Bakmayın siz öyle başlığa bakıp ta 12 Eylül mazlumu dememize, aslında o mazlumluk hakikatte manevi makam alması içindir. Nasıl ki, bir müminin ayağına diken batsa günahlarına kefaretse, veli kullar içinse o diken manevi makam kat etmektir.
Düşünsenize o çile dolu yılları, asıl dert davaları sağ sol kavgalarına son verip akan kanı durdurmak değil, bağcıyı dövmekti. Hem nasıl oluyorsa 12 Eylül öncesi dökülen kan ihtilalin ilk gününde bıçaktan kesilir gibi bir çırpıda durabiliyor. Hadi bu neyse de, darbe heveslilerine 12 Eylül öncesi akan kan için daha ne duruyorsunuz denildiğinde ‘olayların daha da olgunlaşmasını bekliyoruz’ tarzında verdikleri beyanatlarla bariz bir şekilde akan kana çanak tuttuklarını görüyoruz. Evlat acısından yoksun böylesi darbe zihniyetinden başka bir şey beklenemezdi zaten. Darbe yaptılar da ne oldu? Bir yandan devletin temeline dinamit koymak isteyen beşinci kol faaliyeti zihniyetle, devleti ebed müddet bilen yerli zihniyeti aynı kefeye koyup her iki tarafı da 12 Eylül zindanlarında çürütmekle sözüm ona güya denge sağladığını gözümüzün içine baka baka yaptı. Yine bu sinsi denge hesabıyla meydanlarda dedesinin imam olmasından dem vuraraktan halkın gözünü güya bunla boyayıp ehlisünnet çizgisi üzere olan ehlisünnet cemaat ve ehli tarikleri irtica kapsamında hedef tahtasına oturttu. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökünü kurutacaklarını düşlüyordu. Sanıyordu ki dipçikle milletin derin irfanını yok edecekti, etrafına dizdiği apoletli kurmaylarıyla birlikte tek güç ‘ben’ diyordu habire. Nasıl güçse 98 yaşında öldüğünde neredeyse cenazesini kaldıracak adam çıkamaz oldu, hatta arkasından doğru dürüst bir topluluk bile bulunamadan mezara uğurlanıverdi. İlginçtir bir zamanlar hedef aldığı Gönül Sultanı vefat eder etmez teninin daha sıcaklığı soğumadan bir anda Ankara’dan uzun araba kuyruklar eşliğinde Menzile uğurlanıp Fatihalarla defnedilirken, kendisi ise vefat ettiğinde adeta kral çıplak olarak defnedilmiştir. Tabii onların bir hesabı vardıysa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı. Kaldı ki Allah dostları kınından çıkmayan kılıç gibidirler. İşte kınına dokunanın bir bilmediği gerçek vardı ki, o dokunuşun yanına kâr kalmayacağı gerçeğidir. Her ne kadar o Gönül Sultanı “Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir” düsturuyla kendine reva görülen sürgün çilesini göğüslese de Yüce Yaradan (c.c) yarattığı dostum dediği veli kullarının kınına dokunup ta inciteni hem bu dünyada hem de öteki dünyada karşılıksız bırakmıyor. Zira Yüce Allah (c.c) ‘Her kim veli kuluma düşmanlık ederse bende ona karşı harb ilan ederim…” beyan buyurmakta (Buhari hadis). Anlaşılan kul affetse de Allah affetmiyor.
Evet, darbe yılları tam manasıyla kâbus yıllardı, sıkıysa 12 Eylül sonrası Kenan Evren aleyhine bir kalem oynatıla, hemen hakkından geliniyordu, Fakat onca aldığı sıkı tedbirlere rağmen Allah gözünden bir şeyi kaçıracak ya, evdeki hesap çarşıya uymaz misali düşündüğünün tam tersine Özal’ın iktidara gelmesiyle birlikte şok hali yaşayacaktır. Yani tüm hesaplarını altüst edecek bir gelişmeydi. Öyle ki, Özal başbakan sıfatıyla daha ayağının tozuyla iş başı yapar yapmaz kendisine yaptığı ilk teklif o Gönül Sultanının mecburi ikametinin kaldırılması olacaktır. Ki, bu teklif midesini bulandıracaktır. Midesini bulandırması da gayet tabiidir. Çünkü cibilliyeti buna müsaitti, nasıl bir cumhurbaşkanıysa her türlü onursuzluğu midesi kaldırabiliyor, söz konusu milletin baş tacı ettiği Gönül Sultanı olunca midesi bulanıyor. Ne diyelim, kendince çağdaşlığın ölçüsü bu ya, bu çağda da sevgi ocağımı olur, evliya mı olur handikabına düşmüştür. Sanki kendisi apoletli kurmaylarıyla birlikte aya füze fırlattı da onu engelleyen olmuş, oysa ne dedemizin şalvarı cübbesi, ne sakalı sarığı, ne de nenemizin eşarbı hiçbir şeye mani değildi. Nitekim kendini çağdaş sanan bu zavallıcık diktatörün ölümüyle birlikte yalnız başına toprağa karışması tüm ufuksuzluğunu ortaya koymaya yetmiştir. Dedik ya ufku dar adamdan başka ne bekleyebilirdik ki. İlla bir şey bekleyeceksek, beklenecek adres belli; bu aziz milletimizin gönül aynası, feraseti ve derin sinesidir elbet.
İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen Tarikat-ı Aliyeler var da gönül aynamız onlar sayesinde aydınlanmakta. Çünkü sevgi ocakları her türlü fitne fücurun panzehiridirler. Besbelli ki dünya döndükçe hak ve batıl arasında kavga bitmeyip devam edecektir. Hele ki dine duyarlılık dünyada yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır. Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır. Onlar sanal düşman üretmeye dursun şu da var ki güneş balçıkla sıvanamaz. Çünkü Allah’ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye.
Aklınca ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini akamete uğratacağını sanıyordu, oysa çok büyük yanılgı içerisindeydi. Bikere hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu” (Allah’ım isteğim sen, maksadım senin rızanı kazanmaktır) üzere tanzim etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh ve yöntem önleyebilirdi ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır diyen bir manevi güç karşısında her tür sinsi tezgâhın tarihin çöplüğüne gömülmesi kaçınılmazdır.
O fırtınalı günlere bir bakınız, Fehmi Koru ve Taha Kıvanç (mahlas ismi) tek dert davası ‘Allah’ olan bir Gönül Sultanının varlığına tahammül edemeyenlerin düştükleri hazin durumu köşesinde nasıl analiz ediyor bir görelim:
ZIRVA TEVİL GÖTÜRMEZ
Türkiye'de bir ''yetkili bunalım'' var. Başbakan Turgut Özal hükümetin başı ve yürütmeni ''en yetkilisi'' sıfatıyla ''İnançlara müdahale etmem ve ettirmem'' diye konuşuyor, ama bir başka ''yetkili''de gazete gazete dolaşarak inançlara müdahale edilmesi sonucunu getireceği umuduyla akıl almaz iddialarda bulunuyor. Adını açıkça vermediği için, ne derece ''yetkili'' olduğunu bilemediğimiz bu ikinci "yetkili''nin yetkisinin ''esas yetkili'' olması gereken Sayın Özal tarafından büyük bir yetkiyle elinden alınacağını umarız. İş resmen bir ara Fransız tiyatrocuların denediği absurd (zırva) piyeslere döndü. İşin adı ''zırva'' olunca ne yapılırsa seyircinin kabul etmek zorunda kalacağı piyeslere...
Şunları dikkatle okuyun: Türkiye'deki tarikatları kiliseler besliyormuş. Nakşibendîlerin Adıyaman Grubu'nun Şeyh'ine kiliseler destek sağlıyormuş.
''Bay yetkili''nin, muhabiri aracılığıyla, ''büyük gazete''yi fena halde işlettiği belli.
Gazetecilikte önemli olan mümkün olduğunca hatasız gazete çıkarmaktır. Haberler süratle aktığı için her aşamada denetim mekanizmaları söz konusudur. ''Zırva Haber'' muhabir tarafından yazılmıştır, ama gazetenin Ankara Haber Müdürü (Esen Ünür) ve büro temsilcisi (Ertuğrul Özkök) tarafından okunarak onaylanmıştır. Ardından Haber Merkezi'ne geçilip orada gazetenin Haberler Müdürü (Şevket Özçelik veya Mehmet Yaşın) tarafından okunmuştur. Manşet olacak değerde bulunduğuna göre Genel Koordinatör (Çetin Emeç)'de mutlaka bir göz atmıştır. Masa başı hazırlandığı için, muhtemelen gazetelerin bütün müdürlerinin katıldığı sabah toplantısına da getirilmiştir. Bunun anlamı, dün sabah biz okumadan önce en azından 25 kişinin o haberi gözden geçirmiş olduğudur. Bu kadar adamın eli değdiği halde bu kadar zırva!
Zırva 1. Müslümanlara kilise desteği: Bütün dünyada her ikisi de yayılmacı (misyoner) din olduğu için, İslâm ile Hıristiyanlık arasında ciddi bir çekişme vardır. Kilise'nin babaları dünyanın hızla İslâm'a kaymasından şikâyetçidirler. Dünya Kiliseler Birliği ve Vatikan, İslâm ülkelerini Hıristiyanlaştırmak, ya da en azından İslâm'dan soğutmak için büyük çaba göstermektedir. Son yıllarda körfez ülkeleriyle birlikte Türkiye'de hedef ülke seçilmiştir. Demre festivali, İznik toplantısı gibi bahaneler, Yehova Şahitleri, İsa'nın çocukları türü örgütleri bu amaçla kullanılmaktadır. Gerçek bu olduğu halde, İslâmi kuruluşlara kiliselerin yardım edebileceğini yazmak için insanın aklından zoru olması gerekir.
EVREN VE MENZİL ŞEYHİ
Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren anılarının son bölümünü yine Milliyet Gazetesi'nde yayınlıyor. Milliyet, bu bölümün yayınına başlarken, "En fazla tartışılacak bölümler" ifadesini kullandı. Gerçekten Sayın Evren, yakın zamanlar üzerinde kalem oynattığında, daha fazla toz kaldırıyor.
Sayın Evren, anı yazmakla iki milyar TL kazanacağını ummuştu. Gerçi Milliyet gazetesinden dizi için bir para almayacaktı, ama kitabı telif hakkı olarak eline milyarlar geçebilecekti. İlk cilt birkaç baskı yapınca hesaplar tutacak sanıldı. Oysa müteakip ciltler raflarda okuyucu bekliyor. Yayınevi, milyarlar bir tarafa, eli yüzü düzgün bir telif hakkı ödeyebilmek için, dört ciltte biteceği duyurulan anılara bir cilt daha ekledi. Buna rağmen, yayın bitip hesaplaşma için masaya oturulduğunda eski Cumhurbaşkanı büyük bir hayal kırıklığı yaşayabilir. Dahası, anılar mali bir ihtilaf konusu bile olabilir yayınevi ile yazar arasında...
Anıların son bölümü, Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde geçenlerle ilgili. Sayın Evren, özenle iktidara hazırladıkları MDP ve lideri emekli orgeneral Turgut Sunalp'in değil de, ANAP'ın işbaşına gelişini bir türlü gönlüne yedirememiş... "Özal'ın tarikatçı olduğunu bilseydim, parti kurmasına izin vermezdim" diyor.
Muammer Yaşar Bostancı'nın "Paşalar Politikası" adlı kitabında ustaca anlattığı o dönemle ilgili her şey daha yazılmadı. Sayın Evren şimdi atıp tutuyor, ama isteseydi bile Turgut Özal'ın seçimlere girmesini engelleyemezdi. İzin alarak darbe yapmışlardı, izni veren güç Turgut Özal'ın partisi için aracılık yapıyordu. Erkekse izin vermeseydi bakalım... O dönemde, Amerikalının biri gidip diğeri geliyor ve ANAP'ın seçimlere katılmasını engellememesi için Evren'i uyarıyordu.
Turgut Özal, Sayın Evren'in yıllar sonra iddia ettiği gibi bir tarikat mensubu muydu? Bugün olup bitenlere bakarak, öyle olmadığı açıkça görülüyor. Tarikat konusunu, mason dayanışması gibi bir şey sananlar, tarikat mensubiyetini locaya kaydolmak gibi bilenler, aksini ileri sürseler bile, Turgut Bey, tarikatçı değildi.
Evren'in anılarında Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol'un sürgün cezasının kaldırılması konusu da işleniyor. Evren'e göre, Özal'ın irtica yanlısı olduğunun ilk belirtisi, başbakan olur olmaz, karşısına gelip, Menzil Şeyhi'nin sürgün cezasının kaldırılmasını istemesi olmuş... Evren, "Midem bulandı" diyor.
Turgut Özal, Evren'in bu sözlerini cevaplandırdı: "O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Bozcaada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden" dedi. Cevaptan, Menzil Şeyhi'nin Bozcaada'daki mecburi ikametinin kalkmasını kendisinin sağladığı anlamı çıkıyor.
Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u, askerler, hiçbir suçu olmadığını bildikleri halde sürmüşlerdi. Adıyaman ve çevresinde etkili olduğu gibi namı bütün Türkiye'yi sarmış bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varlığı onları rahatsız ediyordu. Sürgün yeri olarak Bozcaada'yı seçmeleri de manidardı. Şeyh'i, Bozcaada'daki Şarap Fabrikası'nın üst katında oturtuyorlardı. Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kırarak tövbekâr olan birçok kişinin "intikamını" almış oluyorlardı kendi akıllarınca...
Şeyh'in sürgünden kurtulması için Turgut Özal da uğraştı mı doğrusu bilemiyorum. Menzil Şeyhi'ne yakın bazı kişilere sordum, onlar da hatırlamıyorlar. Fakat Kenan Evren'in başbakan adayı olarak ortaya sürdüğü, o zamanın MDP Genel Başkanı emekli orgeneral Turgut Sunalp, Menzil Şeyhi'nin çilesinin bitmesi için çok gayret gösterdi. Bu biliniyor.
Cezayı kaldıran, Muhammed Raşid Erol'u önce Çanakkale'ye, daha sonra da aldığı sağlık raporuyla memleketine geri gönderen ise, Evren'in çok yakını bir başka orgeneraldi: Necdet Üruğ. Üruğ Paşa bir ağabey gibi sevdiği ve bağlı olduğu Turgut Sunalp'ın, ''Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız'' demesi üzerine, araya girmişti. Acaba bunlardan haberdar değil mi Sayın Evren?
Kenan Evren'in bir iddiası da Şeyh Erol'un üfürükçülük yaptığı... Bunun da doğru olmadığını bizler biliyoruz, ama bir başkasının tanıklığı daha muteber olur diye Hıncal Uluç'un sözlerini aktaracağız. Sabah yazarı bakın ne diyor:
''Anılarının bir yerinde Evren sözü sürgündeki Şeyh Raşid Erol'a getiriyor. Zamanın sıkıyönetim komutanı, üfürükçülük yaptığı gerekçesi ile Adıyaman'ın Menzil köyünde yaşayan Şeyh'i Bozcaada'ya sürmüş. Başbakan Turgut Özal da Şeyh'in affını istemiş.
''Evren, 'Olmaz böyle şey. Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapıyor ve bu yüzden dünyanın parasını kazanıyormuş. Üfürükçülük kanunen de, dinen de yasaklanmıştır' diyor.
''Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm. Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil köyüne yolladık. Öğrendikleri ilginçti. Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dört bir yanından gelenlerle dolup taşıyordu. Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyorlardı. Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu. Tüm ısrarlara rağmen maddi bir karşılık kabul etmiyordu."
''Arkadaşlarımız döndüklerinde 'isterse milyarder olur, ama kabul etmiyor' diyorlardı.
''Bu da bizim bildiğimiz... ''
Bir dergi yöneticisi iki muhabir göndererek işin doğrusunu öğrenirken, devletin başı, kulaktan dolma şikâyetlerle idare ediliyor ve ''Tarikatçı olduğunu bilseydim partisine izin vermezdim'' diyor.
Kenan Evren, tam dokuz yıl Türkiye'nin kaderine hükmetti, şimdi de Elbe Adası'ndan dönen Napoleon gibi, Armutalan'dan Ankara'ya dönme sevdasında... Bizi de kahreden bu...
BİR MANEVİ ÖNDERİN KAYBI
Vefatın üçüncü günüydü ve vefatı öğrendiğimiz günden beri ilk defa bir araya geliyorduk. Yüzündeki buruk ifadeyi açıklamak için, ''İnsanın mürşidi ölünce içinde bir boşluk kalıyor'' dedi. Birkaç gündür etrafta hissettiğim sarsılmanın en derin anlamını bunu söyleyenin yüzüne baktığım o an çıkardım. Yakınımdaki birçok insan, şu sıralarda içlerinde derin bir boşluk hissediyorlar. Ve o sebeple buruklar...
Hayatında hiçbir iniş çıkışı bulunmayan, davranışları önceden kestirilebilir bir insan olan babamın, hepimizi şaşırtan iki ani ve fevri davranışını gördük bugüne kadar... Biri, bizlere kızıp biraz kafasını dinlemek istediğinde, neredeyse 30 yıl aradan sonra, askerliğini yaptığı il olan Malatya'ya çekip gitmesiydi. Diğeri ise, birkaç günlük bir başka ortadan kaybolmasıydı. Döndükten bir müddet sonra, o da iyice sıkıştırınca, Adıyaman'ın Menzil köyüne gittiğini itiraf etmişti.
İzmir nere Adıyaman nere? Esnaflar çevresinde birçok kişi, her hafta birkaç otobüsle Menzil ziyaretini alışkanlık haline getirmişler; cami arkadaşları onu da ikna edip, bizlere bile haber vermesini beklemeden Menzil'e sürüklemişler... Sorguladığımızda, orada gördüğü basit ama anlamlı hayattan bölük pörçük sahneler aktarmıştı: Altı her zaman kaynayan kazan, dışarıdan gelenlerin yatması için hazırlanmış yer yatakları, cemaat halinde kılınan namazlar... Kimsenin aç, açıkta ve manevi korumasız kalmadığı bir yermiş Menzil...
Başkaları, manevi hayatın dışında kalmışlar ''ölümü'' zor idrak ediyorlar. Çok kısa sürede olup bitenler onları şaşırtıyor olmalı. Cuma namazı sırasında vefat eden bir insan, sevenleri tarafından hemen köye götürülüyor, Şafii geleneğine uyularak vakit geçirmeden toprağa veriliyor... Ölümle toprağa verme arasında yalnızca 24 saat geçmesine rağmen on binin üzerinde insan Menzil'e gitmiş bile... Türkiye'nin her tarafından...
Şeyh Raşid Erol, vefatından sonra çıkan yazılardan öğrendiğime göre, öyle fazla konuşan bir "mürşid" değilmiş. Onu ziyaret edenler, Menzil'de buldukları ortamın etkisinde kalırlarmış... Daha doğrusu, sözlü ikna yerine, hal ve tavrıyla tebliğ yöntemi imiş onunki... Bağlandığı esaslar ve takipçilerinin izlemesini istediği ilkeler, varlığıyla etrafına örnek olarak insandan insana geçiyor olmalı...
Mana âleminin dışında kalanlar işte bunu anlayamaz. Onların zannettikleri, inanan kesim arasındaki ilişkilerin madde ve para temeline dayandığıdır... Biraz daha insaflı olanlar, önder durumundaki kişinin çevresinin etkisini de kabul ederler. Ancak hiçbirinin aklına, kalpten kalbe bir yol olabileceği gelmez... Konuşmadan anlaşılabileceğini düşünmezler bile. Oysa Seyyid Raşid Erol, öyle çok konuşmayan, insanları etkilemek için hiç çaba göstermeyen, ama insanların peşinden ayrılmadığı bir "mürşid" di.
Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terk ediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da Menzil'e çevirmişlerdi...
12 Eylül askeri darbesinin en baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskân edilmiş bir adayı... İkametgâhı da, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü.
Kenan Evren, sonradan kitaplaştırdığı anılarında, Turgut Özal'a ilk olumsuz teşhisi koymasına Şeyh Raşid Erol'un vesile olduğunu anlatır. Özal, sağlığı bozuk, sevenleriyle irtibatı kopmuş Şeyh'in sürgün hayatının sona ermesini talep etmiştir. Herhalde, bunu, uygun bir dille yapmış olmalı. 12 Eylül'ün kudretli lideri, ''Yaptığı teklif iğrençti'' gibi bir şeyler söyler.. Bir manevi liderin zulmüne son verilmesini iğrenç bulur Kenan Paşa...
Seyyid Raşid Erol'un zorunlu ikametinin sona erdirilmesi, askerlerin göreve getirdiği merhum Turgut Özal gibi siyasiler tarafından başarılamaz, ama yine onların kurduğu partinin başına getirdikleri bir başka emekli askerin devreye girmesi etkili olur. MDP Lideri Turgut Sunalp Paşa, parti işinde yanında bulunan siyasetten anlayan bir kadronun telkiniyle, Şeyh Raşid Erol'un daha uygun bir yere taşınmasını sağlar... Ankara'daki kısa bir ikamet, ANAP İktidarının ilk günlerinde, yeniden Menzil'e dönüşle noktalanır.
Köydeki cenaze töreninde Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu da bulunmuş... Yeniden Doğuş Partisi (YDP) lideri Hasan Celal Güzel de... Fotoğraflara baktım, çeşitli vesilelerle tanıdığı yığınla insan gördüm. Hepsi de sevgi ve bağlılıklarını sunmak üzere oraya gitmişlerdi, besbelli... Bağlılığı olan bir yakınım, gitmesi mümkün olmadığı halde gitmediğinin ızdırabını çekiyordu, törenden dört gün sonra bile... Binlerce kişi aynı duyguları paylaşıyor olmalı şimdi...
Cuma günü Meclis'e gittim ve cuma namazını da orada kıldım. Zaman'dan vefat haberini duymuşlar, ama teyidi için bir kanal gerekmiş... Benim aklıma ilk gelen isim, Şeyh ile uzaktan ilgimi kuran işadamı Ahmet Etöz oldu. İzmir Caddesi'nde spor malzemeleri mağazası olan Ahmet Bey, vefat haberiyle birlikte hastaneye koşmuş... Mağazasında çalışanlar vefatı doğruladılar. Şimdi kim bilir ne kadar üzgündür Ahmet Bey...
Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi. Vefatı, onu tanıyan, ona bağlılık duyanlar kadar, onu uzaktan sevenleri de derinden üzdü.
TRT bu vefattan herkesi haberdar edebilirdi, etmedi. Gazeteler, etki alanının genişliğini tam kestiremedikleri için, kısa haber vermekle yetindiler...
Şeyh Raşid Erol, kendi çizgisini devam ettirecek hayırlı evlatlarla on binlerce bağlısını geride bıraktı. Onu tanıyamamış bizim gibiler de yokluğunu hissedecekler... Ama en büyük kayıp, ayrılık ve bölünme belasının pençesine düşmüş olan ülkenindir; bunu unutmayın...
Mekânı cennet olsun...
İşte görüyorsunuz Fehmi Koru ve Taha Kıvanç’ın tespitlerinden de anlaşıldığı üzere darbe zihniyeti yaptıklarıyla kala kalırken, Gönül Sultanı da 63 yaşında izini iz sürdüğü Yüce Peygambere mutabaat etmekle vuslata ermiştir. Zira vuslat kar beyaz gelinliktir, leke kaldırmayacağı muhakkak..
Vesselam.
Düşünsenize o çile dolu yılları, asıl dert davaları sağ sol kavgalarına son verip akan kanı durdurmak değil, bağcıyı dövmekti. Hem nasıl oluyorsa 12 Eylül öncesi dökülen kan ihtilalin ilk gününde bıçaktan kesilir gibi bir çırpıda durabiliyor. Hadi bu neyse de, darbe heveslilerine 12 Eylül öncesi akan kan için daha ne duruyorsunuz denildiğinde ‘olayların daha da olgunlaşmasını bekliyoruz’ tarzında verdikleri beyanatlarla bariz bir şekilde akan kana çanak tuttuklarını görüyoruz. Evlat acısından yoksun böylesi darbe zihniyetinden başka bir şey beklenemezdi zaten. Darbe yaptılar da ne oldu? Bir yandan devletin temeline dinamit koymak isteyen beşinci kol faaliyeti zihniyetle, devleti ebed müddet bilen yerli zihniyeti aynı kefeye koyup her iki tarafı da 12 Eylül zindanlarında çürütmekle sözüm ona güya denge sağladığını gözümüzün içine baka baka yaptı. Yine bu sinsi denge hesabıyla meydanlarda dedesinin imam olmasından dem vuraraktan halkın gözünü güya bunla boyayıp ehlisünnet çizgisi üzere olan ehlisünnet cemaat ve ehli tarikleri irtica kapsamında hedef tahtasına oturttu. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökünü kurutacaklarını düşlüyordu. Sanıyordu ki dipçikle milletin derin irfanını yok edecekti, etrafına dizdiği apoletli kurmaylarıyla birlikte tek güç ‘ben’ diyordu habire. Nasıl güçse 98 yaşında öldüğünde neredeyse cenazesini kaldıracak adam çıkamaz oldu, hatta arkasından doğru dürüst bir topluluk bile bulunamadan mezara uğurlanıverdi. İlginçtir bir zamanlar hedef aldığı Gönül Sultanı vefat eder etmez teninin daha sıcaklığı soğumadan bir anda Ankara’dan uzun araba kuyruklar eşliğinde Menzile uğurlanıp Fatihalarla defnedilirken, kendisi ise vefat ettiğinde adeta kral çıplak olarak defnedilmiştir. Tabii onların bir hesabı vardıysa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı. Kaldı ki Allah dostları kınından çıkmayan kılıç gibidirler. İşte kınına dokunanın bir bilmediği gerçek vardı ki, o dokunuşun yanına kâr kalmayacağı gerçeğidir. Her ne kadar o Gönül Sultanı “Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir” düsturuyla kendine reva görülen sürgün çilesini göğüslese de Yüce Yaradan (c.c) yarattığı dostum dediği veli kullarının kınına dokunup ta inciteni hem bu dünyada hem de öteki dünyada karşılıksız bırakmıyor. Zira Yüce Allah (c.c) ‘Her kim veli kuluma düşmanlık ederse bende ona karşı harb ilan ederim…” beyan buyurmakta (Buhari hadis). Anlaşılan kul affetse de Allah affetmiyor.
Evet, darbe yılları tam manasıyla kâbus yıllardı, sıkıysa 12 Eylül sonrası Kenan Evren aleyhine bir kalem oynatıla, hemen hakkından geliniyordu, Fakat onca aldığı sıkı tedbirlere rağmen Allah gözünden bir şeyi kaçıracak ya, evdeki hesap çarşıya uymaz misali düşündüğünün tam tersine Özal’ın iktidara gelmesiyle birlikte şok hali yaşayacaktır. Yani tüm hesaplarını altüst edecek bir gelişmeydi. Öyle ki, Özal başbakan sıfatıyla daha ayağının tozuyla iş başı yapar yapmaz kendisine yaptığı ilk teklif o Gönül Sultanının mecburi ikametinin kaldırılması olacaktır. Ki, bu teklif midesini bulandıracaktır. Midesini bulandırması da gayet tabiidir. Çünkü cibilliyeti buna müsaitti, nasıl bir cumhurbaşkanıysa her türlü onursuzluğu midesi kaldırabiliyor, söz konusu milletin baş tacı ettiği Gönül Sultanı olunca midesi bulanıyor. Ne diyelim, kendince çağdaşlığın ölçüsü bu ya, bu çağda da sevgi ocağımı olur, evliya mı olur handikabına düşmüştür. Sanki kendisi apoletli kurmaylarıyla birlikte aya füze fırlattı da onu engelleyen olmuş, oysa ne dedemizin şalvarı cübbesi, ne sakalı sarığı, ne de nenemizin eşarbı hiçbir şeye mani değildi. Nitekim kendini çağdaş sanan bu zavallıcık diktatörün ölümüyle birlikte yalnız başına toprağa karışması tüm ufuksuzluğunu ortaya koymaya yetmiştir. Dedik ya ufku dar adamdan başka ne bekleyebilirdik ki. İlla bir şey bekleyeceksek, beklenecek adres belli; bu aziz milletimizin gönül aynası, feraseti ve derin sinesidir elbet.
İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen Tarikat-ı Aliyeler var da gönül aynamız onlar sayesinde aydınlanmakta. Çünkü sevgi ocakları her türlü fitne fücurun panzehiridirler. Besbelli ki dünya döndükçe hak ve batıl arasında kavga bitmeyip devam edecektir. Hele ki dine duyarlılık dünyada yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır. Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır. Onlar sanal düşman üretmeye dursun şu da var ki güneş balçıkla sıvanamaz. Çünkü Allah’ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye.
Aklınca ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini akamete uğratacağını sanıyordu, oysa çok büyük yanılgı içerisindeydi. Bikere hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu” (Allah’ım isteğim sen, maksadım senin rızanı kazanmaktır) üzere tanzim etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh ve yöntem önleyebilirdi ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır diyen bir manevi güç karşısında her tür sinsi tezgâhın tarihin çöplüğüne gömülmesi kaçınılmazdır.
O fırtınalı günlere bir bakınız, Fehmi Koru ve Taha Kıvanç (mahlas ismi) tek dert davası ‘Allah’ olan bir Gönül Sultanının varlığına tahammül edemeyenlerin düştükleri hazin durumu köşesinde nasıl analiz ediyor bir görelim:
ZIRVA TEVİL GÖTÜRMEZ
Türkiye'de bir ''yetkili bunalım'' var. Başbakan Turgut Özal hükümetin başı ve yürütmeni ''en yetkilisi'' sıfatıyla ''İnançlara müdahale etmem ve ettirmem'' diye konuşuyor, ama bir başka ''yetkili''de gazete gazete dolaşarak inançlara müdahale edilmesi sonucunu getireceği umuduyla akıl almaz iddialarda bulunuyor. Adını açıkça vermediği için, ne derece ''yetkili'' olduğunu bilemediğimiz bu ikinci "yetkili''nin yetkisinin ''esas yetkili'' olması gereken Sayın Özal tarafından büyük bir yetkiyle elinden alınacağını umarız. İş resmen bir ara Fransız tiyatrocuların denediği absurd (zırva) piyeslere döndü. İşin adı ''zırva'' olunca ne yapılırsa seyircinin kabul etmek zorunda kalacağı piyeslere...
Şunları dikkatle okuyun: Türkiye'deki tarikatları kiliseler besliyormuş. Nakşibendîlerin Adıyaman Grubu'nun Şeyh'ine kiliseler destek sağlıyormuş.
''Bay yetkili''nin, muhabiri aracılığıyla, ''büyük gazete''yi fena halde işlettiği belli.
Gazetecilikte önemli olan mümkün olduğunca hatasız gazete çıkarmaktır. Haberler süratle aktığı için her aşamada denetim mekanizmaları söz konusudur. ''Zırva Haber'' muhabir tarafından yazılmıştır, ama gazetenin Ankara Haber Müdürü (Esen Ünür) ve büro temsilcisi (Ertuğrul Özkök) tarafından okunarak onaylanmıştır. Ardından Haber Merkezi'ne geçilip orada gazetenin Haberler Müdürü (Şevket Özçelik veya Mehmet Yaşın) tarafından okunmuştur. Manşet olacak değerde bulunduğuna göre Genel Koordinatör (Çetin Emeç)'de mutlaka bir göz atmıştır. Masa başı hazırlandığı için, muhtemelen gazetelerin bütün müdürlerinin katıldığı sabah toplantısına da getirilmiştir. Bunun anlamı, dün sabah biz okumadan önce en azından 25 kişinin o haberi gözden geçirmiş olduğudur. Bu kadar adamın eli değdiği halde bu kadar zırva!
Zırva 1. Müslümanlara kilise desteği: Bütün dünyada her ikisi de yayılmacı (misyoner) din olduğu için, İslâm ile Hıristiyanlık arasında ciddi bir çekişme vardır. Kilise'nin babaları dünyanın hızla İslâm'a kaymasından şikâyetçidirler. Dünya Kiliseler Birliği ve Vatikan, İslâm ülkelerini Hıristiyanlaştırmak, ya da en azından İslâm'dan soğutmak için büyük çaba göstermektedir. Son yıllarda körfez ülkeleriyle birlikte Türkiye'de hedef ülke seçilmiştir. Demre festivali, İznik toplantısı gibi bahaneler, Yehova Şahitleri, İsa'nın çocukları türü örgütleri bu amaçla kullanılmaktadır. Gerçek bu olduğu halde, İslâmi kuruluşlara kiliselerin yardım edebileceğini yazmak için insanın aklından zoru olması gerekir.
EVREN VE MENZİL ŞEYHİ
Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren anılarının son bölümünü yine Milliyet Gazetesi'nde yayınlıyor. Milliyet, bu bölümün yayınına başlarken, "En fazla tartışılacak bölümler" ifadesini kullandı. Gerçekten Sayın Evren, yakın zamanlar üzerinde kalem oynattığında, daha fazla toz kaldırıyor.
Sayın Evren, anı yazmakla iki milyar TL kazanacağını ummuştu. Gerçi Milliyet gazetesinden dizi için bir para almayacaktı, ama kitabı telif hakkı olarak eline milyarlar geçebilecekti. İlk cilt birkaç baskı yapınca hesaplar tutacak sanıldı. Oysa müteakip ciltler raflarda okuyucu bekliyor. Yayınevi, milyarlar bir tarafa, eli yüzü düzgün bir telif hakkı ödeyebilmek için, dört ciltte biteceği duyurulan anılara bir cilt daha ekledi. Buna rağmen, yayın bitip hesaplaşma için masaya oturulduğunda eski Cumhurbaşkanı büyük bir hayal kırıklığı yaşayabilir. Dahası, anılar mali bir ihtilaf konusu bile olabilir yayınevi ile yazar arasında...
Anıların son bölümü, Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde geçenlerle ilgili. Sayın Evren, özenle iktidara hazırladıkları MDP ve lideri emekli orgeneral Turgut Sunalp'in değil de, ANAP'ın işbaşına gelişini bir türlü gönlüne yedirememiş... "Özal'ın tarikatçı olduğunu bilseydim, parti kurmasına izin vermezdim" diyor.
Muammer Yaşar Bostancı'nın "Paşalar Politikası" adlı kitabında ustaca anlattığı o dönemle ilgili her şey daha yazılmadı. Sayın Evren şimdi atıp tutuyor, ama isteseydi bile Turgut Özal'ın seçimlere girmesini engelleyemezdi. İzin alarak darbe yapmışlardı, izni veren güç Turgut Özal'ın partisi için aracılık yapıyordu. Erkekse izin vermeseydi bakalım... O dönemde, Amerikalının biri gidip diğeri geliyor ve ANAP'ın seçimlere katılmasını engellememesi için Evren'i uyarıyordu.
Turgut Özal, Sayın Evren'in yıllar sonra iddia ettiği gibi bir tarikat mensubu muydu? Bugün olup bitenlere bakarak, öyle olmadığı açıkça görülüyor. Tarikat konusunu, mason dayanışması gibi bir şey sananlar, tarikat mensubiyetini locaya kaydolmak gibi bilenler, aksini ileri sürseler bile, Turgut Bey, tarikatçı değildi.
Evren'in anılarında Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol'un sürgün cezasının kaldırılması konusu da işleniyor. Evren'e göre, Özal'ın irtica yanlısı olduğunun ilk belirtisi, başbakan olur olmaz, karşısına gelip, Menzil Şeyhi'nin sürgün cezasının kaldırılmasını istemesi olmuş... Evren, "Midem bulandı" diyor.
Turgut Özal, Evren'in bu sözlerini cevaplandırdı: "O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Bozcaada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden" dedi. Cevaptan, Menzil Şeyhi'nin Bozcaada'daki mecburi ikametinin kalkmasını kendisinin sağladığı anlamı çıkıyor.
Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u, askerler, hiçbir suçu olmadığını bildikleri halde sürmüşlerdi. Adıyaman ve çevresinde etkili olduğu gibi namı bütün Türkiye'yi sarmış bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varlığı onları rahatsız ediyordu. Sürgün yeri olarak Bozcaada'yı seçmeleri de manidardı. Şeyh'i, Bozcaada'daki Şarap Fabrikası'nın üst katında oturtuyorlardı. Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kırarak tövbekâr olan birçok kişinin "intikamını" almış oluyorlardı kendi akıllarınca...
Şeyh'in sürgünden kurtulması için Turgut Özal da uğraştı mı doğrusu bilemiyorum. Menzil Şeyhi'ne yakın bazı kişilere sordum, onlar da hatırlamıyorlar. Fakat Kenan Evren'in başbakan adayı olarak ortaya sürdüğü, o zamanın MDP Genel Başkanı emekli orgeneral Turgut Sunalp, Menzil Şeyhi'nin çilesinin bitmesi için çok gayret gösterdi. Bu biliniyor.
Cezayı kaldıran, Muhammed Raşid Erol'u önce Çanakkale'ye, daha sonra da aldığı sağlık raporuyla memleketine geri gönderen ise, Evren'in çok yakını bir başka orgeneraldi: Necdet Üruğ. Üruğ Paşa bir ağabey gibi sevdiği ve bağlı olduğu Turgut Sunalp'ın, ''Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız'' demesi üzerine, araya girmişti. Acaba bunlardan haberdar değil mi Sayın Evren?
Kenan Evren'in bir iddiası da Şeyh Erol'un üfürükçülük yaptığı... Bunun da doğru olmadığını bizler biliyoruz, ama bir başkasının tanıklığı daha muteber olur diye Hıncal Uluç'un sözlerini aktaracağız. Sabah yazarı bakın ne diyor:
''Anılarının bir yerinde Evren sözü sürgündeki Şeyh Raşid Erol'a getiriyor. Zamanın sıkıyönetim komutanı, üfürükçülük yaptığı gerekçesi ile Adıyaman'ın Menzil köyünde yaşayan Şeyh'i Bozcaada'ya sürmüş. Başbakan Turgut Özal da Şeyh'in affını istemiş.
''Evren, 'Olmaz böyle şey. Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapıyor ve bu yüzden dünyanın parasını kazanıyormuş. Üfürükçülük kanunen de, dinen de yasaklanmıştır' diyor.
''Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm. Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil köyüne yolladık. Öğrendikleri ilginçti. Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dört bir yanından gelenlerle dolup taşıyordu. Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyorlardı. Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu. Tüm ısrarlara rağmen maddi bir karşılık kabul etmiyordu."
''Arkadaşlarımız döndüklerinde 'isterse milyarder olur, ama kabul etmiyor' diyorlardı.
''Bu da bizim bildiğimiz... ''
Bir dergi yöneticisi iki muhabir göndererek işin doğrusunu öğrenirken, devletin başı, kulaktan dolma şikâyetlerle idare ediliyor ve ''Tarikatçı olduğunu bilseydim partisine izin vermezdim'' diyor.
Kenan Evren, tam dokuz yıl Türkiye'nin kaderine hükmetti, şimdi de Elbe Adası'ndan dönen Napoleon gibi, Armutalan'dan Ankara'ya dönme sevdasında... Bizi de kahreden bu...
BİR MANEVİ ÖNDERİN KAYBI
Vefatın üçüncü günüydü ve vefatı öğrendiğimiz günden beri ilk defa bir araya geliyorduk. Yüzündeki buruk ifadeyi açıklamak için, ''İnsanın mürşidi ölünce içinde bir boşluk kalıyor'' dedi. Birkaç gündür etrafta hissettiğim sarsılmanın en derin anlamını bunu söyleyenin yüzüne baktığım o an çıkardım. Yakınımdaki birçok insan, şu sıralarda içlerinde derin bir boşluk hissediyorlar. Ve o sebeple buruklar...
Hayatında hiçbir iniş çıkışı bulunmayan, davranışları önceden kestirilebilir bir insan olan babamın, hepimizi şaşırtan iki ani ve fevri davranışını gördük bugüne kadar... Biri, bizlere kızıp biraz kafasını dinlemek istediğinde, neredeyse 30 yıl aradan sonra, askerliğini yaptığı il olan Malatya'ya çekip gitmesiydi. Diğeri ise, birkaç günlük bir başka ortadan kaybolmasıydı. Döndükten bir müddet sonra, o da iyice sıkıştırınca, Adıyaman'ın Menzil köyüne gittiğini itiraf etmişti.
İzmir nere Adıyaman nere? Esnaflar çevresinde birçok kişi, her hafta birkaç otobüsle Menzil ziyaretini alışkanlık haline getirmişler; cami arkadaşları onu da ikna edip, bizlere bile haber vermesini beklemeden Menzil'e sürüklemişler... Sorguladığımızda, orada gördüğü basit ama anlamlı hayattan bölük pörçük sahneler aktarmıştı: Altı her zaman kaynayan kazan, dışarıdan gelenlerin yatması için hazırlanmış yer yatakları, cemaat halinde kılınan namazlar... Kimsenin aç, açıkta ve manevi korumasız kalmadığı bir yermiş Menzil...
Başkaları, manevi hayatın dışında kalmışlar ''ölümü'' zor idrak ediyorlar. Çok kısa sürede olup bitenler onları şaşırtıyor olmalı. Cuma namazı sırasında vefat eden bir insan, sevenleri tarafından hemen köye götürülüyor, Şafii geleneğine uyularak vakit geçirmeden toprağa veriliyor... Ölümle toprağa verme arasında yalnızca 24 saat geçmesine rağmen on binin üzerinde insan Menzil'e gitmiş bile... Türkiye'nin her tarafından...
Şeyh Raşid Erol, vefatından sonra çıkan yazılardan öğrendiğime göre, öyle fazla konuşan bir "mürşid" değilmiş. Onu ziyaret edenler, Menzil'de buldukları ortamın etkisinde kalırlarmış... Daha doğrusu, sözlü ikna yerine, hal ve tavrıyla tebliğ yöntemi imiş onunki... Bağlandığı esaslar ve takipçilerinin izlemesini istediği ilkeler, varlığıyla etrafına örnek olarak insandan insana geçiyor olmalı...
Mana âleminin dışında kalanlar işte bunu anlayamaz. Onların zannettikleri, inanan kesim arasındaki ilişkilerin madde ve para temeline dayandığıdır... Biraz daha insaflı olanlar, önder durumundaki kişinin çevresinin etkisini de kabul ederler. Ancak hiçbirinin aklına, kalpten kalbe bir yol olabileceği gelmez... Konuşmadan anlaşılabileceğini düşünmezler bile. Oysa Seyyid Raşid Erol, öyle çok konuşmayan, insanları etkilemek için hiç çaba göstermeyen, ama insanların peşinden ayrılmadığı bir "mürşid" di.
Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terk ediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da Menzil'e çevirmişlerdi...
12 Eylül askeri darbesinin en baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskân edilmiş bir adayı... İkametgâhı da, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü.
Kenan Evren, sonradan kitaplaştırdığı anılarında, Turgut Özal'a ilk olumsuz teşhisi koymasına Şeyh Raşid Erol'un vesile olduğunu anlatır. Özal, sağlığı bozuk, sevenleriyle irtibatı kopmuş Şeyh'in sürgün hayatının sona ermesini talep etmiştir. Herhalde, bunu, uygun bir dille yapmış olmalı. 12 Eylül'ün kudretli lideri, ''Yaptığı teklif iğrençti'' gibi bir şeyler söyler.. Bir manevi liderin zulmüne son verilmesini iğrenç bulur Kenan Paşa...
Seyyid Raşid Erol'un zorunlu ikametinin sona erdirilmesi, askerlerin göreve getirdiği merhum Turgut Özal gibi siyasiler tarafından başarılamaz, ama yine onların kurduğu partinin başına getirdikleri bir başka emekli askerin devreye girmesi etkili olur. MDP Lideri Turgut Sunalp Paşa, parti işinde yanında bulunan siyasetten anlayan bir kadronun telkiniyle, Şeyh Raşid Erol'un daha uygun bir yere taşınmasını sağlar... Ankara'daki kısa bir ikamet, ANAP İktidarının ilk günlerinde, yeniden Menzil'e dönüşle noktalanır.
Köydeki cenaze töreninde Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu da bulunmuş... Yeniden Doğuş Partisi (YDP) lideri Hasan Celal Güzel de... Fotoğraflara baktım, çeşitli vesilelerle tanıdığı yığınla insan gördüm. Hepsi de sevgi ve bağlılıklarını sunmak üzere oraya gitmişlerdi, besbelli... Bağlılığı olan bir yakınım, gitmesi mümkün olmadığı halde gitmediğinin ızdırabını çekiyordu, törenden dört gün sonra bile... Binlerce kişi aynı duyguları paylaşıyor olmalı şimdi...
Cuma günü Meclis'e gittim ve cuma namazını da orada kıldım. Zaman'dan vefat haberini duymuşlar, ama teyidi için bir kanal gerekmiş... Benim aklıma ilk gelen isim, Şeyh ile uzaktan ilgimi kuran işadamı Ahmet Etöz oldu. İzmir Caddesi'nde spor malzemeleri mağazası olan Ahmet Bey, vefat haberiyle birlikte hastaneye koşmuş... Mağazasında çalışanlar vefatı doğruladılar. Şimdi kim bilir ne kadar üzgündür Ahmet Bey...
Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi. Vefatı, onu tanıyan, ona bağlılık duyanlar kadar, onu uzaktan sevenleri de derinden üzdü.
TRT bu vefattan herkesi haberdar edebilirdi, etmedi. Gazeteler, etki alanının genişliğini tam kestiremedikleri için, kısa haber vermekle yetindiler...
Şeyh Raşid Erol, kendi çizgisini devam ettirecek hayırlı evlatlarla on binlerce bağlısını geride bıraktı. Onu tanıyamamış bizim gibiler de yokluğunu hissedecekler... Ama en büyük kayıp, ayrılık ve bölünme belasının pençesine düşmüş olan ülkenindir; bunu unutmayın...
Mekânı cennet olsun...
İşte görüyorsunuz Fehmi Koru ve Taha Kıvanç’ın tespitlerinden de anlaşıldığı üzere darbe zihniyeti yaptıklarıyla kala kalırken, Gönül Sultanı da 63 yaşında izini iz sürdüğü Yüce Peygambere mutabaat etmekle vuslata ermiştir. Zira vuslat kar beyaz gelinliktir, leke kaldırmayacağı muhakkak..
Vesselam.