Malumunuz birtakım aklı evveller hemen her şeye at gözlüğünden bakmayı alışkanlık edindiklerinden, yok neymiş efendim Asr-ı saadette mezheb mi vardı, tarikat mı vardı, akaid mi vardı, fıkıh mı vardı gibisine söylemlerle dinin temel direklerini yok saymaktalar. Oysa bu temel direklerin dinimizde isimcek zikredilmemesi yok olduğu anlamına gelmez. Bikere bu sıraladığımız unsurların evsaf (nitelik) ve keyfiyet olarak var olmaları elbette ki meramımızı anlatmaya ziyadesiyle kâfidir. Hani yeri geldiğinde suret önemli değil siret önemlidir denir ya hep, aynen öyle de asr-ı saadet döneminde de suretten ziyade siret daha çok önem arz eden bir değerdi zaten. Öyle ki, her bir sahabenin hayatına baktığımızda işin şekli şemailiyle oyalanmak yerine işin özü, evsafı ve siretiyle hemhal olduklarını görüyoruz. Hiç kuşkusuz onlar için kemmiyetten ziyade keyfiyet daha çok önemli husustur. Nitekim bu keyfiyet bir hayat biçimi olarak ortaya konup hicretin ikinci asra dek sürdürülür de. Malumunuz Hicri ikinci asra gelindiğinde siretler bu kez ete kemiğe bürünmüş halde suret olarak gün yüzüne çıkacaktır. Böylece fakihler fıkıh alanında, hadisçiler hadis alanında, ehli tasavvuf erbabı da tasavvuf alanında İslam’ın hadim (hizmetkâr) ekolleri olarak boy göstereceklerdir.
İyi ki de hizmetkâr ekoller gün yüzüne çıkıverdiler, malum İslam’ın bütününü tek çatı altında sahabe gibi sırtlanmak pekte kolay olmayacağından sonradan gün yüzüne çıkan bu ekoller beraberinde ihtisaslaşmayı da getirmiştir. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında sanki bu durum parçalanmışlık ve bölünmüşlük hissi uyandırsa da, aslında işin özüne bakıldığında kazın ayağı hiçte öyle değil, tıpkı organların bir araya gelip de vücudu oluşturması gibi bir durumdur bu. Hem nasıl ayrı gayri diyebiliriz ki, sonuçta İslam’a hizmet etmek temel gaye olduktan sonra ayrı ayrı branşlar altında faaliyet göstermenin hiçte mahzur yönü olmasa gerektir. Nitekim temel gaye İslam’a hizmet etmek olunca bir bakıyorsun zahiri ilimler yoluyla ibadet, muamelat, ukubat gibi konularda Ümmet-i Muhammed’e ışık olunurken, bâtıni ilim denen tasavvuf yoluyla da nefsi terbiye ederekten ahlaken ışık olunmakta. Birincisinde zahiri yönümüz nizam bulurken ikincisinde ise iç dünyamız nizam bulur. İşte bu iki yönlü nizamın varlığından dolayıdır ki her iki aydınlık meşalemizi de etle tırnak misali birbirinden ayrı gayrı görmeyiz. Hem nasıl ayrı gayri görebiliriz ki, iç ve dış bir araya geldiğinde bize ab-ı hayat olacak marifet ve hakikat ilminden illaki bir şeylerin üzerimize sirayet etmesi an meselesidir diyebiliriz pekâlâ. Düşünsenize namazı zahiri usul ve kaidelerine göre kılıyor olsak da şayet aklımız bir yerlerde habire gezinip duruyorsa o kılınan namaz bize nasıl Miraç olsun ki. Her alanda olduğu gibi namazda da iç ve dışın uyumluluk göstermesi şarttır. Malumunuz dış huzur namazın farzlarına, vaciplerine sünnetlerine riayet etmekle mümkünken, iç huzur ise Allah’ın huzurunda ancak tadili erkân hal üzere olmakla mümkündür. İşte görüyorsunuz namazda bile zahiri ve batini haller söz konusudur. Zira İslam’da ‘ilim ve hal’in birlikteliği denen ilmihallik esastır.
Anlaşılan o ki, Müberra Dinimizde ilimsiz amelin ve amelsiz ilmin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hakeza bu durum şeriat ve tasavvuf içinde geçerli akçe kuraldır. Nitekim bu hususta Şahabeddin Sühreverdî ve Bayezid-ı Bistami gibi arif zatlar “Her kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, her kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıklıktır” diye buyurmuşlardır. Yok, eğer birileri çıkıp ‘Ben arif sözü falan filan anlamam’ diyorsa, biliniz ki o insan Kur’an ve hadislerin zahiri ve batıni manalarının neye delalet ve işaret edeceğinden bihaber olarak yaşayıp kendi kafasına göre hareket edecektir. Oysa biz biliyoruz ki, Kur’an ve hadislerden anlam çıkarmak her babayiğidin harcı değildir. Kaldı ki, değil sadece zahiri ve Rabbani âlimler, bizatihi Allah Resulü tarafından gökteki yıldızlar gibidirler övgüsüne mazhar olmuş Sahabe-i Kiram bile Kur’an ve hadis konularında kendi kafasına göre buyruk kesilmemişlerdir. Hatta sahabe neslinden sonra gelen ehl-i sünnet uleması da sırasıyla kitap, sünnet icma-i ümmet ve kıyası fukaha kaynaklara başvuraraktan Edille-i şer’iyye usulünce hareket etmişlerdir. Ki, Kur’an’ın zahiri manası avam içindir, neye işaret ettiği manası ulema içindir, batıni manası ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler içindir hakiki manası da sadece Allah Resulüne has bir keyfiyettir. Anlaşılan bizler avam olarak Kur’an’ın ancak sırf zahiri manasına vakıf olabiliyoruz. Üstelik zahiri çıplak manasını anlamak için de kılı kırk yarmamız gerektiğini de unutmamız gerekir. Düşünsenize Kur’an’ın sırf zahirinden anlam çıkarmak için bile kılı kırk yarmak gerekirken birde Kur’an’ın işarat ve batını yönünden anlam çıkarmak için azami derecede gayret çaba içerisine giren ulema ve evliyanın durumunu bir düşünün, kim bilir kaç ciltler dolusu kaynaklar tarandıktan sonra anlam çıkarmış oluyorlardır. Dile kolay, bir günlük değil, iki günlük değil, bir yıllık değil, on yıllık değil, neredeyse ömrünün tamamını Kur’an ve hadislerin hem zahiren hem de manen anlamlandırmak adına Ümmet-i Muhammed’in hayatında fikren, zikren ve kalben yer etmesi için var olmuşlardır.
Şimdi bu gerçeklerden hareketle sorarım bir günlük, bir yıllık, on yıllık çalışan kafalara, acaba sizler Kur’an’ın anlamlandırılmasında ve yaşanmasında kafa yapısı olarak işin hangi kısmındasınız. Sizler işin edebiyatıyla meşgul ola durun şunu iyi biliniz ki, iki de bir söylem olarak Kur’an ahlakı dediğiniz şey aslında ab-ı hayat tasavvufi yaşamanın ta kendisi ahlaki tatbiktir. Ki, tasavvuf kal değil hal ilmidir. Dolayısıyla o hali yaşamadan güzel ahlak ortaya çıkmayacağı çok net ortadadır. Üstelik ab-ı hayat tasavvuf ekolü toplum hayatına sonradan girmiş bir hayat tarzı da değildir, bugüne kadar toplum hayatında yer edinmeye çalışan ne kadar ekol gelip geçmişse bunların içerisinde hiç şüphe yoktur ki en köklüsü tasavvufi ekol olmuştur. Nitekim bu gün olmuş halen pek çok ehlisünnet tarikatların kökleri Peygamberimiz (s.a.v)’e kadar uzandığı içindir varlıklarını sürdürebiliyorlar. Çünkü bugüne kadar varlıklarını sürdürüyor olmalarını Kur’an’ı sözde değil özde tatbiki olarak yaşamalarına ve ehlisünnet çizgi üzere yol kat etmelerine borçludurlar. Delil mi? Ehl-i sünnet çizgisi üzerine yaşayanların hayatları bunun en büyük canlı şahidi zaten. Şimdi gel de her bir ehlisünnet çizgisi üzerine harekete eden tarikat ehlini Kur’an’ı yaşayan hadimler olarak görmemek ne mümkün. Hem görmemekte ne demek, onların her biri bizim baş tacımız da. Onların yolları öyle bir kutlu yoldur ki, izini iz sürdükleri ilk Pir’i ve ilk Mürebbisi Allah Resulünden başkası değildir. Ta ki, Allah Resulü dar-ı bekaya göç eder, işte o zaman mürebbilik vazifesini sırasıyla Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve onlardan sonra gelen Peygamberimizin varisi hükmünde ilmiyle amil rabbani âlimler üstlenecektir. Bakmayın siz öyle, sözde hocaların ilmiyle amil rabbani âlimleri görmezden gelip isimlerinden bahsetmeyip teğet geçmelerine, oysa asıl teğet geçilmesi gereken kendileridirler. Hem Rabbani âlimleri görmezden geliyorlar da sanki başları göğe mi eriyor, onları bilen biliyor, sevenler sevmiş, seçenler seçmişte zaten. Örnek mi? İşte İmam-ı Şafii, İmam-ı Azam, İmam-ı Hanbeli, İmam Malik gibi nice ehlisünnet imamlarımızı aradan yıllar geçmesine rağmen halen gönüllerde taht kurup her yönüyle biliniyorlar ya, bu yetmez mi. Dikkat edin cami imamı demiyoruz, mezheb imamı diyoruz. Düşünsenize İmam-ı Şafii bekârlık zamanlarında bile şeyhine hal ve ahvalini arzı endam ederek kıymet bilmiş bir imamız, o teğet geçmemişken biz nasıl olurda birkaç sözde hocaların ağzına bakıp da görmezden gelebiliriz ki. Hakeza Süfyan-ı Sevri gibi bir âlim zat, bir bakıyorsun İmam-ı Azam'dan fıkıh dersi almakla yetinmeyip birde bunun üstüne tasavvuf dersi almakla bu kutsi yola sıcak baktığını pekâlâ müşahede edebiliyoruz. Peki, bütün bu örnekleri üst üste koyduğumuz da bunlar ne anlama geliyor derseniz, her şey gayet açık bir şekilde ortada, bu demektir ki bir insan mezheb imamı da olsa, zahiri âlimde olsa tasavvufi ilme kayıtsız kalamıyor, her halükarda bu kutsi yoldan istifade etme cihetine kayabiliyor. Buna mecbur da. Çünkü tasavvuf ilmi tüm şer’i ilimlere de ab-ı hayat bir kaynaktır. Malumunuz midenin ihtiyacı bir şekilde ekmek su ile giderilebiliyor ama ruhun öyle değil, mutlaka tasavvufi ab-ı hayat deryasına dalmak gerekir ki ruhun ihtiyacı olan manevi gıda karşılanmış olsun. Hakeza tüm şer’i ilimler Tasavvufi Kevser havuzundan kane kane doyasıya beslenmeli ki kuru meşe odunu olmaktan kurtulup ab-ı hayatla buluşabilsinler. Nasıl ki, bir bahçenin bakımında gerektiği şekilde gübresi, suyu verilmezse, o bahçeden verim alınamıyorsa, aynen öyle de bir insanda tasavvufi ab-ı hayat yaşamaksızın ne iştigal ettiği ilimden tad alabilir ne de ibadetinden. Tad almak ancak bu kutsi yolun öncüsü Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmakta mümkün olmayabiliyor. Bikere Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmak öyle sırf kitap okumakla, sırf kulaktan dolma bilgiler edinmekle, sırf bir doktorun gözetiminde psikoterapi seanslarından geçmekle kazanılacak bir haslet değil elbet. İlla ki tasavvufi bir terbiyeden geçmek gerekir ki, Peygamber ahlakıyla boyanabilelim. Yeter ki, bir insan tasavvufi hayata talip olsun bak o zaman çokbilmişlik ya da kitap yüklü merkep olmaktan kendini kurtarması an meselesidir diyebiliriz. Şayet bu kutsi yola talip olmayıp çokbilmişlerin safına kendini atmakla er ya da geç onu kaçınılmaz hazin bir akıbet bekliyor olacaktır. Nitekim bu mesele Kur’an’da Ebû Hâris ve Bel’am bin Baûra gibi çokbilmişlerin nezdinde ibretlik örnek olsun diye şöyle beyan buyrulur da: “Tevrat’ın hükümleriyle yükümlü tutulup da onun hükümlerini yaşamayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin haline benzer. Allah’ın ayetlerini yalanlayan bir toplumun durumu ne acıdır. Allah, zalim bir toplumu hak yola ulaştırmaz.” (Cum’a suresi, 5. ayet)
Evet, bu ayette açıkça çokbilmişlik handikabından kurtulmak için teoriden pratiğe geçmeye çağrı vardır. Öyle ya, madem ilmin kaynağı Yüce Allah (c.c), o halde iştigal edilen ilme ruh katmak gerektir. Ki, ruhsuz ilim kurumuş meşe ağacı gibidir, asla meyve vermeyecektir, meyve vermesi için mutlaka gübreye, suya, güneşe ihtiyaç vardır. İşte bu noktada tasavvuf pek çok zahiri ilimlerin gübresi, suyu ve güneşi olur da. Yukarıda da belirttik ya, tasavvufi ahlak varsa, ancak o zaman ilim kuru meşe odunu olmaktan çıkıp anlam kazanabiliyor, aksi halde o ilim söylem olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Bakınız Seyda Hz.lerinin hayatına yediden yetmişe hemen herkesin gönlünde taht kurması sırf medrese ilmini bitirmiş olmasından kaynaklanan bir gönül yakınlaşması değildir, bizatihi kendisinin ta çocuk yaşlarda hem medrese âlimlerin (mollaların) rahle-i tedrisatından hem de babasının dizinin dibinde tasavvufi terbiyeden geçmenin neticesinden doğan bir Gönül Sultanlığı yakınlaşmasıdır. Nitekim ağaç yaşken eğilir misali hem zahiri hem de manevi Silsile-i Şerife’nin ağacının yetişmenin mahsulü olarak Yüce Allah o’nu otuz sekizinci basamağında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni" ismiyle Sadatlar kervanına katmakla şereflendirilir. Böylece Seyda Hazretleri (k.s), bu şereflenme sayesinde bir yandan maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunu olma hasebiyle, diğer yandan manevi veraset bakımından da otuz sekizinci durakta altun silsilede yerini almak suretiyle gönüllerde taht kurmuş olur da. Nasıl taht kurmasın ki, o’nu gören adeta kendini gönül aynasında görüp dirilişe de geçiyordu. Hiç şüphesiz o’nun gönülleri fethetmesinde etken unsur sadece baba ve anne tarafından ''Seyyid'' evladı olması değildi, bunun yanı sıra medrese ilmiyle donanımlı olması da çok büyük etken unsurdur. Ancak ne var ki, Seyda Hz.lerinin ilmi yönünü bilen yok denecek kadar azdır dersek yeridir. Çünkü insanların kafasında Hoca dendiği zaman ne kadar ayet, ne kadar hadis varsa vaaz kürsüsünden bir bir döktürüp cemaati coşturan insan akla gelmektedir hep. Her ne kadar Seyda Hz.leri içinde Adıyamanlı Hoca diyenler olsa da, bir bakıyorsun alışılmışın dışında sırtında cübbe, başında sarık, elinde bir demet gül bir halde daha çok insanları irşat eder bir Hoca olarak gördük onu. Dahası O, bir mürebbi olarak anlatacaklarını vaaz kürsüsüne çıkmadan bizatihi tedris ettiği ilmini kendi nefsinde tatbik ederek aydınlık meşalesi olmuştur. Şayet O, ta çocuk yaştan beri rahle-i tedrisattan geçtiği medrese ilmini önce kendi hayatında tatbik etmeseydi asla insanları irşad edecek seviyeye ulaşamazdı. İlla ki bir terbiye edicinin elinde irşad olmak gerekir ki, irşad etme konuma gelinebilsin. Gerçektende öyle değil mi, kimi hocalar bir bakıyorsun camiden çıktıktan sonra bir bastonu birde kendisi kala kalmakta. Besbelli ki bu tip hocaların toplum üzerinde etkisi sadece bir saatlik ya da bilemedin iki saatlik bir ateşli konuşmayla sınırlıdır. Elbette ki, insanlara vaaz-ı nasihatte bulunmak gerekir, ancak vaz-ı nasihatte bulunan kişi anlattıklarını hayatında tatbik etmiyorsa söyledikleri havada kalıp asla kalplere nüfuz etmeyecektir. İsterseniz bunu Molla Yahya Hz.lerinin Feyiz dergisine yaptığı bir röportajla bizatihi Seyda Hz.lerinin lisanından işittiği bir hikâye ile örneklendirebiliriz de. Madem öyle, bakalım Molla Yahya el Abbasiİ el Haşimi Hz.leri Seyda Hz.lerinin dilinden bu hikâyeyi nasıl aktarıyor bir görelim:
“Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, âlim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, âlim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır. Kardeşinin yanına geldi, baktı hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu farekuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, senin sarığındaki nedir bu?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi, beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun âlim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seyda’mız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan Salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seyda’mız (k.s) bu şekilde söylerdi.” (Bkz. Feyz Dergisi, Ekim 1996, Sayı 64)
İşte Seyda Hz.lerinin iki kardeş üzerinden vermiş olduğu bu hikâyeden de anlaşılan o ki, ilim bu yolun olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Seyda Hz.leri bu bilinç doğrultusunda Baba Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın vefatının ardından ilk iş olarak irşatsa irşat, muhabbetse muhabbet, ilimse ilim, hemen her alanda mührünü vurup Menzil’i insanların huzur bulacağı mekân haline getirir de. Öyle ki, Menzil’e huzur bulmak için gelenler yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla bugünkü standartların dışında sahabe çorbasına benzer bir çorba ve Fatıma anamızın pişirdiği ekmeğe benzer bir ekmek ikramıyla misafir edilirler de. Düşünsenize dilleri, şiveleri, kültürleri ve renkleri farklı insanları normalde bir araya getirmek mümkün olmazken, bu birliktelik nasıl gerçekleşiyor dediğimizde:
-Bir bakıyorsun diller bir kelimede ittifak etmiş halde kalben ‘Allah’ dediklerini,
-Normal şartlarda insanları ekmek kuyruğuna sokmak mümkün olmazken, bir bakıyorsun Menzilde ekilen buğdayın değirmende un haline getirildikten sonra Fatıma anamızın ekmek hamur mayasıyla yoğrulduğu rivayet edilen fırından çıkan kepekli ekmeği sepet dağıtıcının elinden birer ikişer almak için kuyruğa büyük bir keyifle girdiklerini,
-Yine normal şartlarda memleketlerinde masa üzerinde ayrı ayrı tabaklarda yemeye alışmış insanların bir bakıyorsun kazanlarla hazırlanan çorbaların çanaklara boşaltılmasıyla birlikte hep birlikte diz çöküp aynı kaba kaşık çaldıklarını,
-Büyük bir muhabbetle kaşık çaldıkları çorba bugünkü standartların dışında bulgur çorbasına benzer türden basit ve sade bir çorba olmasına rağmen yine bir bakıyorsun tahta kaşıklarla aşkını muhabbetini kataraktan büyük bir lezzetle yediklerini,
-Yine normal şartlarda memleketlerinde lüks kanepe ve çekyat bazalar da yatmaya alışmış insanların bir bakıyorsun yatma vakti geldiğinde camiinin altında ceketini baş yastık yapıp yerde iki büklüm uzanıp üzerine aldığı tek bir battaniye ile huzur içerisinde uyuya kaldıklarını,
-Anlatılanlardan Menzil bir zamanlar kıraç topraklarmış, ta ki Gavs Hz.leri ve oğulları mesken tutup sondaj vurmasıyla bereket kazanan bu topraklar bir bakıyorsun ab-ı hayat topraklar olarak gelenleri bağrına bastığını,
-Bereket kazanan bu topraklarda yine normal şartlarda insanlara memleketlerinde soğuk suyla duş aldırmak mümkün olmazken, bir bakıyorsun Gavs- Bilvanisi ve Seyda Hz.lerinin sondaj vurmasıyla çıkartılan ab-ı hayat soğuk suyla (Seyda Hz.leri dönemindeki haliyle) üstü açık dört banyonun önünde gusül abdesti için kuyruğa girdiklerini,
-Buraya ziyaret için gelen insanlara memleketlerinde soğuk kış iklim şartlarında el ayak yıkatmak mümkün değilken, bir bakıyorsun sabah vaktinin o soğuğunda kar fırtına demeden şadırvan önünde abdest aldıklarını,
-Yine bu insanlara memleketlerinde 2-3 saatlik uykuyla namaza kaldırmak mümkün olmazken bir bakıyorsun görevlinin ‘haydi sofi namaza’ deyişiyle birlikte derin uykusundan uyanır uyanmaz derhal Seyda Hz.lerinin arkasından namaza koyulduklarını,
İşte bu ve buna benzer daha pek çok ab-ı hayat örnek gözlemlerimizden çıkardığımız netice şu dur ki, Menzil kapısı ümitsizlik kapısı değil, ümitlerin yeşerdiği bir kapıdır. Öyle ki, bu kapıda sofilik kavramına da bir başka anlam yüklenmiştir. Şöyle ki, insanların gözünde sofilik denince her nedense aklına cübbeli, şalvarlı, sarıklı insanlar akla gelmekte hep, oysa Menzil’e gidip sofi olanlara baktığımızda kahır ekseriyetinin kıyafet değişikliğine uğramaksızın ‘Halk içinde Hakk olmak’ türünden muhabbet fedaisi insanlar olduğunu görüyoruz. Kelimenin tam anlamıyla değişiklik kıyafetle değil daha çok huy yönünden gerçekleşmekte. Nitekim bu değişliği bariz bir şekilde insanlarla olan münasebetlerinde muhabbet ve sevgi dolu bakışlarından anlayabiliyoruz da pekâlâ. Hele sofilerle halktan bir insan tanışmaya görsün, sofinin muhabbeti onu da alıp götürür Menzil’e. Gerçekten de sofilerin muhabbeti bir bambaşkadır, bu yüzden her biri için her muhabbet fedaileri sofiler dersek yeridir. Nasıl ki beşeri sınıf içerisinde askerler vatan savunmasıyla dikkatlerden kaçmıyorsa sofilerde muhabbet ve sevgi dolu yürekleriyle dikkatlerden kaçmaz. Keza havas ehlinden de nasıl ki zahiri âlimler vaz-u nasihatleriyle dikkatleri üzerlerine çekiyorlarsa, Rabbani âlimler de her meşrebten insanı irşat etmeleriyle dikkat çekmekteler. Nasıl dikkat çekmesinler ki, irşat halkasına dâhil olan insanlar bir bakıyorsun muhabbet fedaisi sofi olup çıkıyor da. Besbelli ki sofi olmalarında Rabbani âlimlerin çok büyük manevi tasarrufat etkisi söz konusudur. Ki, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s) “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken, sofilerin hem muhabbet fedai yönünü, hem de tasavvufi hayat yolculuğunda (seyr u süluk yolunda) marifet ve hakikat basamaklarından ancak muhabbet bineği ile aşılabileceğini kast etmiştir. Yani bir başka ifadeyle aşk-ı bendi muhabbet bineği edinmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını aşmak pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla bu noktada sofinin dikkat etmesi gereken husus seyr-ü sülûk yolunda ilerlerken binek taşı edindiği muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine sıkı sıkıya tutunmak olmalıdır. Aksi halde basamak basamak ilerleyeceği seyr-u sülûk yolunda Allah muhafaza muhabbet bineğinden tepetaklak yuvarlanabilir. Dahası bu demektir ki; Aşk-ı bendi muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine tutunmakta gevşek davranıldığında vuslat hâsıl olmayacaktır. Öyle ya, madem hedef hakikate ulaşmak o halde bu yolun gereklerini yerine getirmek gerekir. Hakikat peşinden koşanların gevşek davranma lüksü yoktur. Çünkü hakikat bir cevher gibidir şeriat ise bir deniz gibidir. Tarikat da bir vapur gibidir. Ki, o hakikat cevheri bindiği vapurun limanda demirleyeceği ve vuslata ereceği en son menzildir. Anlaşılan aşk-ı bendi vapurunu binek taşı edinmeden Menzili hakikat hedefine erişmek çok zordur. Yukarıda da belirttik ya, bir insan zahiri âlim de olsa, dünyanın ansiklopedik bilgi birikime sahip bilge deha insanda olsa yüreğinde aşk-ı bendi ruh yoksa tüm edindiği bu bilgi birikimlerinin kendisine hiçbir faydası yoktur. Şu bir gerçek bilge insanlar okumuş etmişler ama okuduklarına ruh katmadıkları için Müberra dinimize olan bağlılıkları da hep şekli olmaktadır. Ama sofiler öyle değil, yüreklerinde taşıdıkları aşk-ı bendi ruhla Müberra Dinimize olan bağlılıkları da candan yürekten olmaktadır. Tabii buradan şu anlam çıkmasın; bu kutsi yol sadece muhabbet bineğinden ibarettir diye. Oysaki tasavvufi ab-ı hayata ulaşmak için sofiye muhabbet bineğinin yanı sıra ilimde gereklidir elbet. Her ne kadar âlimlik derecesinde ilim edinmesi gerekmese de en azında ilmihal derecesinde bilgi edinmesi elzemdir diyebiliriz. Kelimenin tam anlamıyla bir sofi Menzili maksuda erişmek için en azından yolda yaya kalmamak için önünü görecek şekilde kendini ilmede adamalı ki, sıkı sıkıya tutunduğu aşk-ı bendi bineğinden uçurumdan tepetaklak aşağıya yuvarlanıp gümbürtüye gitmesin. Malumunuz cahil sofi ancak kendi nefsini koruyabiliyor, kendi dışında hiç kimseye faydası dokunamayacağı muhakkak, ama ilmihal bilgisine sahip bir sofi öyle değil, icabında kendi dışında ümmete de çok faydası dokunacaktır. Hele birde medrese ilminden icazet almış molla sıfatına haiz bir sofi düşünün, hem kendisine ışık olur, hem de ümmete ışık olacaktır. Örnek mi? İşte Mevlana Halidi Bağdadi Hz.leri bunun en canlı örneği. Malumunuz kendisine ‘Zülcenaheyn’, yani çift kanatlı denmesinin sebebi hem zahiri ilimlere vakıf olması hem de Bâtıni ilme haiz zat olmasına binaendir. Öylede olması icab eder, çünkü tek kanatla bir yere kadar uçabilirdi, illa ki bir ikinci aşk-ı bendi kanadı daha edinmeliydi ki ötelerden ötelere tam manasıyla kanatlanıp vuslat hâsıl olabilsin.
Velhâsıl-ı kelam, aşk-ı bendi tasavvuf, ab-ı hayatın ta kendisi bir hayattır.
Vesselam.