görüldüğü gibi, bakiyesi bir hebadan ibaret olanın olduğunu etraflıca açmaya çalışacağım…
Yani, standı ayakta tutan kadınlarımızı; ehram dokuyan Sevim ablamızı; bakır levhaya bir ressam ustalığında suret işleyen; taşı, incelikle oyup Bayburt’u simgeleyen maketler ve el işi, göz nuru özgün takılar, eşyalar üreten yeteneklerimizi; sesi ve sazı ile standa renk katan müzisyenlerimizi ve emeği geçen herkesi kutlamamız ve ayrı tutmamız dışında, nereden baksanız iler tutar yanı olmayan, adı bile kon(a)mamış ve maddi manevi onca emek ve uğraşın heba edilmiş olması mı acı ve kırıcı olan, yoksa bu duruma duyarsız kalmamak mı? Hangisi?.. Bu hususun üzerinde duracağım…