Adından başlayayım, adı “Merhale” bu kitabın… Neden bu Arapça sözcük, bu kitaba ad olmuş ki? Türkçemizde merhale’nin üç karşılığı var: “basamak, aşama, evre…” Bunlar olsaydı daha uygun olmaz mıydı? Hatta kitap adının alt başlığı olan “Gerçekten anlayabilmesi için hikâyesi olmalıydı, insanın kendine mahsus hikâyesi” tümcesine de uygun olurdu (bu tümcede de, hadi öykü yerine hikâyeyi kabul edelim ama mahsus yerine “özgü” olsaydı keşke).
Bir kısa roman bu kitap… Rusya’da ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinde “Povest” diyorlar bunlara.
Barış Kitap tarafından yayımlanan bu Povest’te yazar Murat Arı, çarpıcı tarihsel kişilikleri içkili bir sofraya oturtuyor, konuşturuyor, düşünce değiş tokuşu yaptırtıyor ve buradan iletiler vermeye çalışıyor okura. Bir “romantik devrimci” var sözgelimi, bir “Çelebi”, bir “Kabe’yi İnşa Eden Adam”, bir “Paşa” ve bir de bunlara kulak kabartan, söz biriktirip taşıyan bir “uşak” var.
Böylesine bir tartışmaya ben de bayılırım, o sofraya oturmak isterim. Ama bayatlamış, temcit pilavı olmuş konular olmasa. Sözgelimi şu Ebu Zer imgesi, abartısı, anlam yüklemesi… Sorgulama korkaklığının sığınağıdır bana göre, bir türlü kopamadığı çirkin sevgilinin yanağındaki benle avunmadır. Sınıflı bir toplum oluşturan, savunan, iktisadi yaşamı ganimet ve ticarete dayanan bir toplumdan eşitlikçilik çıkarmaya çalışmak… Çıkmaz… Başka anlam yükleyerek saptırmalar da var, sözgelimi “İsa aslında yürüyen ölülerden insan diriltir” savı… Hayır, hiçbir dinsel kaynakta böyle bir kabul yoktur, siz böyle bir kabulle dinsel kabulleri yıkmak bir yana, sarsamazsınız bile. Ve hele bir de Yaşar Nuri ağızlarıyla “Okumuyorlar” demek… Okumak? Nasıl? Önyargıyla, kalıpyargıyla, peşin peşin kutsallığını ve tartışılmazlığını kabullenip, sihirli sözcükler metni olarak okumaya otursan ne olacak? Başka çarpıcı bir örnek daha vereyim bu bağlamda: O sofraya ve sohbete dâhil ettiğiniz “Kâbe’yi İnşa Eden Adam”a, yazar Dostum Sırrı Ataman’ın “Peygamberlerin 200 Günahı” ve “Üç Din, Üç Tanrı”adlı kitaplarında ortaya koyduğu tarihsel gerçekleri sorabilirdiniz. Gizlileri dışa açardınız işte o zaman ve povestinizin savı güçlenirdi, ses getirirdi.
Ben bana gelen her kitabı okurum ve genellikle iyi tarafından bakarım, Büyük Kurultay, Yeniçağ ve Bayburt Postası gazetelerinde yıllardır yaptığım budur. Bugüne dek 1000’e yakın kitabı okuduk ve yazdık bu kitaplar hakkında. Sevgili Murat Arı, kusura bakmasın, içten kanımı yazdım, bu kısa roman için olumlu ve övgülü satırlar yazan dostlara da saygım var, ama ben farklı bakıyorum.
İZLANDALI BİR ŞARİN KEMİKLERİ
Milan Kundera, “Bilmemek” adlı romanında yazar Jonas Hallgrimson adlı şairin kemiklerinin başına gelenleri… Hallgrimson, büyük bir romantik şair olmanın yanında, İzlanda’nın bağımsızlığı uğruna savaşım veren bir ulusalcı.
İzlanda o yıllarda Danimarka’nın sömürgesi ve bu şair de Kopenhag’da yaşıyor. Bir gece kafayı içiyor, körkütük sarhoş oluyor ve dengesini yitirip merdivenden düşüyor. Bacağı kırılıyor, mikrop kapıyor ve ölüyor. 1845 yılında oluyor bu olaylar ve bu şair Kopenhag mezarlığına gömülüyor.
İzlanda 1944’te bağımsızlığına kavuşup Cumhuriyet oluyor. 1946 yılında İzlandalı bir zengin sanayici, rüyasında görüyor bu şairi. Şair, mezarının çok sevdiği yurduna taşınmasını diliyor ondan.
Sanayici ciddiye alıyor bu rüyayı, mezarın taşınmasını ödev biliyor kendisine ve alıp kemikleri götürüyor İzlanda’ya. Götürüyor ya, siyasetçiler hemen el koyuyorlar bu işe, bu işin getirisini sanayiciye bırakmak istemiyorlar. Şair, yalnızca bir başka şairin, Einar Benediktsoon’un gömül olduğu Thingveller mezarlığına gömülmeliydi törenle.
Gömülüyor. Gelgelelim 1948 yılında Halldor Laxness adlı bir yazar, bir romanında önemli, çarpıcı ve de acı bir gerçeği açıklıyor, İzlanda’ya nakledilen, şairin değil, yanında yatan Danimarkalı bir kasabın kemikleridir. Sanayici aceleyle karıştırmıştır mezarları.
Şimdi gel de çık işin içinden. Gel de düzelt… Yok düzelmiyor… O Thingveller mezarlığında iki kişi yatar oluyor, bir şair ve bir şair yerine bir kasap…