Batı’nın yükselişi bundan tam yüzyıl önce bir dünya savaşı (28 Temmuz 1914) çıkararak dünyayı yeniden şekillendirecek bir biçimde, yeni bir aşamaya yönelmişti. Batı bu savaşta bizim imparatorluğumuz parçalayıp kendi içinde paylaşarak, nüfuz alanları oluşturacak sınırlar çizmiş ve bilinen suni devletleri icat etmişti.
Gerçekten de 20yy. Batı’nın mutlak hâkimiyetinin son yüzyılı olmuştur. Bugün, bizim kültür coğrafyamızda yaşanan olaylar “bahar devrimleri” de dâhil bütün kaynaşmalar, istikrarsızlıklar, mezhep çatışmaları, etnik kavgalar ve Filistin sorunu, Gazze’de yaşanan vahşet, “Batı çağının” ömrünü tamamlamakta olduğunu göstermekle kalmayıp, “insani değerleri” yıkıma uğratan neticelere yol açtığını ortaya koyan örnekler olarak hatırlanacaktır.
Eski dünyanın sonu
Bir uygarlık yükselirken katliamlara, soykırımlara, savaşlara imza attığı gibi, olgunluk döneminde de”barış ve istikrar” üretemeyip İkinci Dünya Savaşı gibi yıkımlar yaşayıp, bugün de hâlâ bu tür tahribatlara sebebiyet verip “barış yaratamıyorsa”, ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğundan kuşku duyulamaz.
Batı medeniyetinin ”tahripkâr ilerleme” diye nitelenebilecek bir dünya görüşüne dayandığını, bununda “insan ve tabiat” arasında olduğu kadar, insan ve toplum ilişkilerinde yıkıcı sorunlara yol açması da kaçınılmaz görünmektedir. Ülkeler ve milletler arasında ise, “savaş soykırım ve bağımlılık ilişkilerine” yol açan bu dünya görüşünün, daha üst düzeyde bir “adalet ve barış” kuramayacağı söylenmelidir. Böyle bir anlayışın, değer üretme gücüne sahip olmadığı en azından bölgemizde yaşanan olaylar karşısında ortaya konan tavırla iyice açığa çıkmıştır.
İngiliz tarihçi H.A.L. Fisher “Tarih kitabının sayfalarında, ilerleme gerçeği açık ve seçik bir şekilde yazılmıştır. Ancak ilerleme bir doğa yasası değildir. Bir neslin elde ettikleri, bir sonraki nesil tarafından kaybedilebilir” demektedir. Batı’nın “tahripkâr ilerlemesi” onların birkaç nesli için şüphesiz başarıdır ama bu doğa yasası değildir. Eğer bu ilerleme, insanlık için “bir değer, bir ahlak” anlayışına dönüşemezse o zaman kaybetmeye mahkûmdur.
Yeni bir gelecek
Hiçbir medeniyet, hiçbir devlet, elbette hiçbir insan sürekli olarak güç kullanarak “tahripkârlıkla” ayakta kalmaya devam edemez. Batı uygarlığının yaklaşık iki yüz yıl sonra karşı karşıya kaldığı sorunlar artıyorsa, cevap veremediği sorular giderek çoğalıyorsa büyük bir krize doğru yürüdüğü söylenebilir. Bu durum Batı’nın yol açtığı savaşları, karşılaştığı sorunları çözebilecek dünya barışını yaratma gücüne sahip olmamasıyla ilgilidir.
Bugün tahripkâr ilerlemeden, barışçı ve adil bir dünyaya ilerlemeye kapıları açacak “yeni bir ahlak yeni bir değer sistemine” olan ihtiyaç yaşanılan her krizden sonra daha fazla hissedilmektedir.
Türkiye, bu coğrafyada sadece bir ülke değil, aynı zamanda büyük bir kültürün kadim bir geleneğin mirasçısıdır. Bu mirasın içinde, insanı dünyaya karşı özgürleştiren, toplum ve ülkeleri barış içinde yaşatacak, anlayışın ahlaki fikri ve inanç temelleri bulunmaktadır. Bu birikimi yeniden değerlendirmek, yeniden yorumlamak, hatta yeniden üretmek bu coğrafyada yaşayan herkesin ama öncelikle bilim adamlarının, entelektüellerin ve siyasetçilerin böyle bir hassasiyeti taşımalarını gerektirmektedir. Yeni bir geleceği kurma gücü, ancak bu sorumluluğun idraki üstünden yükselebilir. Medeniyetlerin çöküşleri uzun süre alabilir ama bu onların çöküş sürecine girdiklerini anlamamıza teşkil etmez.