Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakere sürecini durdurması karşısında belli başlı birkaç tepkinin ortaya çıktığına şahit olundu. Bunlar arasında geleneksel Batıcı hassasiyetleri yansıtan söylem ‘bizim asla yüzümüzü Batı’dan başka bir yöne çevirmememiz’ gerektiğini söylerken, ‘Batı’dan uzaklaşmanın Türkler için yok olmak demek olduğunu’ açıkça vurgulamakta tereddüt etmemişlerdir.
AB nereye?
Bu tür tepkileri verenler arasında, ‘Türkiye’nin AB perspektifini kaybetmesi halinde hızla içine kapanacağını, demokrasiden uzaklaşıp, otoriterleşeceği’ gibi bir iddiayı dile getirenlerin sayısı az değil. Bu anlayışa göre ‘Türkiye AB perspektifi sayesinde demokratikleşmeye başlamıştır, AB’ye girilmese de müzakerelere devam etmek ya da üye olarak kabul edilmeyeceği bilinse de AB ile onların öngördüğü bir ilişki biçimini sürdürmek zorundadır’. Çünkü bu anlayışı savunanlar için ‘AB, sadece işbirliği yapılacak bir siyasal yapı değil, Türkiye’nin medeniyetine katılmak istediği bir ideal dünyanın merkezidir’.
“Burada AB’nin müzakere diye ortaya koyduğu sürecin başından itibaren ‘imtiyazlı ortaklık’ adı altında ikinci sınıf bir üyelik bağını hedeflediğini görmemek mümkün müdür? O halde Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin Avrupa bakımından belli başlı bir amaca matuf olduğunu görmek gerekir. Bunun ilki, sürecin dolaylı olmayan bir şekilde ülkenin iç işlerine müdahale aracı olarak kullanılması; ikinci olarak da Batı’ya bağımlılık ilişkilerinin devam ettirilmesi için değerlendirilmesidir.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye 2016 yılı sonuna kadar bir süre vermesi, aslında doğrudan doğruya AB’nin üyelik sürecini Türkiye’ye karşı bir siyaset aracı olarak kullanılmasına izin verilmeyeceğinin açık ifadesidir. Türkiye’ye karşı ortaya konulan oyalamacı ve dışlayıcı siyasetin sürdürülmesinin imkânsız hale geldiğinin görülmesi, başta AP olmak üzere belli AB kurumlarının veya üye ülkelerinin tepkisel tutumlarının ortaya çıkması söz konusu olmuştur.
Değişen dünyanın gerisinde kalmak
“Bir kısım çevrelerin, Türkiye’yi elli üç yıldır kapı önünde bekleten AB’nin tavrını, dışlayıcı siyasetini hala görmeyerek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlamaya kalkmaları, meseleyi anlamaktan uzak olmalarından ziyade Batı’ya ‘bağımlılık ilişkisini’ içselleştirip, bunu gönüllülük esasında savunmaya koşulmuş bir zümrenin tipik davranış biçimi olarak nitelendirmek gerekir.” Batılılaşma ideolojisinin, bir toplumun kendi tarih ve kültür dünyasına yabancılaştırılması projesini nasıl inşa ettiğini anlamak bakımından, her hal ve şart altında Batı’ya karşı teslimiyetçi bir tutuma sahip olan Türk Batıcılarının durumu ilginç bir örnek sayılmalıdır. Çünkü bu böyle bir anlayışın sömürge olmamış bir ülkede ortaya çıkması ilginç olduğu kadar dramatik bir olaydır.
İşin daha ilginç tarafı, Türkiye’nin Batıcıları ‘ideolojik körlük’ yüzünden dünyada yaşanan değişimi de anlayabilecek durumda olmamalarıdır. Onlar için ‘Batı’nın hegemonyası değişmez mutlak’ bir hal olduğu için ne küreselleşmeyi, ne de yeni ekonomik güçlerin yükselişini anlayacak durumdadırlar. Bu sebeple Batı’nın düşüşünün de Doğu’nun yükselişinin de farkında değillerdir. Kısaca bugünkü Türkiye ‘tek boyutlu’ Batı’ya bağımlı siyasetten, ‘çok boyutlu’ yeni bir siyasete geçmektedir ve mesele budur.