Önce Atatürk’ün tarihe dair özdeyişlerini sunalım, kaynakları ile birlikte:

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. 1931 (Hasan Cemil Çambel, T.T.K. Belleten, Cilt: 3, Sayı: 10, 1939, S. 272)

İnsan tarihin mânasını ancak olgun bir yaşa eriştikten sonra anlıyor. Ve tarih ancak bu yaştan sonra yazılabilir. Çok arzu ederdim ki birkaç arkadaşla beraber hayatımızdan geri kalan zamanı tarih yazmakla geçirelim! (Yusuf Ziya Özer, Ulus Gaz. 10.XI. 1939)

Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., S. 297)

Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. (Afetinan, Atatürk Hakkında H. B., S. 297)

Ben fani bir insanım, bir gün öleceğim, büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk Milleti'nin gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin. 1933 (Uluğ İğdemir, Atatürk ve tarih, Açılış 1962-1963, M.T.T.B., S. 24)
“Tarihin bir bilim olduğuna inanan Atatürk, tarihsel olguların mutlaka belgelerle kanıtlanması gerektiğini düşünüyor ve genç tarihçilere Türk tarihini belgelere dayalı olarak incelemelerini öneriyordu. Ayrıca genç Türk tarihçilerinin o dönemde Türkiye için çok yeni olan arkeoloji ve antropoloji gibi bilimlerden yararlanmalarının bir zorunluluk olduğunu düşünüyordu.

Atatürk tarih öğrenimine de büyük önem veriyordu. Geçmişinden habersiz bir toplumun geleceğini doğru şekillendiremeyeceğine inanıyordu. Yetenekli Türk gençlerinin tarih öğrenimi görerek Türk tarihini araştırmalarını istiyordu. Bu nedenle Afet İnan’ı tarih öğrenimi için Avrupa’ya göndermişti. Genç Türkiye’nin genç nesillerinin tarih derslerinde neler öğrendiklerini görebilmek için fırsat buldukça okullara gidip tarih derslerine giriyordu.

Bir okuma tutkunu olan Atatürk en çok tarihsel içerikli kitaplar okuyordu. Onun okuma tutkusunu kanlı savaş meydanları bile engelleyememişti. Afet İnan, Atatürk’ün çok çeşitli tarih kitapları okuduğunu, kendi döneminde çıkan yabancı dillerdeki yeni kitapları çevresindeki düşünce insanlarına tercüme ettirerek özetlerini çıkarttırdığını ve okuduğu kitapları yakın çevresindeki kişilerle tartıştığını anlatmaktadır. Atatürk kazandığı büyük başarıları okumaya, özellikle de tarih konusunda kitaplar okumaya borçlu olduğunu söylüyordu. Onu tanıyanlar, yakın çevresinde bulunanlar, Atatürk’ün tarih kitaplarını elinden düşürmediğine tanık olmuşlardı.

Onu tanıyanlardan biri bu konunda şunları söylemişti:

‘Boş zamanlarında Atatürk’ün elinden tarihle ilgili kitapların düşmediğini hatırlarım. Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt meselesi dururken Devlet Başkanı’nın kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum:

-Paşa tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?

Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:

-Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçse, bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.’

Atatürk ölünceye kadar geçmişin sırlarının peşinde koştu. Tarihin karanlık dehlizlerinde hem kendi atalarının, hem tüm insanlığın izlerini sürdü. Ölmeden önce son okuduğu kitaplar bile Türk tarihi ve Türk diliyle ilgiliydi. Özel kitaplığındaki 4289 kitabın 862’si tarihle ilgiliydi.”(1) 

Ve Atatürk gerçek bir tarih devrimi yapmıştı, bu devrimin içerik ve ayrıntısını da Prof. Dr. Çetin Yetkin’den okuyalım:

“Geçmişine ilişkin bilgilerin bir toplumun belleği olduğunu, geçmişinin o toplumun kimliğini belirlediğini belirttiğimi anımsayacaksınız. Demiştim ki, geçmişini bilmeyen bir toplum belleğini yitirmiş kişi gibidir. O nedenle de ona ne kimlik biçerlerse onu kabullenmek durumundadır. Bu gerçeğe bir başka açıdan bakarsak, geçmişi, tarihi kendisine yanlış belletilen bir toplumun kimliği de ona göre oluşur. Bu yüzdendir ki bir ulusun tarihinin doğru bilinmiş olması son kerte önem taşır. Bu önem yalnız bununla da sınırlı değildir; gelecek, geçmiş üzerinde gelişeceği, geçmişten geleceğe uzanan zamanın akışının bir sonucu olacağı için de tarih büyük önem taşır.

Bu çerçevede Osmanlı tarih yazıcılığının tarih diye sundukların bakınca, ya Türklerin yok sayıldığını ya da yok sayılmadıklarında aşağılandıklarını görürüz.

Osmanlı tarihçilerinin uğraş alanı ‘Osmanlı’ idi. Osmanlı devletinin kurucusu sayılan Osman Gâzi ile başlardı tarih. Ama elbette bunun da bir öncesi geçmişi olmalıydı. Bu geçmiş de Hz. Adem ile başlar, Nuh ile sürer, Osman Gâzi’nin soyu da Hz. Muhammed’e bağlanırdı. Bu yüzden de Osmanlı’nın öncesi, İslam tarihinde aranırdı. Dolayısıyla söz konusu olan bir ümmet tarihiydi. Bu tarih anlayışında Türkler’in nasıl aşağılandığını, en azından ‘Etrak-ı bi-idrak’ olarak görüldüklerini biliyoruz.

(…) Osmanlı, tarihi böyle anlamış ve yazmıştı. Ama bir de Osmanlı tarihinin nasıl bir çizgi izlediği ve bunda Türk’ün yerinin ne olduğu konusu var. Atatürk, Osmanlı’nın bir tarihsel gelişim çizgisini ise, daha 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi olarak anılan Türkiye İktisat Kongresi’ni açış konuşmasının başlarında çok açık bir biçimde belirtmiş bulunuyor:

‘(…) Osmanlı tarihini hatırlayalım: Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün mesai, milletin arzusu, amali (emeli) ve ihtiyacat-ı hakikiyesi (gerçek ihiyaçları) nokta-i nazarından (bakış açısından) değil, şunun bunun amalini, ihtirasını tatmin nokta-i nazarından olmuştur.

(…) Osmanlı hakanları aslolan bir noktayı unuttular, bütün ef’al (eylem) ve harekâtlarını hayalet ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilat-ı dâhiliyeyi (iç örgütlenmeyi) siyaset-i hariciyeye (dış siyasete) uydurmak mecburiyeti hâsıl olunca, zapt ettikleri mahallerdeki anasırı (unsurları, halkları) olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde kaldıktan başka, onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler.

Diğer taraftan unsur-u aslî’yi (asıl, temel unsur, yani Türkler) uzun seferlerde, fütuhat (fetih) meydanlarında dolaştırdılar ve bu suretle unsur-u aslî kendi kendini tahrip etmiş oluyordu.

Bu itibarla, millet, yani unsur-u aslî kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini (geçim koşullarını) istihsal edebilmek (sağlayabilmek) için çalışmaktan mahrum bir halde bulunuyordu. Bu tacidarlar (taç sahipleri, hükümdarlar), milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar (yetinmiyorlar), belki fütuhat daire-i dâhiline (fetihler çerçevesine giren) giren halkı memnun etmek, ecnebileri memnun etmek için, unsur-u aslî’nin hukukundan, menabi-i iktisadiyesinden (ekonomik kaynaklarından) birçok şeyleri atiye (armağan) olarak onlara bahşediyorlardı.

(…) atiye-yi şahane (padişah armağanı) olarak ecnebilere bahşedilmiş bulunan ve memleket dâhilindeki gayrimüslimlere verilen her şey hukuk-u müktesebe (kazanılmış haklar) telakki olundu (değerlendirildi). Fakat ecnebiler bununla da iktifa etmediler, her gün bunu tevsi (genişletmek) için çareler aradılar ve buldular.


(…) Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden (sömürgesinden) başka bir şey değildi, Osmanlı halkı, Türk Milleti esir vaziyete getirilmişti. Bu netice, arz ettiğim gibi milletin kendi irade ve hâkimiyetine malik bulunmamasından, şunun bunun elinde istimal edilmesinden (kullanılmasından) neş’et etmişti (kaynaklanmıştı).

O halde diyebiliriz, milli bir devir yaşamıyorduk. Milli tarihe malik bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi; padişahların, hakanların, zümrelerin desitanı (destanı) mahiyetinde idi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.’

Oysa Atatürk diyordu ki, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.’

O halde, yapılması gereken işlerden biri de Türk Tarihini, bu gerçekler çerçevesinde yeniden ve doğru biçimde yazmak olmalıydı. Osmanlı yitip gittiğine göre onun tarih anlayışı da yine aynı yazgıyı paylaşmalıydı.

(…) Türk tarihini doğru temeller üzerine oturtmak, aynı zamanda, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile gelişen ulusal bilincin kökleşmesini de sağlamayı amaçlamış bulunuyordu. Türk tarihi bundan böyle ümmet değil, ulus temelinde ele alınacaktı. Kozmopolitliğin yerine ulusallık geçirilecekti.

(…) Pekiyi, tarihi yerli yerine oturtarak uluslaşmanın ve ulusal bilincin daha da geliştirilmesini, Türklerle ilgili yanlış yargıları düzeltmeyi amaçlayan bu yeni tarih anlayışını ‘devrim’ olarak nitelemek doğru mudur? Başka bir anlatımla, yanlış bir tarih anlayışını ve yazımını düzeltmek bir ‘devrim’ sayılabilir mi? Bu sorulara hiç duraksamadan ‘Evet’ yanıtı verilmelidir. Çünkü bu yanıt verilirken öncelikle Türklerin Selçuklu ve Osmanlı devletleri çatısı altında katlanmak zorunda kaldıkları acılar anımsanmalıdır. Sonra da, ‘ala turca’ ve ‘ala franga’ sözcükleri! Türk olmaktan utananların ‘Ne mutlu Türk’üm’ diyebildikleri düşünülmelidir. Dahası Türk Devrimi kendi düzenini, Osmanlı düzenini yıkarak geçerli kılarken, onun bu düzeninin ideolojisi demek olan tarih anlayışını yıkmasının devrim kavramının doğası gereği olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye’de karşı devrim geliştikçe, Osmanlı’nın kuruluşunun görkemli törenlerle anılmaya başlanmış olması nedendir dersiniz?”(2)  

1) Sinan Meydan-Atatürk ve Kayıp Kıta Mu
2) Prof.Dr.Çetin Yetkin-İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri