Bayburt Postası’nın okurlarına o bilinen, sıradan, yinelek cümlelerle merhaba demek istemedi gönlüm. Şöyle uzak olmayan tarihimize uzanmak, oradan, pek duyulmayan, çarpıcı ve elem verici bir olayı aktarmak istiyorum.
Bayburt Postası’nın okurlarına o bilinen, sıradan, yinelek cümlelerle merhaba demek istemedi gönlüm. Şöyle uzak olmayan tarihimize uzanmak, oradan, pek duyulmayan, çarpıcı ve elem verici bir olayı aktarmak istiyorum.
“Tarihe yerleşmek, öncelikle kendiyle buluşmaktır. Ben kendi bilincime tarihin gerçekleri çerçevesinde ulaşırım” diyor Afşar Timuçin. Ne doğru diyor. Bayburt Tarihi’ne yerleşmeliyiz ve bastığımız yerin nelere mal olduğunun bilincine böylece de varmalıyız.
Rahmetli Remzi Oğuz Arık “Her şeyi ölçüp biçtikten sonra görüyoruz ki, vatan realitesi, hatıralara dayanıyor. Ancak hatırlanacak tarih ve hatırlayacak nesil kaldıkça vatan kalacaktır” demekte, bizim amacımız da bu işte, vatan realitesinin hatıralara dayandığının ayırdında olmak, hatırlanacak bir tarih olduğunu nesillere anlatmak ve bu nesillere vatanı emanet etmek.
İşte o hatıralardan bir hatıra, öyküsü de metni de aşağıda. Biraz uzunca ama öneminden dolayı başka çarem yok. Bayburt Postası’nın genel yayın yönetiminden bir defalığına hoşgörü istiyorum. Bundan sonra rutine döner, belli ölçünün dışına asla taşmam.
Başlayayım mı?
Azerbaycan’da Mayıs 1971 tarihinde yayımlanmış “Gardaş Kömeği (yardımı)” adlı kitaptan alınarak Azerbaycan Türkleri adlı derginin Nisan 1990 tarihli sayısında Türk okuruna sunulmuş bir yazı… Yazarı Hacı Selim (Seyyah) Kasımzade. Bu yazıyı Prof. Dr. Ali Yavuz Akpınar dostum, Bakû’da arayıp bulmuş, akademisyen arkadaşı Selçuk Uysal yeni yazıya çevirerek yayına hazırlamışlar.
Ali Yavuz Akpınar yazının takdiminde şöyle diyor: “Zamanında bize bu eserden bahseden ve bir yerlerden temin etmemizi tavsiye eden muhterem hocamız Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu Bey’in bu isteğini yıllarca uğraştıktan sonra nihayet yerine getirebildik ve eseri bulup okuduk. Bu küçük hikâye, hacminden çok büyük bir değer taşıyor. Yazarı hakkında bilgi edinemedik. Kitabın üzerindeki kayıttan muallim olduğu anlaşılıyor. Kardaş Kömeği’nde bir yazısının bulunması, ‘seyyah’ olarak kendini takdim etmesi, Bakû Cemiyyeti-i Hayriyyesi’nin temsilcileri arasında Kars dolaylarına yardım için gelmiş olabileceği ihtimalini akla getiriyor.
(…) Selçuk Uysal’la birlikte neşre hazırlarken, metnin alfabemize aktarılmasında bazı tereddütlerimiz oldu. Zira, yazar bilerek Türkiye Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi’ni karışık kullanmış. Çünkü eserin kahramanı küçük yetim, hikâyesini anlatırken tabii ki kendi şivesini kullanacaktı.”
Şimdi bu öyküyü birlikte okuyalım:
“Payızın (1) ikinci ayında asr vakti (2) berk yağış (3) yağmakta idi. Kendimizde (4) birdenbire olmazın bir karışıklık koptu. Otuz nefere dek (5) atlı asker, kendin küçelerini (6) dolanarak adamlara: ‘Mescid hayatına toplanınız!’ (7) diye bağırdılar. Heç bir kes (8) ne olduğunu bilmiyor. Hamu (9) mescid hayatına yügürüyor (10).
Mescid hayatında bir nefer (11) zabit, çoklu askerler, kendimizin imamı ve yüzbaşısı dayanmıştılar (12).
Zabit, yüzünü cemaate dutup acıklı bir hal ile:
-Hazerat (13)! Ferman-ı âli mucibince hamu kend ehli bir saate dek buradan göçmelidir, kim kalsa telef olması, Rusların eline düşmesi şüphesizdir! Dedi.
Yüzbaşı ağlar bir hâl ile:
-Vatandaşlar! Fermanı işittiniz mi? Haydi tez olunuz! Ot tayalarını (14) ve kendinizle beraber aparabilmediğiniz (15) darı ve buğdaylarınızı yandıracağız, sözlerini ilave etti.
Aralık karıştı (16). Tayalar odlandı. Tamam kendi tüstü bürüdü (17). Halayık ne edeceğini şaşırmış, büyük, küçük, arvad, uşak (18) biri birine karışmış!
Aman Allahım! Adamlarımızın birçoğu çöl (19) işlerinden gayıtmamışlar (20). Kimi odun kırmağa, kimi yer sürmeye ve birçoğu değirmene buğda aparmışlar.
Bunlar nece (21) olacak?
Mal karamız (22) çölden yığılmamış!
Kim emre muhalefet ederse, gülleye dizilecek (23) tehdidi ile köy ehli kendin kırağına (24) toplandılar. Koca, cevan, erkek, kadın, çocuk biri birine karışmış. Tarife gelmez bir vahşet!
Kiminin elinde bağlam (25), kiminin arkasında yorgan palas ve bu gibi şeyler; kadınların kucaklarında körpe uşak kundakları, yağışın altında durup, yanan yurtlarına, oldanmış ot tayalarına bakarak şivan edirdiler (26).
Hava karanlıklaşmaya başladı. Cemaat yola düşdü. Bir gidip, bir o yanan kendimize bahırız (27).
Anam; iki yaşar (28) bacım Fehime’nin kundağını kucağına ve beş yaşında olan kardaşım Ahmet’i arkasına mindirmişti. Atam (29) ise, bir eliyle beni, bir eliyle de benden büyük bacımı dutup, arkasına da iki yorgan ve büyük bağlama alıp, kaçarak gedirdik (30).
Yağış daha şiddetle yağmağa başladı. Hamumuz ıslanmıştık. Korku ve soyuktan titremeyen bir adam yokdur.
Sehere dek, bir kesin bir kesten haberi olmaksızın:
-Anam hani?
-Anacan men yorulmuşam, gelebilmiyorum!
-Bacı mene soyuktur?
-Kızım nerdesin?
-Uşağım ayaklar altında telef oldu!
-Çocuğum ıslanmış kundakta buyuhtu (31).
Dil-hıraş sesleri, körpe uşakların koyun kuzusu gibi melemeleri arasında yol gidiyoruz. Subh oldu (32). Hamumuz baştan ayağa dek ıslanmış, çamurlu insan haletinden hâriç bir haldeyik.
Uzaktan bir kend göründü. ‘Zive’ (33) kendidir diye haydi oraya gidelim! Sevinerek yügüşürdük.
Ah hayretimiz arttı!
Kend bomboş! Küçelerde bir kes yok; buranın da ot tayalarını yiyecek anbarlarını odlamışlar.
Bu esnada dağ tarafından beş nefer atlı göründü. Bunlar Türk askerleri idi. Bu askerler adamlar ile danışdılar (34) ise, cemaat artık korku ve heyecan ile Bayburt kaymakamlığına gidelim diye kaçışmaya başladılar.
Kocalar, zaifler, sahibini itirmiş uşaklar hepsi elden düşmüşdü. Böyle zavallılardan yüz neferden ziyadesi adamlar ile gitmeye kuvvesi (35) olmadığından bu kendde kaldılar.
Yol ile gederken (36), birden gök gürüldeyen sayak (37) dehşetli sesler eşidilmeye başladı. Havada bazen düdük sesine mi veyahut kuşların cıvıltısına mı okşar (38) kıyıltılar eşidildi. Adamlar biri birine karışdı. Yeniden heyecanlı kaçışmalar başladı. Herkes kendisiyle beraber ne götürmüşse hamusunu bu çöle atup kaçırdı. Ata anaların itirmiş uşahlar ayaklar altında tapdalanırdı (39).
Bu aralık nedense, atam ‘Ah!’ edip, çiğninden (40) kan akarak yere yıkıldı. Anam bu hali görcek: ‘Ay kişi (41) kalk! Yıkılmak zamanı mı? Bizi böyle tehlikeli çölde kimin ümidine burakıyorsun? Aman Allahım! Şimdi ben ne edeyim?’ diye ağlıyordu.
Kervan ehlinden bir koca kişi:
-Arvat! O daha durmaz (42)! Çocukları bir taraf çıkarak! Kurşun yağdığını görmüyor musun?’ diye yoluna devam etti.
Zavallı anacağızım; dört nefer uşağını; kucağına, arkasına alup, ellerimizden yapışarak, deliler gibi gedirdi (43).
Bu karışıklıkda büyük bacım da yok oldu. Ne kadar çağırdık, bağırdık, aradık ise de haber olmadı. Gussemiz (44) arttı. Külfetimizin iki neferi yok oldu.
Nihayet akşam vakti, bir tane balaca dahmesi (45) ve bir tane kuyusu olan ‘Hocayurdu’ adlanan mahale yetiştik.
Aman buranın dehşetinden!
Yol ile gelebilmeyen veyahud atla analarının aparmağa takati olmayan balaları, sahibini kaybetmiş çocukları, sürüden ayrılmış kuzular gibi ağlaşa ağlaşa bu dahmenin içerisini doldurdular. Bağırtıdan kulak dutuluyor. Analar evlatlarından, balaları mihriban analarından ayrılıyorlar.
Ne etmeli, bundan başka ilaç yok idi.
Hava karanlıklaşdı. Vıyıltı sesleri (46) gitgide artırdı. Kervandan daal kaldığımızdan dolayı (47), bizim için dahmede yer kalmamıştı. Anam bu hali görcek (48), o yanı bu yanı gezerek çadrasını (49) iki parça edip birbirine bağladı:
-Aman Allah! Anamız ne etmek istiyor?
Ben bu hayalde iken anam, çadrasını iki koltuklarımın altından bağlayıp: ‘Oğlum! Uşaklar ile heç kesin işi yoktur. Yarın sizi buradan çıkarırlar’ diye beni oradaki kuyuya salladı.
Kuyunun suyu soyuk ve dizlerimden yukarı idi. Anam çadrasını çeküp bu defa Ahmed kardaşımı da benim yanıma salladı. En âhır (50), uşağın kundağını çadraya bağlayup kuyuya salladı. Sonra eğnindeki (51) arkalığını (52) çıkarıp kuyuya atarak: ‘Oğlum! Bundan başka bir şeye gümanım gelmiyor! Bunun ile uşağı ve kendinizi hfız edin (53)’ diye ağlayarak gitdi.
-Anamız gitdi!
Dehşet bizi bürüdü!
Darıskal (54) ve karanlık kuyuda ben, kardaşım Ahmed ve bir de kucağımda kundak, dizden yukarı soyuk suyun içinde, tiril tiril titriyorduk. Ahmed ağlıyor, uşak çığırıyor, ben feryad ediyorum.
İşiden yok!..
Cevap veren kim?
Balaca bacıcağızım ağlamaktan sakit oldu (55). Yatmıştır diye sevindim. Onu saklamaktan (56) kollarım yorulmuştu. Dincimi almak içün (57) uşağın kundağını Ahmet’e vermek istedikte:
Aman Yarabbi! Uşak kurumuş (58), hareket etmiyor. Korktum. Bayılmak derecesine geldim. Kollarım süstleşüp (59), kundak elime düşdü.
Ahmed bu hali bilcek (60) zarıltılı bir sesle:
-Ben gorhuram! Ben buradan çıhart! Ben yatmak isteyerim! Anam hani! Anam şimdi burada idi, nereye gitti? Diyerek suyun içine oturdu.
-Ahmed!.. Ahmed can! Biraderim!.. Ben buradayım korkma, kalk!
Ne kadar çağırdımsa cevap vermedi.
Bir nece dakika bundan kabakki ağlaşma sesleri daha işitilmiyor.
-Yoldaşlarım getdiler! Yalnız Kaldım!
Ayak üstünde dayanabilmeyip ben de bacı ve kardaşımın buyukmuş (61) cenazeleri arasına suyun içine oturdum. Sonra ne oldu bilmiyorum. Ancak bu kadar hatırımdadır ki; gözlerimi açtıkda gördüm ki iki nefer ‘Kürd çobanları’ beni o dibek kırağında (62) yuhudan oyadırlar. Biraz darı çöreği verüp:
-Haydi çocuk! Buralarda durma! İşte Gümüşhane bu tarafdadır. Tez bir yana kaç, diye kendileri de kaçarak getdiler.
Ben de gitmek istedikte -Of bu ne? Gidebilmiyorum. Sol ayağım hareket etmiyor. Kurumuş!
Dahmanın kapusu açık idi. Aksıyarak damın içerisine girdim. Bir nefer adam yok, ses-semir (63) işidilmiyor.
-Ya çocukları nereye aparmışlar? Hayaliyle daha içeri gitdim.
Bu ne? Bu ne ? Bu ne?!
Damın küncünde (64) yedi tane çuhaya, dona ve köhne çadralara bürünmiş körpe uşah kundakları! Diğer tarafta; on biri kız, igirmiden ziyadesi oğlan, büyükleri yedi sekiz yaş raddelerinde, kiçikleri Ahmed kardaşım boyda, birbirinin yakınlığında yatmış uşaklar gördüm.
Bu uşakların çoğunu tanıyordum. Bunları sesledim kalkmadılar. Yakına gidüp bir bir teprettim. Aman Allah, hiçbirisi hareket etmiyor. Ancak beş veya altı yaşında bir çocuk gözlerini açup ‘Umma’ (?) diyerek yine hareketsiz düştü.
Korktum, kaçmak istiyorum. Ayaklarım ardımca gelmiyor. Dışarı çıkıp yol ile gidiyorum. Of! O çölü bir göreydiniz. Ne dehşetli yer! İnsan danışmağa cüret etmiyor!
Yolun o taraf bu taraflarında, şumlar (65) üstünde, onlarca kana bulanmış insan cenazeleri, at ve başka hayvan ölüsü, sınık araba, tüfenk parçaları, her yanda dökülmüş. Diri bir nefer insan yok!
Yaprak gibi titriyorum. Ağlıyorum, ağlamaktan ilaç olar mı ya?!
Bir dane kana bulaşmış asker kesesi tapdım (66). Artık sevindim. İçindeki dört dane somun çörek idi. Ekmeği yeyüp aksayarak gidiyorum.
Nereye? Kendim de bilmiyorum.
Giderken yolun yukarı tarafından şumlar üstünde düşmüş cenazeler arasından:
-Sefil çocuk! Buraya gel! Sesini işittim. Dönüp baktıkda; yüzü gözü korkunç bir halde, kana, çamura bulaşmış genç bir Türk zabiti idi. Beni yanına çağırıp eğnindeki (67) paltosunu güç bela ile çıkarup işare (68) ile ‘al giy, soyuktan telef olma’ dedi.
Ben ise hayretle:
-Emü (69). Böyle vakitte senin ihtiyacın libasa (70) benden ziyadedir, dedikte, zavallı yürek parçalayan bir ah çekerek:
-Evladım onsuz da ben ölürem belki bu palto sebebinden bir nefer Müslüman balası selamet kala! Deyi haletsiz (71) yıkıldı.
Zehi sehavet (72), zehi erlik!
Ben daha burada dayanabilmeyip oradan geçtim.
Şumlar arası çamurlar içinde yol gidiyorum. Akşam oldu. Karanlık etrafı bürüdü. Ne tarafa gideceğimi, ne edeceğimi bilemiyorum.
Yer, gök, dağ, taş her yer karanlık!
Müthiş bir vadi!
Gözüme, uzaktan birdenbire ışık gibi bir şey çarptı. Gecenin karanlığında dere, tepe, çamur, bataklar içinde bin meşakkat ile oraya koştum.
Burada otuz kırk neferden ziyade, bir kayanın oyuğuna penah getirmiş (73), kadınlar ve uşaklar idiler. Bir bu kadar da kendileri gibi çıplak, yalın, çoluk çocuk, elden düşmüş koca kişi ve kadınlar yaş toprak üzerinde düşüp hareketsiz bakmakta idiler. Bunlar bende ekmeği görcek (74) vahşet kopardılar. Çocuklar birbirine karıştı. Yatmışlar: ‘Allah aşkına o ekmekten bir tike (75) de bize veriniz!” diye zırıltılı bir sesle yalvarırlar.
Kadınlardan birisi:
-Evladım! Niye tez yetişmedin? Yakin et ki (76) bu kadar ekmeğimiz olsa idi, bak orada düşen (eliyle çamurların içinde düşen iki balaca uşak cenazelerini gösterir) ballarım elimden gitmezdi. Deyip ağlıyordu.
Yağış yağmağa başladı. Sehere dek o yarım diri yatanlar ve bu yalın çocuk ve kadınlar açık çölde yağışın altında titreyirik. Birbirimize sıkı sıkı sıkınıp nefeslerimiz ile yekdiğerimizi kızındırıyoruz. (77)
Subh açıldı. O yatan zaiflerden bir nefer olsun kalkmadı.
Yerde kalanların hali ise bu kadar diyorum ki:
-Açık çöl, seherin soyuk küleği, yağış şiddeti ile yağmakta, her yan yaş, etraf bataklık, hamumuz tepeden tırnağa dek ıslanmış, açlık çamurlar içinde gezmeğe, teprenmeye değil, oturmağa bile bir karış kuru yer yok, insanlık hâletinden hâriç bir âlem!..
Uzaktan arabalar göründü. Güç bela ile heman arabalar yetiştik. Bizi gören gibi iki nefer atlı bize doğru geldiler.
Bunlar Rus askerleri idi.
Korktuk… Yalvarırık…
Bunlar el ile ‘Korkmayın!’ işaretleri edirdiler. Ahvalimiz bunlara malım oldukta hamumuza kervan ile gelmeye emr ettiler.
Ölenlerimiz, açık çölde basdırılmamış (78) kaldı. Özümüz arabalara koşulup gidiyoruz.
Muhterem kâri (79), Sevgili vatandaşım!
Çün kalem be vasf in metleb resîd
Hem kalem be şikest hem kağaz derîd
(Kalem bu mevzuyu yazmak için uğraştı ama hem kalem kırıldı hem de kâğıt yırtıldı) mısdakınca (80) gayret ehillerinden haya edüp bundan ziyade yazmağa cesaret edemiyorum.
Ancak bu kadar diyorum ki ceride, mecmua, meclis ve başka yerlerde bizden iane istenebilir, işte bu kabil felekzedelerden ötürüdür.
Sözlük: 1- Sonbaharın, 2- İkindi vakti, 3- Şiddetli yağmur, 4- Köyümüzde, 5- Otuz kişi kadar, 6- Sokakların, 7- Caminin bahçesinde toplanınız, 8- Hiç kimse, 9- Herkes, 10- Koşuyor, 11- Bir kişi, tek bir kişi, 12- Durmuşlardı, 13- Beyler, ağalar, 14- Ot yığınlarını, 15- Götüremediğimiz, 16- Ortalık karıştı, 17- Duman bürüdü, 18- Kadın çocuk, 19- Arazi, 20- Geri dönmemişler, 21- Nasıl, 22- Sürümüz, mal davarımız, 23- Kurşuna dizilecek, 24- Köyün kenarına, 25- Bohça, 26- Feryat ediyorlardı, 27- Bakıyoruz, 28- İki yaşındaki, 29- Babam, 30- Gidiyordu, 31- Dondu, 32- Sabah oldu, 33- “Zeyve” diye de okunabilir, 34- Ne konuştular, 35- Kuvveti, 36- Yol boyunca giderken, 37- Gök gürültüsü şeklinde, 38- Benzer, 39- Çiğneniyordu, 40- Omuzundan, 41- Koca, herif, 42- Kalkmaz, 43- Gidiyordu, 44- Gamımız, kederimiz, 45- Kulübe, derme çatma dam, 46- Çığlık, 47- Geri kaldığımız için, 48- Görünce, 49- Çarşafını, 50- Sonunda, 51- Üzerindeki, 52- Arkalık, 53- Bir şekilde koruyun, 54- Daracık, 55- Ağlamaktan yorulup sustu, 56- Muhafaza etmekten, 57- Dinlenmek için, 58- Donmuş, 59- Güçsüzleşip, gevşeyip, 60- Bilince, 61- Donmuş, 62- Dibek yanında, 63- Ses seda, 64- Damın kenarında, 65- Ekili yer, tarla, 66- Buldum, 67- Sırtındaki, 68- İşaret, 69- Emi, amca, 70- Elbise, 71- Dermansız, 72- Ne hoş cömertlik, 73- Sığınmış, 74- Görünce, 75- Dilim, lokma, 76- İyice bil ki, 77- Isıtıyoruz, 78- Gömülmemiş, 79- Okur, 80- Bir şeyin doğruluğunu onaylayan şey.
Nisan 2013