Kalpten kalbe ince bir yolun var olduğu şundan belli ki, sevda ateşiyle yanıp tutuşanın kalbi diğer kalbe aks edebiliyor. Bu yüzden sevgi için tutku gözlerle sevdiğine tutulmak denirken,  aşk içinde bu tutkunun kalbe sirayet etmesi denmekte. Hele bir insan kalbinde sevda ateşi yakmaya görsün, kalbin sahibi Allah’ın ismi tecelli eder de.  Hatta tecelli eden bu İsm-i Celil sayesinde o insan Allah’ın sevgili kulu olarak layık görülür bile
Bakın, Cibril Emin Allah-ü Teâlâ’ya:
-Ya Rabb! Senin yüce katında en makbul kulun kim diye sual eder.
Allah Teâlâ:
-Falan şehirde, filan yerde bir köprü var, oradan ilk geçeni gördüğün adamdır diye beyan buyurur.

Cibril Emin denilen yere gelir ve kendi halinde fakir bir adamı omzunda bir iple odun toplamaya koyulmuş halde görür.  Tam o sırada adamcağız odunları sırtlamak üzereyken o arada üzerine üzerine gelen atlı bir süvarinin atıyla birlikte tepetaklak yuvarlanıp yere çakıldığına şahit olur. Derken atlı süvari yerinden doğrulduğunda başlar adamcağızı dövmeye. Böylece adamcağızı döverek hırsını çıkardıktan sonra tekrar yola koyulmak için atına biner. Fakat o fakir adam, yol vermeyecektir, atın yularından tutup süvariye şöyle der:

-Biliyorum başına gelenler benim yüzümden oldu,  ne olur bana hakkını helal ediniz, helal etmezseniz inanın atın yularını bırakmam.
Süvari çattık belaya dercesine:
-Tamam, helal ettim der.
Böylece adamcağız atın yularını bırakıp süvariyi uğurlayıverir.  
Tabi, süvari çekip gittikten sonra, bu kez adamcağızın yanına Cibril Emin sokulup o adama şöyle der: 
-Bak, eğer bana Cibril Emin’in yerini söylemezsen az önceki atlıdan daha seni beter hale getiririm bunu bilesin. Hiç şakası yok seni şu köprüden aşağı atarım.

Adam bu sözler karşısında tir titrer de. Hani gelen gideni aratır ya, aynen sözün sahibi az önce çekip giden süvariden de çetin ceviz. Cevaben:
-Peki der. Ve akabinde biçare halde gözlerini kapar derin bir murakabeye dalar.  Ardından der ki;
-Bütün yer ve gök tabakalarını taradım kala kala sadece ikimiz kaldık, ben Cibril Emin olmadığıma göre, o sensin.  
Cibril Emin tebessüm ederekten:
-Allah indindeki makbul kulluğun sana mübarek olsun. Hakkını helal edin,  buraya geliş maksadım da Allah’ın sevgili kulu olduğunu müjdelemek içindi deyip gönül rahatlığı içiresinde oradan ayrılır.

Şayet her kıssadan bir hisse almak diye bir derdimiz varsa işte bu anlatılan kıssada ziyadesiyle bizim istifade edeceğimiz pek çok ibretlik dersler var elbet. Öyle anlaşılıyor ki; ilk çıkaracağımız ders şu olmalı: Allah’ın sevgili kulu olabilmek. Hele Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu bir düşünün, değil insanı incitmek, yerde ki karıncayı bile incitmekten imtina eder hale geliriz.

Hiç kuşkusuz incitmek çok hoş bir tutum değil. Hele ki incitilen birde Allah’ın sevgili kulu bir müminse, vay o inciten insanın haline. Çünkü incittiği sıradan bir insan değil,  bilakis bir kutsi hadiste Yüce Allah’ın (c.c)  “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” diye övdüğü mümin insandır.

Zira Yunus’un dile getirdiği dizelerde Allah indinde övülen mümin gönlü:
Çalab’ın tahtı gönüle Çalap bahtı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise
” şeklinde değer bulur da. Hem nasıl değer bulmasın ki, baksanıza dizenin birinci kısmında cümle mahlûkat içerisinde sadece mümin insanın gönlü Yüce Allah’ın tahtı olarak kayda değer olarak addedilirken, dizenin ikinci kısmında ise her kim gönül yıkarsa akıbetinin bedbaht olacağı açık açık vurgulanmakta. Hatta Yunus böyleleri için:

“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil”
deyip yüzüne çarpmayı ihmal etmez de.

Derken, Yunus en nihayetin noktayı şöyle koyar:
“Yunus der ki ey Hoca istersen var bin hacca 
Hepsinden eyice bir gönüle girmektir.”

Ne diyelim, işte görüyorsunuz Yunus yerden göğe haklıdır, tüm derdimiz ve davamız gönül yapmak olmalıdır.

Evet, mısraların diline baktığımızda öyle anlaşılıyor ki gönül fethi çok mühim. Ki, Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Ey Resulüm! O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba davranışlı ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafında dağılıp giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları için dua et. İşlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da, Allah’a güven. Çünkü Allah, tevekkül edip kendine sığınanları sevmektedir” (Al-i İmran, 199). Gerçektende bu ayeti celilenin mana ve ruhuna kendimizi odakladığımızda Allah-ü Teâlâ’nın Kâbe’yi İbrahim’e ve İsmail’e temiz tutmaları için emir verip peygamberine ne için ‘Halil İbrahim' dediğini, hakeza tüm yarattığı kalpler için değil de niçin sadece müminlerin kalbi için 'Beyti Celil' (Kalp Kâbe’si) dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Malumunuz Kâbe maddi cihetiyle taş ve toprakla işlenmiş bir kutsi mekân olup manevi cihetiyle de Yücelerden ruh üflenmiş kuts-i bir makamdır.  Hani kalp kalbe karşıdır denilir ya hep, aynen öylede hakiki müminin kalbide Kâbe’ye doğru atar hep.  Öyle ki,  Efendimiz (s.a.v) bu kutsi makam karşısında; “Sen ne güzelsin, kokunda ne hoştur. Yemin olsun ki, müminin hürmet ve kıymeti senin hürmetinden daha büyüktür. Şüphesiz Allah sende bir şeyi haram kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat mümin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini.. Birde mümin hakkında kötü zan beslemeyi yasakladı”  (İbn-i Mace) demekten kendini alamaz da. 

Belli ki, kâinatın yaratılış mayasında aşk-ı bendi vardır. Şayet yaratılışta aşk mayası olmasa onca yaratılanlar arasında kötülerin yaşamalarına fırsat verilir miydi? Ta ki yeryüzünde Allah diyen mümin kalmaz, işte o zaman yaşamasına fırsat verilmeyecektir. Yani bu demektir ki, kıyamet kötülerin üzerine kopacaktır.

Evet, yanlış duymadınız, kıyamet Aşk-ı bendilerin üzerine kopmayacak, kötülerin üzerine kopacak. Malumunuz, kötülerin görüp göreceği cennet yaşayıp soluk aldığımız dünyadır zaten. Ama gün gelir çok güvendikleri dünya başlarına geçip bu kez kendilerine cehennem olacaktır. Hatta dünyada iken sırça köşklerde tepeden bakıp hor gördükleri aşk-ı bendilerin hatırı olmasaydı daha da erken cehennemi boylayacaklardı. Dedik ya, Yüce Allah bir yere kadar mühlet vermekte, yoksa şimdiye kadar çoktan gök kubbe başlarına çökmüştü bile. Öyle anlaşılıyor ki, kötülerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında elbet bir hesabı vardır, vakti zamanı geldiğinde o hesab tecelli eder de. Şu bir gerçek, ama bu dünyada, ama ahirette hiç fark etmez eninde sonunda bu işin kazananı aşk-ı bendi hayatı yaşayanlar olacaktır. Örnek mi? İşte Nemrud, İbrahim (a.s)’ı ateş attı da ne oldu, İbrahim (a.s)’ın aşk-ı bendisi galip gelip, içine attıkları ateş hem serinlik olur hem de gül bahçesi. Madem öyle; aşk-ı bendi olmak gerektir. Ama nasıl? Malum hepimizin bildiği Leyla ile Mecnun hikâyesini birde Aşk-ı bendi yönünden şöyle kurguladığımızı düşünelim:

Mecnun, Leyla’ya çok vurgundur. Öyle ki evinin önünde habire gezinip dolaşmaktan kendini alamaz da.  Merak bu ya, yoldan geçenler hemen:
-Adın ne diye sorarlar. 
Aldıkları cevap çok şaşırtıcıdır. Çünkü Mecnun adını:
-Leyla olarak dile getirir.

İşte Aşk-ı bendi budur. Öyle ya, bir insan âşıksa her gördüğü ve her işittiği varlığı Leyla olarak algılaması gayet tabiidir. Düşünsenize adamlar adını soruyorlar. Mecnunun zihneninde tek kalan isim var, o da Leyla’dan başkası değildir. Hakeza hikâyeyi biraz daha farklı şekilde kurguladığımızda,  varsayalım ki yoldan geçenler bu kez Mecnunun habire Leyla’nın barındığı evin duvarına saatlerce habire bakıp durduğunu görmüş olsunlar. İster istemez adamlar kendilerine eğlenecek bir malzeme bulmuşçasına:

-Ey Bre adam! Ne diye aval aval duvara bakıp düşünürsün diye alay konusu edeceklerdir.

Onlar alay ede dursunlar, Mecnun’un vereceği cevap son derece manidardır:
-Ben duvara değil duvarın arka yüzündekini düşünürüm.  Nitekim bu manidar cevap bir anda kahkahalarının kesilmesini beraberinde getirir de.  

İşte yukarıda kurgu halinde sunduğumuz her iki örnek aslında kurgudan öte her aşk-ı bendinin başına gelebilecek türden aşkın ta kendisi örneklerdir zaten. Düşünsenize kurguladığımız örneklerin gerçek yanı olmasa Mecnun her gittiği yerde ikide bir Leyla, Leyla diye sayıklayıp kendini deli divane bir halde çöllere hiç düşürür müydü? Tabii ki burada deli divane derken, kastımız bildik o klinik delilik değil elbet, bilakis ‘Deli olunmadan, Veli olunmaz’ manasına deli divaneliktir bu.  Nitekim Mecnun çöllere düştüğünde bu kez Leyla ardına düştüğünde:
-Ben Leyla der.

Tabi Mecnun bu ses karşısında hiç oralı olmaz.  
Leyla, bir kez daha:
-İyi bak, ben Leyla der.
Mecnun bu ya, cevaben:
-Hayır, ben aradığım Leyla’mı çoktan buldum bile, sen asla Leyla değilsin der. 

İşte ilahi aşk budur. Kelimenin tam anlamıyla zahiri aşktan manevi aşka geçmenin adıdır ilahi aşk. Hele bir insan gönlünü maşuka kaptırmaya bir görsün, tutku gözlerle yolunu gözlediği o sevgilinin barındığı mekânın etrafında uçuşan sineklerin vızıltısı bile gönlünde aşk nağmesi olarak yankı bulur da.

Anlaşılan o ki, cümle âlem içerisinde tüm sevda yürekli Aşk-ı bendileri Mevla’sına kavuşturacak tek iksir aşk imiş. Nasıl aşk iksir olmasın ki,  bir bakıyorsun bu aşk iksiri, İbrahim Ethem’e tacı tahtı terk ettirirken, Derviş Yunus’u da köyünden çıkarıp “Bir ben var, birde benden içeri” aşkıyla yürü yürü diye yollara revan edebiliyor. Keza yine bir bakıyorsun Ferhat, yüreğinde yanan sevda ateşiyle Şirin uğruna dağları delebiliyor.

O halde tüm bu örneklerden hareketle rahatlıkla şu sonuca vardığımızı dile getirebiliriz: Her şeyden önce bir insan Aşk-ı bendiyi zahiren yaşaması gerekir ki, ilahi aşk basamaklarına adım atılabilsin. Nasıl mı? Elbette ki, devamındaki basamaklara tasavvufi açıdan baktığımızda: 
-Allah için tasavvuf yoldaşına muhabbet duyup 'Fena Fil İhvan aşk-ı bendi' hayatı yaşamakla,
-Mürşidine olan derin muhabbet besleyerekten 'Fena Fiş Şeyh aşk-ı bendi' bir hayat yaşamakla, 
-Allah Resulünün şefaatine mazhar olacak derecede deruni bir muhabbet besleyip 'Fena fi'r Resul aşk-ı bendi' hayatı yaşamakla, 
-Yüce Allah’a sözde değil hakiki manada abd olacak derecede muhabbet besleyip 'Fenafillâh ve Bekabillah aşk-ı bendi' hayatı yaşamakla ancak ilahi aşka ulaşılabilmekte.

Evet, manevi cihetiyle Allah’a ulaşmada ilk basamak birbirimizi Allah için sevmekle başlıyor, bunun bir üstünde, yani ikinci aşamasında Allah Resulünün izinden iz süren Rabbani âlimlere derin muhabbet besleyerekten kendimizi aşmak vardır. Bununda üstünde, yani üçüncü aşamasında bizatihi Allah Resulünün Nübüvvet Gül kokusunda sevdalanarak kendimizi aşmak vardır. Dördüncü ve beşinci aşamalarında ise Yüce Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri içerisinde marifetullah ve hakikat deryasında kendimizi aşıp en nihayetinde Hakka vasıl olmak vardır.

Peki, iyi hoşta yukarıda bahsedilen manevi aşamaların maddi veçhesi nedir diye bir sual edildiğinde, hiç kuşkusuz bunun cevabını bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatının hemen her safhasında görmek mümkün. Nitekim Allah Resulü Aşk-ı bendinin maddi inşasını önce gönüllerde ‘el Emin’ sıfatıyla taht kurarak temelini attı. Sonrasında malum Bedir, Uhud, Hendek derken Mekke’nin Fethiyle birlikte Kâbe’de inanan kalpleri tek yürek yapıp Din-i Mübini kemale erdirerek nihayetlendirdi. İşte Din-i Mübinin kemal bulduğu o günlerden bugünlere geldiğimizde Allah’a çok şükürler olsun ki tüm müminlerin gönüllerinde Nübüvveti aşk-ı bend sevdası hala taptazeliğini koruyor da. Öyle ki, Kâbe her yıl dünyanın dört bir yanından akın akın gelen milyonlarca Müslüman’lara ev sahipliği yapmanın ötesinde farklı kavim ve ırkların kaynaştığı, aynı zamanda dillerin kelime de birleştiği, yani Allah adında (Lafza-i Celal isminde) ittifak ettiği tek kutsi mekânımızdır. Bundan da öte kalpler taş kesilmesin diye taşın kalp kesildiği kutsi mekânın adıdır Kâbe. Öyle ümit ediyoruz ki, kıyamete dek Allah’ın beyti Kâbe’ye olan aşk-ı bendimiz tükenmeyip kalplerimiz taş kesilmeyecekte. Buna inancımız tamdır,  bu böyle biline.

Her ne kadar şer odakları boş durmayıp işgale kalkıştıkları ülkelerde güya Müslümanların kalplerindeki Aşk-ı bendilerini yok edeceklerini sanıp taşlaştırmaya çalışsalar da, bunu başaramayacaklardır. Hele ki Müslümanlar Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında yekvücut oldukları müddetçe hiç durduk yere endişelenmeye mahal yok, gönüllerde halen taptazeliğini koruyan o Nübüvvet-i aşk-ı bendilerini hiçbir karanlık güç asla söküp atamayacaktır. Hakeza Müslümanlar olarak şayet Allah Resulü ve O’nun izini iz süren Aşk-ı bendilerin yolunu yol bilip onların bakışlarındaki parıldayan ilahi ışıkla gönül dünyamızı iri ve diri tutabiliyorsak, biliniz ki Şairin ‘Gün doğmuş, Gün batmış, Ebed bizimdir’  dediği bir rüya değil, hakikatin ta kendisi olacaktır elbet. Yeter ki, yaşanılan her çağda âşıklar maşuksuz, maşuklar âşıksız kalmasın yine Şairin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir” dediği aydınlık yarınlar er ya da geç yerini bulacaktır. Hem nasıl söz yerini bulmasın ki, bikere her şeyden önce bu hususta Yüce Allah’ın bizlere vaadi var; Nurumu tamamlayacağım diye. İşte bu nedenle dedik ya, hiç endişelenmeye mahal yoktur, bizim üzerimize düşen sorumluluk Aşk-ı bendisiz Müslümanlık anlayışıyla veya itikad, ibadet ve ihsandan yoksun bir Aşk-ı bendilik anlayışıyla hayatımızı zindana çevirmemektir. Mümin için aslolan hem dinin temel direkleri olan ‘itikad, ibadet ve ihsan’dan oluşan üçlü sacayaklarını hem de Aşk-ı bendisini muhafaza ve müdafaa edebilmesidir. Ki, bu temel direklerimiz ve Aşk-ı bendimiz etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bize hayat veren can damarlarımızdır. Allah korusun bize hayat veren can damarlarımızdan biri koptuğu zaman ortada ne Müslümanlığımız kalır, ne de Aşk-ı bendimiz. O halde neydik edip itikadsa itikad, ibadetse ibadet, ihsansa ihsan, Aşk-ı bendiyse Aşk-ı bendice yaşamak gerekir ki hayat damarlarımızla olan bağımız kopuvermesin. Aksi halde bize hayat veren can suyu damarlarımızı kıyamete dek taze, iri ve diri olarak tutamayız.  Malumunuz Allah Resulünün dar-ı bekaya göçüyle birlikte Nübüvvet Gül kokusunu koklamayalı epey üzerinden hasretlik dönemler geçti. Her ne kadar her geçirilen hasretlik dönemlerde müminler Nübüvvet-i Gül koksundan yoksun bir halde kendilerini öksüz hissetseler de,  ama sonradan şunu anladık ki, bizi şimdiye kadar ayakta tutan yegâne güç kaynağı Gül’e olan hasret duygu seli ve gönlümüzde yanıp tutuşan Aşk-ı bendi meşalesiymiş meğer. Düşünsenize bizi ayakta tutan bu kadarcık hasretimizi bile bize çok gören bir takım karanlık mihraklar, bu kez gönüllerde bir türlü sönüp tükenmek bilmeyen Aşk-ı bendi meşalemize göz dikmiş durumdalar.  Ama hiç boşa heveslenmesinler, unuttukları bir şey var ki,  bedenlere topla, silahla, bombayla hâkim olunabiliyor ama gönüllere öyle bedenler gibi asla hâkim olunamaz. Çünkü biri görünen fiziki güç, diğeri ise görünmeyen Bâtıni güçtür. Görünen güç bir yere kadar gücünü devam ettirebilirken, görünmeyen güç ise sonsuzluğa vurgunluğu ta ezelde ebediyetlik kazanmış bir güçtür. İşte ta ezelde Ümmet-i Muhammed’in tutku gözlerinde ebediyetlik kazanan bu hissi güç şer odaklarının uykularını kaçırmaya yeter artar da. Zaten biz biliyoruz ki,  zulüm asla payidar olamaz. Şu dünyada pusatsızda kalınsa er ya da geç kazanan dünyanın dört bir yanında zulme ve gadre uğramış Müslümanların gözyaşı damlaları kazanacaktır. Kaldı ki tarih bugüne dek sevgiyi yenen bir güce ne tanık olabildi ne de yazabildi. Yazamaz da zaten. Hele tarihten bugüne onca akıtılan gözyaşı damlalarının birikip sel haline geldiğini bir düşünün, bak asıl tarihe nasıl not düşülür o zaman sen gör kızılca kıyameti. Tüm Mazlumlar adeta karşılarına “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” misali bir güç olarak çıkarda.  Bakmayın siz öyle aşk-ı bendilerin yumuşak huylu görünmelerine. Yeri geldiğinde bir bakmışsın uysal koyun olmaktan çıkıp kadife eldiven içinde demir yumruk olurlar da. Yeter ki, aşk-ı bendiler yüreklerinde saklı tuttukları sevda ateşine halel getirmesinler icabında kendilerine örnek aldıkları Derviş Yunusun mısralarında zikredilen: 

“Derviş bağrı baş gerek
Gözü Dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
***
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın”
şeklinde anlam kazanan Erenimsi Yunuscasına sevgiden anlamayanlara karşı gerektiğinde:  

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum,
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim”
şeklinde kükremiş aslan kesilip Mehmet Akif haykırışıyla Yavuzcasına alp olunur da.

Hem kaldı ki, bizim Yunusi sevgimizden ve Yavuzi haykırış duruşumuzdan ders çıkarmasalar ne olur ki, bizim açımızdan önemli olan tıpkı namazda aynı safta omuz omuza yan yana olduğumuz gibi ümmetin yekvücut bir olması çok mühimdir. Malum, birlikten kuvvet doğar. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v)  bu hususta ümmetine şu öğütte bulunmayı ihmal etmez de: “Birbirinizi tam sevmedikçe tam manasıyla iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayın.”

Öyle ya, madem Allah Resulü ümmetine böyle öğüt vermiş, o halde daha neyi bekliyoruz, oyalanmaya gerek yok, derhal ümmet olarak her birimize ‘Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Resulalah, Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Habiballah‘ nidaları eşliğinde Medine’nin yollarında güller açmış Ravzasında Aşk-ı bendimizi tazelemek düşer. Nasıl ki sünnetullah gereği olarak tövbemizi sık sık tazeliyorsak, aynen Aşk-ı bendimizi de sık sık tazelememiz icab eder. Buna mecburuz da. Çünkü Allah Resulü “Amellerinizin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” diye beyan buyurmakta.

Vesselam.