Bilindiği üzere 28 Şubat sürecinin tezgâhladığı Aczimendilik sahne aldıktan sonra Türk basınında ortaya çıkan irtica tartışmaları bütün hızıyla değişik türden yorumları beraberinde getirmişti. Malum çok satan kartel medya gazetelerin olayı veriş şekli tezat teşkil etmesi bir yana mütedeyyin Müslümanları ve ehlisünnet tarikat ve cemaatleri karalamaya yönelik sinsi bir planın sahneye konuluş adımıydı. Öyle ki, Aczimendilik üzerinden aba altından sopa gösterilerekten ehlisünnet çizgisini takip eden tüm cemaatler mercek altına alınıp onları zan altında bırakma girişimi gözlerden kaçmaz da. Hatta bazıları işin ölçüsünü kaçırıp sözde İslamcı yazarların ağzından televizyon ekranlarında cümle ehlisünnet itikadı üzerine hareket eden cemaatlere hakaretler yağdırmaktan geri durmayacaklardır. Böylece 28 Şubat ruhuna çanak tutmuş oluyorlardı. İşte her daim kartel medyanın yazılı ve görsel ekranlarına konu manken bu sözde aydınların ağzından dökülen zehir zemberek ifadelerle hadiseler çarpıtılarak İslam’ın ana caddesinde yürümeyi ilke edinmiş mütedeyyin Müslümanlara gözdağı veriliyordu. Daha da yetmedi tankların gölgesinde insanımıza sürekli psikolojik korku salmayı da ihmal etmezler.
Düşünsenize o kâbus dolu yılları, malum gazetelerde sürmanşet olarak aylar süren Aczimendi ve diğer benzeri gruplar üzerinde verdikleri haberlerle asıl dert davaları ehlisünnet çizgisi üzerine hareket eden cemaatleri ve tarikatları irtica yaygarasıyla hedef tahtasına oturtuyorlardı. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökünü kurutacaklarını düşlüyorlardı güya. Derken düşledikleri Saiklerden hareketle İslam’ın yükselişini durduracak manevralara girişivermişlerdir. Tabii onların bir hesabı varsa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı. Nitekim onca irtica yaygaraları kopartılaraktan bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat ruhu 2002 yılı itibariyle Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle birlikte adım adım tükenişe geçtiğine şahit olduk. İyi ki 28 Şubat kalıntısı Anasol-M hükümeti düşüp milletin derin feraseti devreye girdi de 28 Şubat ruhu tarihin tozlu raflarına terk edilip artık gelinen noktada 2023 Yeni Türkiye’den söz eder olduk.
Gerçekten de o yıllar tam manasıyla felaket yıllardı, sıkıysa o yıllarda 28 Şubat aleyhine bir kalem oynatıla, hemen ipe sapa gelmez suçlamalarla hakkından geliniyordu. Ah zavallı adam, mesnetsiz suçlamalar karşısında cevap verse bir türlü vermese bir türlü, her iki durumda da kapana kıstırılmaktan kurtulamazdı. Zaten 28 Şubat denince ölçüsüzlüğün biri bin pirim yaptığı atmosferde kendine direnenleri silindir gibi ezip geçtiği, yalakalık yapanlara da paspas muamelesine tabii tuttuğu bir sürecin adı olarak akla takılır. Hele bu süreçte anlı şanlı bir kartel medyamız vardı ki, evlere şenlik, 28 Şubat ruhuna tam göbekten bağlıydılar. Öyle ki apoletli askerlerin talimatları doğrultusunda haber yapmaktan zevk alacak kadar zıvanadan çıkmışlardı. Nasıl bir medyaysa gece gündüz askeri paşaların talimatları doğrultusunda tuttukları günlüklerle milletin kuyusunu kazmışlardır. Bu nasıl gazetecilikse 28 Şubat ruhunun ortaya koyduğu psikolojik sindirme harekâtının baş aktörleri olmayı onurlarına yedirebilmişlerdir. Maalesef cibilliyetleri buna müsait zaten, dolayısıyla her türlü onursuzluğu mideleri kaldırabiliyor. Onların kaldıramadıkları şey belli, malum, milletin baş tacı ettiği sevgi ocakları ve dergâhların varlığıdır. Onların gözünde sevgi ocakları örümcek ağı, irtica yuvasıdır. Düşünsenize daha şeriat, tarikat ve cemaat gibi kavramların ne manaya geldiğini sorup soruşturmadan habire karalama ciheti yoluna gitmişlerdir. Oysa söz konusu hedef tahtasına oturttukları cemaat ya da müntesiplerin kullandıkları kavramlara aşina olabilselerdi asıl irtica şablonu tarifine bizatihi kendilerinin birebir uyum sağladığının tespiti zor olmayacaktı. Sanki aya füze fırlattıkta dedemizin şalvarı, sakalı ya da nenemizin eşarbı mı mani oldu? İşte anlı şanlı kendini ilerici sanan kartel medya kalemşorlar her şeyi tersyüz göstererek aslında ufuksuzluklarını ortaya koymuşlardır. Dedik ya ufku dar adamlar, onlardan başka bir şey beklenemezdi zaten. Bir şey bekleyeceksek, beklenecek adres belli; aziz milletimizin feraseti elbet.
İyi ki de feraset sahibi milletimiz var. Hem nasıl milletmişiz, baksanıza gelmişiz dünyaya hiç kimseden akıl almaksızın 28 Şubat zihniyetinin izlediği metodun ilim mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu çözecek derinlikte ferasetin gücüyle 2002 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşımakla göstermiştir. İşte bu feraset yanımız 28 Şubat postmodern darbe zihniyetini tarihin çöplüğüne atmayı bilmiştir. Belli ki milletimizin bu engin feraseti ehlisünnet kaynaklı yaşantısının yansıması ferasettir. Şayet kartel medya da milletimizin bu derin ferasetine ve sağduyusuna uygun tavır ortaya koyabilseydi sözde İslamcı radikal gruplarla mütedeyyin Müslümanları birbirine karıştırıyor olmayacaktı. Bundan da öte kendi meslekleri açısından etik haber veya objektif habercilik yapmış olacaklardı. Her şey bu kadar gayet basitken, bir anda çirkin yollara tevessülle 28 Şubat postmodern darbenin amigoluğuna soyunmuş bir medyayı karşımızda bulduk. Aslında bu maraz durum medyanın eskiden beri kurtulamadığı maraz bir illettir. Öyle bir maraz hastalık ki sapla saman her defasında karıştırılarak manşet haberler belirlenip servis edilir. Derken tarikat mensubu olmayanlar tarikatçı, şarlatanlarda şeyh olarak takdim edilebiliyor. Onlar aslı astarı olmayan haber yapmaktan geri durmaya dursunlar bikere milletimiz her şeyin farkında, hiç boşa heveslenmesinler kimseyi kandıramazlar. Kaldı ki sonradan türemiş ne idüğü belirsiz ehlisünnet dışı grupların gerçek tarikatmış gibi yutturulma girişimlerinin fitneye yelken açtıklarına bizatihi yakın tarihimiz şahit. İşte 31 Mart vakası, işte yargısız infaz mantığı çerçevesinde kurulan İstiklal mahkemeleri, işte Menemen olayları ve daha nice provokatif girişimler bunun en tipik misalleridir.
Geçmişten bugüne tüm provokatif hadiselere baktığımızda hemen hepsinin ortak özelliği nerde Asrı Saadet hayatını örnek almamış, nerde tasavvuf düşmanı, nerde ehlisünnet mezhep karşıtı, nerde hadis tanımayan sözde İslamcı gruplar varsa onlar üzerinde “İşte Müslümanlık budur” demeye getirerekten ortalığı fitneyle bulamakta mahir olmalarıdır. Medya etiği hak getire, etiğin sadece adı var, asıl etikten söz edecekse bunu milletimizin derin sinesinde ziyadesiyle mevcut zaten. Düşünsenize kartel medyanın her türlü alavere ve dalaveresini derin sinesinde çözüp kurguladıkları planlarını er geç boşa çıkarabiliyor. İşte bu ferasettir ki, 28 Şubatın ürettiği Aczmendiliğin Ergenekon örgütlenmeye temel destek teşkil edecek bir oluşum olduğunu milletçe fark etmekte gecikmedik. Böylece bu grubu kendi oyunuyla baş başa bırakıvermiş olduk. Üstelik Said Nursi Hz.lerinin ismini kullanarak hareket eden bir güruhtur.Oysa kazın ayağı hiçte öyle değildi, asla Risale-i Nur metoduyla uzaktan yakından alakaları olmadıklarını Ankara caddelerinde yürüyüşleriyle çoktan kendini ele verdiler de. Dedik ya milletçe bu ve buna benzer filmleri biz daha önceden de seyretmiştik, öteden beri alışık olduğumuz oyundu bu. Hani şu her yıl anısına düzenlenen Kubilay’la simgeleştirilen Menemen olayı var ya, işte bu olayı irdelediğimizde Aczmendi harekâtıyla benzerliğini anlamakta zorlanmayız da. Malum Menemen hadisesi esrarkeş Mehmed’e havale edilerek sahneye konmuştu. İlk iş Menemende Camii içindeki minberden aldığı yeşil bayrağın altına topladığı kişilere; “Bayrağın altına girmeyen kâfirdir” diye nara attırmak olur, akabinde Kubilay’ın canına katledilecek provakatif hadiseler gerçekleşir. Tarih tekerrür edecek ya, bu kez bu senaryoyu 28 Şubat sürecinde izledik. Gerçektende Aczmendi kılığında bir grubu ‘Şeriat isterük’ diye sokağa salaraktan “İşte Müslümanlık budur” dedirtecek bir oyunla tüm mütedeyyin Müslümanların defteri dürülmesi hedeflenmiştir. Allah’tan kurguladıkları oyun Milletimizin derin sinesi sayesinde duvara toslayacaktır.
Evet, Türkiye’de ara ara sunulmak üzere izlettirilen her senaryo geçmişte izlediğimiz filmlerin tekrarından başkası değil elbet. Hele ki yürürlüğe konulan senaryoda rol alan aktörlerin köklerine inildiğinde görülecektir ki; bunların her biri İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi fitne mümessillerinin bir değişik versiyonu oyunculardır. Dün nasıl ki Hasan Sabbah Selçukluya karşı Alamut kalesinden efsunladığı fedaileriyle intihar timleri oluşturmuşsa, 15 Temmuz 2016’da FETÖ Pensilvanya’dan gönderdiği talimatlarla efsunladığı çeteler vasıtasıyla Meclise, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, Emniyet binalarına, halkımıza havadan karadan bomba yağdırma cüretine yeltenebilmiştir. Allah’tan ki tarihten bugüne oynanan oyunlarda rol alan tüm fitne aktörlerin oyunları bir şekilde hakikat karşısında tarihin çöplüğüne gömülebiliyor. Ama şu da var ki, bir fitne hareketi gidip yerine bir başka türeyebiliyor da. İlla tekerrür etmesin diyorsanız İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in haykırışına kulak vermek kâfidir. Bakın ne diyor:
“Tarih tekerrür diye tarif ediyorlar
Düşünsenize o kâbus dolu yılları, malum gazetelerde sürmanşet olarak aylar süren Aczimendi ve diğer benzeri gruplar üzerinde verdikleri haberlerle asıl dert davaları ehlisünnet çizgisi üzerine hareket eden cemaatleri ve tarikatları irtica yaygarasıyla hedef tahtasına oturtuyorlardı. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökünü kurutacaklarını düşlüyorlardı güya. Derken düşledikleri Saiklerden hareketle İslam’ın yükselişini durduracak manevralara girişivermişlerdir. Tabii onların bir hesabı varsa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı. Nitekim onca irtica yaygaraları kopartılaraktan bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat ruhu 2002 yılı itibariyle Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle birlikte adım adım tükenişe geçtiğine şahit olduk. İyi ki 28 Şubat kalıntısı Anasol-M hükümeti düşüp milletin derin feraseti devreye girdi de 28 Şubat ruhu tarihin tozlu raflarına terk edilip artık gelinen noktada 2023 Yeni Türkiye’den söz eder olduk.
Gerçekten de o yıllar tam manasıyla felaket yıllardı, sıkıysa o yıllarda 28 Şubat aleyhine bir kalem oynatıla, hemen ipe sapa gelmez suçlamalarla hakkından geliniyordu. Ah zavallı adam, mesnetsiz suçlamalar karşısında cevap verse bir türlü vermese bir türlü, her iki durumda da kapana kıstırılmaktan kurtulamazdı. Zaten 28 Şubat denince ölçüsüzlüğün biri bin pirim yaptığı atmosferde kendine direnenleri silindir gibi ezip geçtiği, yalakalık yapanlara da paspas muamelesine tabii tuttuğu bir sürecin adı olarak akla takılır. Hele bu süreçte anlı şanlı bir kartel medyamız vardı ki, evlere şenlik, 28 Şubat ruhuna tam göbekten bağlıydılar. Öyle ki apoletli askerlerin talimatları doğrultusunda haber yapmaktan zevk alacak kadar zıvanadan çıkmışlardı. Nasıl bir medyaysa gece gündüz askeri paşaların talimatları doğrultusunda tuttukları günlüklerle milletin kuyusunu kazmışlardır. Bu nasıl gazetecilikse 28 Şubat ruhunun ortaya koyduğu psikolojik sindirme harekâtının baş aktörleri olmayı onurlarına yedirebilmişlerdir. Maalesef cibilliyetleri buna müsait zaten, dolayısıyla her türlü onursuzluğu mideleri kaldırabiliyor. Onların kaldıramadıkları şey belli, malum, milletin baş tacı ettiği sevgi ocakları ve dergâhların varlığıdır. Onların gözünde sevgi ocakları örümcek ağı, irtica yuvasıdır. Düşünsenize daha şeriat, tarikat ve cemaat gibi kavramların ne manaya geldiğini sorup soruşturmadan habire karalama ciheti yoluna gitmişlerdir. Oysa söz konusu hedef tahtasına oturttukları cemaat ya da müntesiplerin kullandıkları kavramlara aşina olabilselerdi asıl irtica şablonu tarifine bizatihi kendilerinin birebir uyum sağladığının tespiti zor olmayacaktı. Sanki aya füze fırlattıkta dedemizin şalvarı, sakalı ya da nenemizin eşarbı mı mani oldu? İşte anlı şanlı kendini ilerici sanan kartel medya kalemşorlar her şeyi tersyüz göstererek aslında ufuksuzluklarını ortaya koymuşlardır. Dedik ya ufku dar adamlar, onlardan başka bir şey beklenemezdi zaten. Bir şey bekleyeceksek, beklenecek adres belli; aziz milletimizin feraseti elbet.
İyi ki de feraset sahibi milletimiz var. Hem nasıl milletmişiz, baksanıza gelmişiz dünyaya hiç kimseden akıl almaksızın 28 Şubat zihniyetinin izlediği metodun ilim mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu çözecek derinlikte ferasetin gücüyle 2002 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşımakla göstermiştir. İşte bu feraset yanımız 28 Şubat postmodern darbe zihniyetini tarihin çöplüğüne atmayı bilmiştir. Belli ki milletimizin bu engin feraseti ehlisünnet kaynaklı yaşantısının yansıması ferasettir. Şayet kartel medya da milletimizin bu derin ferasetine ve sağduyusuna uygun tavır ortaya koyabilseydi sözde İslamcı radikal gruplarla mütedeyyin Müslümanları birbirine karıştırıyor olmayacaktı. Bundan da öte kendi meslekleri açısından etik haber veya objektif habercilik yapmış olacaklardı. Her şey bu kadar gayet basitken, bir anda çirkin yollara tevessülle 28 Şubat postmodern darbenin amigoluğuna soyunmuş bir medyayı karşımızda bulduk. Aslında bu maraz durum medyanın eskiden beri kurtulamadığı maraz bir illettir. Öyle bir maraz hastalık ki sapla saman her defasında karıştırılarak manşet haberler belirlenip servis edilir. Derken tarikat mensubu olmayanlar tarikatçı, şarlatanlarda şeyh olarak takdim edilebiliyor. Onlar aslı astarı olmayan haber yapmaktan geri durmaya dursunlar bikere milletimiz her şeyin farkında, hiç boşa heveslenmesinler kimseyi kandıramazlar. Kaldı ki sonradan türemiş ne idüğü belirsiz ehlisünnet dışı grupların gerçek tarikatmış gibi yutturulma girişimlerinin fitneye yelken açtıklarına bizatihi yakın tarihimiz şahit. İşte 31 Mart vakası, işte yargısız infaz mantığı çerçevesinde kurulan İstiklal mahkemeleri, işte Menemen olayları ve daha nice provokatif girişimler bunun en tipik misalleridir.
Geçmişten bugüne tüm provokatif hadiselere baktığımızda hemen hepsinin ortak özelliği nerde Asrı Saadet hayatını örnek almamış, nerde tasavvuf düşmanı, nerde ehlisünnet mezhep karşıtı, nerde hadis tanımayan sözde İslamcı gruplar varsa onlar üzerinde “İşte Müslümanlık budur” demeye getirerekten ortalığı fitneyle bulamakta mahir olmalarıdır. Medya etiği hak getire, etiğin sadece adı var, asıl etikten söz edecekse bunu milletimizin derin sinesinde ziyadesiyle mevcut zaten. Düşünsenize kartel medyanın her türlü alavere ve dalaveresini derin sinesinde çözüp kurguladıkları planlarını er geç boşa çıkarabiliyor. İşte bu ferasettir ki, 28 Şubatın ürettiği Aczmendiliğin Ergenekon örgütlenmeye temel destek teşkil edecek bir oluşum olduğunu milletçe fark etmekte gecikmedik. Böylece bu grubu kendi oyunuyla baş başa bırakıvermiş olduk. Üstelik Said Nursi Hz.lerinin ismini kullanarak hareket eden bir güruhtur.Oysa kazın ayağı hiçte öyle değildi, asla Risale-i Nur metoduyla uzaktan yakından alakaları olmadıklarını Ankara caddelerinde yürüyüşleriyle çoktan kendini ele verdiler de. Dedik ya milletçe bu ve buna benzer filmleri biz daha önceden de seyretmiştik, öteden beri alışık olduğumuz oyundu bu. Hani şu her yıl anısına düzenlenen Kubilay’la simgeleştirilen Menemen olayı var ya, işte bu olayı irdelediğimizde Aczmendi harekâtıyla benzerliğini anlamakta zorlanmayız da. Malum Menemen hadisesi esrarkeş Mehmed’e havale edilerek sahneye konmuştu. İlk iş Menemende Camii içindeki minberden aldığı yeşil bayrağın altına topladığı kişilere; “Bayrağın altına girmeyen kâfirdir” diye nara attırmak olur, akabinde Kubilay’ın canına katledilecek provakatif hadiseler gerçekleşir. Tarih tekerrür edecek ya, bu kez bu senaryoyu 28 Şubat sürecinde izledik. Gerçektende Aczmendi kılığında bir grubu ‘Şeriat isterük’ diye sokağa salaraktan “İşte Müslümanlık budur” dedirtecek bir oyunla tüm mütedeyyin Müslümanların defteri dürülmesi hedeflenmiştir. Allah’tan kurguladıkları oyun Milletimizin derin sinesi sayesinde duvara toslayacaktır.
Evet, Türkiye’de ara ara sunulmak üzere izlettirilen her senaryo geçmişte izlediğimiz filmlerin tekrarından başkası değil elbet. Hele ki yürürlüğe konulan senaryoda rol alan aktörlerin köklerine inildiğinde görülecektir ki; bunların her biri İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi fitne mümessillerinin bir değişik versiyonu oyunculardır. Dün nasıl ki Hasan Sabbah Selçukluya karşı Alamut kalesinden efsunladığı fedaileriyle intihar timleri oluşturmuşsa, 15 Temmuz 2016’da FETÖ Pensilvanya’dan gönderdiği talimatlarla efsunladığı çeteler vasıtasıyla Meclise, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, Emniyet binalarına, halkımıza havadan karadan bomba yağdırma cüretine yeltenebilmiştir. Allah’tan ki tarihten bugüne oynanan oyunlarda rol alan tüm fitne aktörlerin oyunları bir şekilde hakikat karşısında tarihin çöplüğüne gömülebiliyor. Ama şu da var ki, bir fitne hareketi gidip yerine bir başka türeyebiliyor da. İlla tekerrür etmesin diyorsanız İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in haykırışına kulak vermek kâfidir. Bakın ne diyor:
“Tarih tekerrür diye tarif ediyorlar
İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” Evet, bu haykırış meramımızı anlatmaya yeter artar da.
Şu da var ki İbn-i Sebe, Hasan Sabah gibi fitne önderi aktörler her devirde türese de bunun karşıtı ışık fenerlerimizde her devirde panzehir olmak için var olacaktır. Nasıl mı? İşte Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali nisbetinden gelen Tarikatı Aliyelerin Pirlerinin varlığı bu gerçeği teyid ediyor. İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen Tarikat-ı Aliyeler var da her dönemde fitne hareketlerinin üstesinden gelebiliyoruz. Çünkü fitne hareketleri zehir, sevgi ocağı merkezler ise panzehirdir. O halde bize ehlisünnet yolu üzerine hareket eden ışık fenerlerine tabii olmak düşer.
Belli ki dünya döndükçe hak batıl kavgası devam edecek. Hele ki dine duyarlılık dünyada yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır. Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır. Her ne kadar günümüz kriterlerinde istihbarat ve askeri güç gerekliliği vurgulansa da, zihinleri algı operasyonlarıyla esir almak cephede vuruşmaktan daha akıllıca yöntem gibi gözüküyor. Zaten algı operasyonlarıyla zihinlere pranga vurmak vahşi batının huyudur, dün olduğu gibi bugünde fethedeceği ülkeleri birtakım içi boş kavram ve sloganlarla avlamayı alışkanlık hale getirmekten yüksünmezler de. Baksanıza böylesi alışkanlıkla herhangi bir ülkeyi balistik füzelerle ve bombalarla işgal etmektense o ülkenin yerli kültürleri kurutmanın maliyeti çok daha ucuzdur, niye alışkanlık edinmesinler ki. Hani, huylu huyundan vazgeçmez derler ya, aynen öylede Batı dünyası bir zamanlar tehdit gördüğü komünizmin çöküşüyle birlikte kendine yeni rakip güç olarak İslam’ı seçmiştir. İslam’ı tüm ülke halklarının gözünde küçük düşürebilmek için denemediği yol ve uygulamadığı senaryo bırakmadı. Onlar deneye dursun şu da var ki güneş balçıkla sıvanamaz, er geç Allah nurunu tamamlayacak, buna inancımız tam da.
İslam’ın kendine özgü yapısından mı, ya da sürekli gündemde kalmasından mı bilinmez amma, her iki halde de İslam’ın gücüne güç kattığı muhakkak. Hatta Müberra dinimizi İslami fobi (korku dini) yaftasıyla yayılışı engellenmeye çalışılsa da hele şükür İslam’ın cezb ediciliği devam etmektedir. Tabii böylesi cezb edicilik zinde güçler için hiçte arzu edilmeyen durumdur. Üstelik Müslümanların kahır ekseriyeti radikal oluşumlardan yana tavır koymayıp, tam aksine insanı kâmillerin etrafında halka oluşturmakta. Tabii bu da zinde güçlerin arzu etmediği durum, çünkü İslami fobi yaftasını boşa çıkartacak tek silah sevgidir. Sevgi ile fethedilemeyecek kale yoktur zaten. Ancak bir takım zinde güçler buna da kendince bir yöntem bulup hakiki mürşitlere karşı alternatif sahte mürşit kılığında aktörlerle İslam’ın yayılışının önüne geçebileceğini düşünüyorlar. Dahası bu yöntemle ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini akamete uğratacaklarını sanmaktalar, oysa büyük yanılgı içerisindeler. Bikere hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu” (Allah’ım isteğim sen, maksadım senin rızanı kazanmaktır) üzere tanzim etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh yöntem önleyebilir ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır olduktan sonra her halükarda hak gelince batılın zail olması kaçınılmazdır. Allah korusun niyetten sapma olduğunda düşüş bizim içinde kaçınılmaz elbet. Madem öyle neydik edip Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak düşmemeye gayret etmek lazım gelir. Zira gayret bizden Tevfik Allah’tandır.
Aman Allah’ım neydi o günler, tek dert davası Allah olan gönül sultanlarının varlığına tahammül edemeyen bir takım iç ve dış zinde güçler, bazı taşları yerinden oynatmak adına Aczimendi ve Ali Kalkancı gibi figürleri 28 Şubat postmodern darbeye malzeme yapmışlardı. Böylece Müslümanların canına okuyacaklarını düşünüyorlardı. Neyse ki necip milletimizin feraseti sayesinde bu oyunlar her defasında akamete uğrayabiliyor. Dedik ya sık sık aynı oyunları pek çok defalar seyrettiğimizden eskisi kadar yutmuyoruz. İlginçtir magazin dünyasının ünlü isimlerinden, aynı zamanda JİTEM’in yayın organı strateji dergisinde çalışan Sisi lakaplı Seyhan Soylu bir travesti Müslümanlar üzerinde oynanan oyundaki rolünü itiraf edebilmiştir. Nitekim açıklamalarına baktığımızda; 28 Şubat postmodern darbeye zemin hazırlamak adına bizatihi bu işi tezgâhlayanların içerisinde bulunduğunu ve bu iş için Ali Kalkancı, Müslim Gündüz, Fadime Şahin gibi tiplemelerin kullanıldığını görüyoruz. Her ne kadar Sisi’nin itirafı geç kalınmış bir itiraf olsa da, sonuçta 28 Şubat post modern darbenin milletin canını okumaya yönelik bir hareket olduğunu tarihe not düşmesi bakımdan kayda değer buluyoruz. İyi ki de tarihe not düşüldü de bu ve buna benzer itiraflar sayesinde 28 Şubatın maskesini düşürecek komisyonun kurulduğuna şahit olabildik. Gerçektende Ak Parti iktidarı döneminde kurulan Meclis araştırma komisyonunun yaptığı çalışmalarda Aczimendi ve Kalkancı hadiselerin arka planında birtakım zinde kuvvetlerin varlığı bir kez daha doğrulanmış oldu. Artık şu anlaşıldı ki; 28 Şubat demek irtica bahanesinin arkasına sığınaraktan İslam’ı silme amaçlı postmodern darbe girişimidir. Daha da ilginç olan Kalkancı’nın 28 Şubat postmodern darbenin ürettiği bir sahte şeyh rolünde İslam’dan bihaber biri olduğunun ortaya çıkmasıdır. Belki içlerinde olup biteni okuyamamanın cehaletiyle samimi kişiler var olmuş olabilir, ama ortada bir tezgâhın döndüğü besbelliydi. Sonuçta bilerek veya bilmeyerek de olsa bu adi ve sinsice oynanan oyuna alet olmaları hasebiyle yinede tövbe etmeleri gerekir. Zira tövbe kapısı son nefese kadar açıktır. Bakın, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü de Mekke’nin fethinde Müslümanlara acımasızca zulüm yapmış birkaç kişinin dışında bütün müşrikleri affetmiş ve onlara şöyle buyurmuştu: “Bende Yusuf’un kardeşlerine ‘bugün size kınama yok. Allah sizi affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir.’ Dediği gibi derim… Gidin, serbestsiniz”
Fatih Sultan Mehmet’te Peygamber dilinden övülmüş kumandan edasıyla Topkapı surlarından İstanbul’a girerken gayrimüslimlere aynı hoşgörü ve hürriyet tavrı gösterip; ‘Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmek daha yeğdir’ lafını söylettirebilmiştir. Yine günümüz Türkiye’sinde Seyda (k.s)’de kendisini karalamaya çalışan basına karşı söylediği o müthiş söz aynı kaynaktan beslenmiş bir başka tavrı ortaya koyuyordu:
—Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir.
İşte bu müthiş kayda değer sözlere bilmem başka daha ne eklenebilir ki?
İrtica tartışmalarından çıkaracağımız bir diğer husus ta uçuk kaçık şeylere itibar etmemek olmalıdır. Maalesef yozlaşmanın doruğa ulaştığı şu fani dünyada kendine çıkış yolu arayan bir takım insanlar psikolojik ihtiyaç gördüğü şova dayalı sahte tarikat ve sahte önderlerden medet ummaları hakiki tarikatlara, hakiki mürşitlere gölge düşürebiliyor. Ehlisünnet çizgisinde yürüyen tasavvuf yolunu tercih etmek gerekirken maalesef istidrac kaynaklı gösterişe dayalı sapık yollara tevessül edilmekte. Oysa ölçüsü Allah ve Resulünün hakikatleri olan bir müminin tercihi, Risale-i Kuşeyri’de beyan buyrulan ‘istikamet’ üzere giden yol olmalıdır. Bakın Rabbani âlimler ne diyor;
“Her kim ki bizde İslam’a ve sünnet-i seniyye’ye aykırı bizi uyarmazsa ruz-i mahşerde iki elimiz yakasında davacı oluruz.” Böyle demekle de çok haklılar, çünkü müminin kerameti, müminin istikametidir.
Vesselam.