Slavlar hem siyasi teşkilat hem de devlet kurma yönünden yeteneksiz ırk dersek yeridir. Esclavus (slav) köle demektir zaten. İşte Slavlar adına uygun davranıp tarihin belli dönemlerinde Türk ve Cermen idaresi altında yaşayarak varlıklarını koruyabilmişlerdir. Yinede her ne kadar devletsiz himaye altında yaşamalarına rağmen ileriki dönemlerde coğrafyanın getirdiği bir takım avantajları kullanaraktan iyi bir konuma gelebilmişlerdir. Bilhassa Rus prenslerinin Bizans’tan hem Ortodoks Hıristiyanlığını, hem kültür yazıtlarını kapmaları hem de bu arada Altınordu Hanlığının parçalanmasıyla birlikte kuvvet kazanacaklardır. Hele bir kuvvet kazanmaya görsünler hemen doğu ve güneye doğru yelken açaraktan eski Türk ülkelerini bile istila fırsatı elde duruma gelirler. Derken bizim açımızdan Moskof çizmesi altında yaşamanın getirdiği sancılarla baş başa kalma durum ortaya çıkar. Hatta bu arada Slavlaşan bir kısım Türkler Balkanlarda Bulgar devleti kurmasına kurarda bu da bir başka yeni sıkıntılara kapı aralayacaktır.
Hele ki Çarlık Rusyası gücüne güç kattıkça Çarlarda o ölçüde sıcak denizlere inme ülküsü şuuru ile hareket edeceklerdir. İcabında ülküyle yetinmezler kendilerini Moskof Patriğinin elinde taçlandırırlarda. Böylece giydikleri tacın İsa’nın tacı olduğunu, dolayısıyla İsa’nın temsilcisi olduklarını ilan etmekte beis görmeyeceklerdir. Tabii hal vaziyet böyle olunca, Moskof patriğinin’ de canına minnet Hıristiyanlığa öncülük etmenin Çarların hakkı olduğunu ima edecektir.
Ne diyelim işte görüyorsunuz Patrik, cihan hâkimiyeti yolunda Çar'ları Hıristiyan âleme böyle takdim ederken bizde maalesef Lozan koridorlarında boza pişirip misakı milli sınırları içerisinde kalmayı zafer olarak addetmişiz. Yetmedi hilafetin ilgası kararını alaraktan İstanbul’un artık İslam âlemine yönelik birleştirici dini merkez özelliğini kendi elimizle gerçekleştirmişiz. Ama söz konusu Ortodoks patrikhanesi olunca statü kazanmasına ses çıkarmayıp gönüllerini hoş tutmuşuz da Böylece bağımsızlığına kavuşan tüm Ortodoks milletler Fener Rum Patrikhanesinden ayrılıp milli Patrikhanelerini kurar hale gelmişlerdir. Şimdi gel de tüm bu olup bitenler karşısında eseflenme. Düşünsenize bir zamanlar Katolik baskılar karşısında soluğu Osmanlı şemsiyesi altında alıp dini ayinlerini özgürce yapar hale gelen Ortodokslar, bir bakıyorsun Osmanlı hasta yatağına düştüğünde ahde vefasızlık bir tutum içerisine girebiliyorlar Besbelli ki onlar Alman Protestanlarını da bağrımıza basıp kucaklayışımızı unutmuş gözüküyorlar.
Aslında Hıristiyan Papalık başlangıçta maddeperest Roma’ya karşı dini hassasiyetle kurulmuş müesseseydi. Ta ki kilise otoritesine güvenerekten dünyevi olan her şeye müdahale eder hale gelir günden güne tüm toplum kesimlerin tepkisini çekecektir. Zira kilisenin bu tutumu Avrupa’nın sefalet bataklığı içerisine düşmesine yol açmaktaydı. Öyle ki o yıllarda Avrupa karanlık ortaçağını yaşayacaktır. Bilim hak getire, yeni şeylerden söz etmek ne mümkün, söz eden derhal giyotine kurban gider. Tabii Giyotine kurban verilenler çoğaldıkça o ölçüde de yeni arayışlarda beraberinde gelecektir. Neyse ki batı daha öncesinde bize karşı düzenlediği Haçlı seferlerle cephede İslam medeniyetiyle yüzleşme imkânı bulmuşlardı. Böylece bizden aldığı aşılar ortaçağ karanlığından çıkmalarına yetecektir. Derken kilise ile olan çatışmadan akıl galip çıkıp Rönesans doğacaktır. Ancak Avrupa bu kez pozitif aklın esiri olacaktır. Yani ruh köklerinden yoksunluk batı insanını ruhi bunalıma sürükleyecektir. İşte bu noktada ruhi bunalıma düşmüş batı toplumu şimdilerde kurtuluşu yeniden Papalık müessesinde görüyor. Öyle ki Papalığa sadece dini lider sıfatı gözüyle bakılmayıp aynı zamanda devlet başkanı bir merci gözüyle de bakılıyor artık. Nitekim bu durumu İstanbul Fener Rum Patriğinin Papayı davet ettiği yıllarda tüm çıplaklığıyla gördük zaten. O günleri yaşayanlar çok iyi bilir, görünürde nazik davetmiş gibi gözüken hadise Türk kamuoyu nezdinde kuşku uyandırmaya yetmişti. Elbette ki Türk Dışişlerimiz kamuoyunun bu endişelerini dikkate alamazlıktan gelemezdi. Öyle ya bizim devlet anlayışımızda devlet başkanı sıfatı taşıyan bir kişi ancak devlet düzeyinde çağrılmasını gerektirirdi. Dolayısıyla böyle bir durumda sessiz kalmak Fener patriğinin ekümenik iddialarını onaylamak anlamına gelirdi ki, Allah’tan Hariciyemiz kamuoyunun hassasiyetine ters bir tutum içerisine girmedi. Hiç kuşkusuz böyle durumlarda kılı kırk yarıp kırk düşünmek zorundayız. Olayı bütünüyle baktığımızda bu meselede kim bilir belki de Patrikhane konumuna güç katmak amacıyla davet etmiş olabileceği gibi bir taşta iki kuş vurmanın hesabı içerisine girerekten Ortodoks ve Katolik âleminin birlikteliğine yönelik bir amaçta gütmüş olabilir. Her ihtimali düşünerek hareket etmek şiarımız olmalı da. Hele ki günümüzde kim dost kim düşman belli değil artık. Sureti haktan görünüp de tarihten bugüne bizi arkadan hançerleyenlerin haddi hesabı yoktur dersek haddimizi aşmış sayılmayız. Şimdi gel de tüm bu yaşananlardan sonra Papanın gelişinden kuşkulanma. Yine bizi asıl düşündüren bir başka husus ise Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyaretinin evvelinde Batı ve İslam dünyası arasında mevcut husumetin zirveye ulaştığı noktada gerçekleşmiş olmasıydı. Zaten Time dergisinin bu meseleyi kapak konusu yapması endişe etmemizin haklılığını ortaya koyuyor da.
Papanın daha önce İslam Dinimize yönelik sarf ettiği sözlerin hesaba kattığımızda, o malum derginin Papa 16. Benedictus’un ilk kez Müslüman ülkeye gittiği algısını ballandır ballandıra habire zihinlere işleyip dünya gündemine taşınması bize pek de hayra alamet bir ziyaret gözükmemesi gayet tabii durumdur. Kaldı ki Avrupa’da bile Papa’nın daha öncesinden İslam karşıtı dile getirdiği sözler tasvip edilmezken birden bire ne oldu da böyle bir ziyaret kararı karşısında biz endişe duymayalım da ya kim duysun. İşte bu endişeler eşliğinde yediden yetmişe hemen herkes artık bu ziyaretin İslam âleminde nasıl karşılanacağı merak konusu olur da. Nasıl merak konusu olmasın ki, bunun öncesi var birde sonrası var. Malum öncesinde Salman Rüşdi’nin Şeytan ayetleri kitabı skandalı var, sonrasında ise bir Danimarka krizi patlak vermişti ki doğrudan Peygamberimizi hedef alan bir çirkin hadisedir. İşte Danimarka krizinin gerginliği daha henüz soğumamışken birde bunun üstüne kendisinin papalığa gelmesiyle birlikte Peygamberimize yönelik hakaret içeren cümleleri de düşündüğümüzde öyle yenilir yutulur cinsten unutulacak hadiseler değildi elbet. Hiç kuşkusuz böyle bir profil çizmiş bir insanın Papalık rütbesiyle topraklarımıza adım atıyor olacak olması Müslümanlarca hoş karşılanmasını beklemek hayal olurdu.
Artık bu noktadan sonra iç ve dış kamuoyu Papanın Türkiye’ye ziyaretine çevirmişti ki; o yıllarda bir de baktık ki tüm beklentilerin aksine sanki eski papa gitmiş, yerini başka bir papa almıştı. Yani bambaşka bir kişilikle karşılaştık. Değim yerindeyse her bakımdan kemale ermiş, sempatik tavırlara bürünmüş yeni bir Vatikan lider portresi vardı karşımızda. Tabii, bu gördüklerimiz bir oyun mu yoksa geçmişte sarf ettiği sözlerinden pişmanlık duyup özür dileme görüntüsü mü pek bilinmez ama iç ve dış kamuoyunu şaşırtan vaka olduğu muhakkak.
Öyle ya, bayram değil seyran değil, ne oldu da Vatikan 180 derecelik ani bir dönüşle, ülkemize yaptığı ziyaretle Müslümanlarla Hıristiyanların sıcak temas içerisine girmelerine göz kırpabiliyor doğrusu şaşmamak elde değildi. Hiç kuşkusuz Sultanahmet camisinde Papanın saygı duruşu bir tutum sergilemesi de kayda değer hadisedir. Görünen manzaranın arka planını bilmesek de sonuçta gösterilen bu örnek tutum davranışlar daha öncesinden kamuoyunda birikmiş olumsuz havanın dağılmasına yetti diyebiliriz. Ama her şeye rağmen yine de ihtiyatı elden bırakmamak gerekti. Zira o yıllarda zihinler hala pek berrak sayılmazdı. Nasıl berrak olsun ki, bikere Papanın yanında en yakın danışmanlarından biri vardı ki, o isim Ortadoğu ilişkileriyle alakadar Henry Kissinger'den başkası değildi elbet. Ki, bu adam bir zamanlar Nazi soykırımından kaçmış Musevi bir ailenin çocuğudur. Tabii Papanın bir diğer başka danışmanı daha var ki, o da medeniyetler çatışması teziyle isim yapmış şu meşhur Bernard Levis'tir elbet. İşte tüm bu örnekler ortada orta da dururken Papa hakkında nasıl ihtiyatlı olmayalım ki, asla bize ne ya da boş ver diyemeyiz. Nice Papalar bizim olan diyarlardan gelip geçseler de endişelerimizin haklılık payı çok büyüktür. Geçmişte onca yaptıkları karalama kampanyaların açtığı derin yara izleri öyle kolay kolay kapanacak gibi gözükmüyor.
Evet, Papa o yıllarda Ortodoks ve Katolik dünyası arasında konsensüs sağlanmasına hizmet olsun diye topraklarımıza ayak basmış olsa da, halk değimiyle ağzıyla kuş tutsada sırf geçmişte İslam âlemine yönelik sarf ettiği o çirkin sözlerden dolayı yaptığı bu ziyaret Müslümanlara pek inandırıcı gelmeyecektir. Bize tek inandırıcı hadise tarihler 2013’ü gösterdiğinde Papa’nın görevinden istifa etme gelecektir. Çünkü kendi içinde patlak veren bir hadisedir. Umarız anlık gelişen bu tip hadisenin arkasında bu kez oyun kuran biz oluruz. Nitekim bugünlerde Fırat Kalkan ve Zeytin Dalı harekâtımızla ezanlarımız, salalarımız Suriye’de, Şam’da, Bağdat’ta, yankılanıp batı dünyasını tedirgin etmiş durumda. Varsın birazda onlar bizden endeşelene dursunlar. Kaygı duysunlar ki, bizimle oyun oynanamayacağını bilsinler.
Velhasıl; onların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da hiç kuşku yoktur ki Müslümanların lehine değişmez hesabı vardır.
Vesselam.
Hele ki Çarlık Rusyası gücüne güç kattıkça Çarlarda o ölçüde sıcak denizlere inme ülküsü şuuru ile hareket edeceklerdir. İcabında ülküyle yetinmezler kendilerini Moskof Patriğinin elinde taçlandırırlarda. Böylece giydikleri tacın İsa’nın tacı olduğunu, dolayısıyla İsa’nın temsilcisi olduklarını ilan etmekte beis görmeyeceklerdir. Tabii hal vaziyet böyle olunca, Moskof patriğinin’ de canına minnet Hıristiyanlığa öncülük etmenin Çarların hakkı olduğunu ima edecektir.
Ne diyelim işte görüyorsunuz Patrik, cihan hâkimiyeti yolunda Çar'ları Hıristiyan âleme böyle takdim ederken bizde maalesef Lozan koridorlarında boza pişirip misakı milli sınırları içerisinde kalmayı zafer olarak addetmişiz. Yetmedi hilafetin ilgası kararını alaraktan İstanbul’un artık İslam âlemine yönelik birleştirici dini merkez özelliğini kendi elimizle gerçekleştirmişiz. Ama söz konusu Ortodoks patrikhanesi olunca statü kazanmasına ses çıkarmayıp gönüllerini hoş tutmuşuz da Böylece bağımsızlığına kavuşan tüm Ortodoks milletler Fener Rum Patrikhanesinden ayrılıp milli Patrikhanelerini kurar hale gelmişlerdir. Şimdi gel de tüm bu olup bitenler karşısında eseflenme. Düşünsenize bir zamanlar Katolik baskılar karşısında soluğu Osmanlı şemsiyesi altında alıp dini ayinlerini özgürce yapar hale gelen Ortodokslar, bir bakıyorsun Osmanlı hasta yatağına düştüğünde ahde vefasızlık bir tutum içerisine girebiliyorlar Besbelli ki onlar Alman Protestanlarını da bağrımıza basıp kucaklayışımızı unutmuş gözüküyorlar.
Aslında Hıristiyan Papalık başlangıçta maddeperest Roma’ya karşı dini hassasiyetle kurulmuş müesseseydi. Ta ki kilise otoritesine güvenerekten dünyevi olan her şeye müdahale eder hale gelir günden güne tüm toplum kesimlerin tepkisini çekecektir. Zira kilisenin bu tutumu Avrupa’nın sefalet bataklığı içerisine düşmesine yol açmaktaydı. Öyle ki o yıllarda Avrupa karanlık ortaçağını yaşayacaktır. Bilim hak getire, yeni şeylerden söz etmek ne mümkün, söz eden derhal giyotine kurban gider. Tabii Giyotine kurban verilenler çoğaldıkça o ölçüde de yeni arayışlarda beraberinde gelecektir. Neyse ki batı daha öncesinde bize karşı düzenlediği Haçlı seferlerle cephede İslam medeniyetiyle yüzleşme imkânı bulmuşlardı. Böylece bizden aldığı aşılar ortaçağ karanlığından çıkmalarına yetecektir. Derken kilise ile olan çatışmadan akıl galip çıkıp Rönesans doğacaktır. Ancak Avrupa bu kez pozitif aklın esiri olacaktır. Yani ruh köklerinden yoksunluk batı insanını ruhi bunalıma sürükleyecektir. İşte bu noktada ruhi bunalıma düşmüş batı toplumu şimdilerde kurtuluşu yeniden Papalık müessesinde görüyor. Öyle ki Papalığa sadece dini lider sıfatı gözüyle bakılmayıp aynı zamanda devlet başkanı bir merci gözüyle de bakılıyor artık. Nitekim bu durumu İstanbul Fener Rum Patriğinin Papayı davet ettiği yıllarda tüm çıplaklığıyla gördük zaten. O günleri yaşayanlar çok iyi bilir, görünürde nazik davetmiş gibi gözüken hadise Türk kamuoyu nezdinde kuşku uyandırmaya yetmişti. Elbette ki Türk Dışişlerimiz kamuoyunun bu endişelerini dikkate alamazlıktan gelemezdi. Öyle ya bizim devlet anlayışımızda devlet başkanı sıfatı taşıyan bir kişi ancak devlet düzeyinde çağrılmasını gerektirirdi. Dolayısıyla böyle bir durumda sessiz kalmak Fener patriğinin ekümenik iddialarını onaylamak anlamına gelirdi ki, Allah’tan Hariciyemiz kamuoyunun hassasiyetine ters bir tutum içerisine girmedi. Hiç kuşkusuz böyle durumlarda kılı kırk yarıp kırk düşünmek zorundayız. Olayı bütünüyle baktığımızda bu meselede kim bilir belki de Patrikhane konumuna güç katmak amacıyla davet etmiş olabileceği gibi bir taşta iki kuş vurmanın hesabı içerisine girerekten Ortodoks ve Katolik âleminin birlikteliğine yönelik bir amaçta gütmüş olabilir. Her ihtimali düşünerek hareket etmek şiarımız olmalı da. Hele ki günümüzde kim dost kim düşman belli değil artık. Sureti haktan görünüp de tarihten bugüne bizi arkadan hançerleyenlerin haddi hesabı yoktur dersek haddimizi aşmış sayılmayız. Şimdi gel de tüm bu yaşananlardan sonra Papanın gelişinden kuşkulanma. Yine bizi asıl düşündüren bir başka husus ise Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyaretinin evvelinde Batı ve İslam dünyası arasında mevcut husumetin zirveye ulaştığı noktada gerçekleşmiş olmasıydı. Zaten Time dergisinin bu meseleyi kapak konusu yapması endişe etmemizin haklılığını ortaya koyuyor da.
Papanın daha önce İslam Dinimize yönelik sarf ettiği sözlerin hesaba kattığımızda, o malum derginin Papa 16. Benedictus’un ilk kez Müslüman ülkeye gittiği algısını ballandır ballandıra habire zihinlere işleyip dünya gündemine taşınması bize pek de hayra alamet bir ziyaret gözükmemesi gayet tabii durumdur. Kaldı ki Avrupa’da bile Papa’nın daha öncesinden İslam karşıtı dile getirdiği sözler tasvip edilmezken birden bire ne oldu da böyle bir ziyaret kararı karşısında biz endişe duymayalım da ya kim duysun. İşte bu endişeler eşliğinde yediden yetmişe hemen herkes artık bu ziyaretin İslam âleminde nasıl karşılanacağı merak konusu olur da. Nasıl merak konusu olmasın ki, bunun öncesi var birde sonrası var. Malum öncesinde Salman Rüşdi’nin Şeytan ayetleri kitabı skandalı var, sonrasında ise bir Danimarka krizi patlak vermişti ki doğrudan Peygamberimizi hedef alan bir çirkin hadisedir. İşte Danimarka krizinin gerginliği daha henüz soğumamışken birde bunun üstüne kendisinin papalığa gelmesiyle birlikte Peygamberimize yönelik hakaret içeren cümleleri de düşündüğümüzde öyle yenilir yutulur cinsten unutulacak hadiseler değildi elbet. Hiç kuşkusuz böyle bir profil çizmiş bir insanın Papalık rütbesiyle topraklarımıza adım atıyor olacak olması Müslümanlarca hoş karşılanmasını beklemek hayal olurdu.
Artık bu noktadan sonra iç ve dış kamuoyu Papanın Türkiye’ye ziyaretine çevirmişti ki; o yıllarda bir de baktık ki tüm beklentilerin aksine sanki eski papa gitmiş, yerini başka bir papa almıştı. Yani bambaşka bir kişilikle karşılaştık. Değim yerindeyse her bakımdan kemale ermiş, sempatik tavırlara bürünmüş yeni bir Vatikan lider portresi vardı karşımızda. Tabii, bu gördüklerimiz bir oyun mu yoksa geçmişte sarf ettiği sözlerinden pişmanlık duyup özür dileme görüntüsü mü pek bilinmez ama iç ve dış kamuoyunu şaşırtan vaka olduğu muhakkak.
Öyle ya, bayram değil seyran değil, ne oldu da Vatikan 180 derecelik ani bir dönüşle, ülkemize yaptığı ziyaretle Müslümanlarla Hıristiyanların sıcak temas içerisine girmelerine göz kırpabiliyor doğrusu şaşmamak elde değildi. Hiç kuşkusuz Sultanahmet camisinde Papanın saygı duruşu bir tutum sergilemesi de kayda değer hadisedir. Görünen manzaranın arka planını bilmesek de sonuçta gösterilen bu örnek tutum davranışlar daha öncesinden kamuoyunda birikmiş olumsuz havanın dağılmasına yetti diyebiliriz. Ama her şeye rağmen yine de ihtiyatı elden bırakmamak gerekti. Zira o yıllarda zihinler hala pek berrak sayılmazdı. Nasıl berrak olsun ki, bikere Papanın yanında en yakın danışmanlarından biri vardı ki, o isim Ortadoğu ilişkileriyle alakadar Henry Kissinger'den başkası değildi elbet. Ki, bu adam bir zamanlar Nazi soykırımından kaçmış Musevi bir ailenin çocuğudur. Tabii Papanın bir diğer başka danışmanı daha var ki, o da medeniyetler çatışması teziyle isim yapmış şu meşhur Bernard Levis'tir elbet. İşte tüm bu örnekler ortada orta da dururken Papa hakkında nasıl ihtiyatlı olmayalım ki, asla bize ne ya da boş ver diyemeyiz. Nice Papalar bizim olan diyarlardan gelip geçseler de endişelerimizin haklılık payı çok büyüktür. Geçmişte onca yaptıkları karalama kampanyaların açtığı derin yara izleri öyle kolay kolay kapanacak gibi gözükmüyor.
Evet, Papa o yıllarda Ortodoks ve Katolik dünyası arasında konsensüs sağlanmasına hizmet olsun diye topraklarımıza ayak basmış olsa da, halk değimiyle ağzıyla kuş tutsada sırf geçmişte İslam âlemine yönelik sarf ettiği o çirkin sözlerden dolayı yaptığı bu ziyaret Müslümanlara pek inandırıcı gelmeyecektir. Bize tek inandırıcı hadise tarihler 2013’ü gösterdiğinde Papa’nın görevinden istifa etme gelecektir. Çünkü kendi içinde patlak veren bir hadisedir. Umarız anlık gelişen bu tip hadisenin arkasında bu kez oyun kuran biz oluruz. Nitekim bugünlerde Fırat Kalkan ve Zeytin Dalı harekâtımızla ezanlarımız, salalarımız Suriye’de, Şam’da, Bağdat’ta, yankılanıp batı dünyasını tedirgin etmiş durumda. Varsın birazda onlar bizden endeşelene dursunlar. Kaygı duysunlar ki, bizimle oyun oynanamayacağını bilsinler.
Velhasıl; onların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da hiç kuşku yoktur ki Müslümanların lehine değişmez hesabı vardır.
Vesselam.