Yüreğimiz yanmakta. Nasıl yanmasın ki, o bizim gençliğimizde olsun, olgunluk yaşımızda olsun bizim üzerimizde çok büyük tesiri olan ‘adam gibi adam’ diyebileceğimiz eğitimci ağabeyimizdi.

Gençliğimizde Ramazan ayı geldiğinde minarelerden yankılanan ezan sesleri ve top ateşleri eşliğinde iftar açmakla bir bambaşka duygu seli yaşardık. O yılları yaşayanlar çok iyi bilir; Bayburt kalesinin bedeninde iftar vakti atılan top sesleri hemen hemen tüm mahallelerde duyulacak derecede yankılanırdı. Tabii hangi yıl hatırlamıyorum, ama bir seferinde topun geri tepmesiyle Kaleardı Mahallesi sakinlerimizden bir aileden bir can kaybı ve yaralanma hadisesi yaşandığından o top atma geleneğimiz son bulmuştu. Tabi buradan şuraya gelmek istiyorum. İşte Bayburt kalesinin şehre bakan bedenlerinde atılan tophanenin hemen altında Bayburt’un o meşhur pamuksu beyaz taştan örülü tek minareli Mehmet Çelebi mahallesinin Pilav Efendi bir camimiz var ya, o cami aynı zamanda Yılmaz Saka ağabeyimizin 1970 yılında imam hatip olarak görev yaptığı bir camidir.  İftarımızı yapıp, teravih vakti geldiğinde o yıllarda büyüklerimiz bize derdi ki; Ramazan ayını daha iyi şenlendirmek için teravihleri sadece bulunduğunuz mahallede değil diğer mahallelerde kılarsanız çok sevabı var. Tabii büyükler böyle der de, biz yapmaz mıydık? İyi ki de böyle yapmışız, çünkü benim bulunduğum mahalle Şingâh mahallesiydi, dolayısıyla mahalle mahalle dolanıp teravihleri kıldığımız camilerden yolumuz Pilav Efendi Camisine düştüğünde bir anda güçlü ve etkili hitabetiyle vaaz veren bir yüzle karşılaşırız. Bu nurani yüz Yılmaz Saka ağabeyimizden başkası değil elbet. Daha ilk günden etkisi altına girdik bile. Teravih namazını arkasında kıldıktan sonra arkadaşlarımızla eve dönerken yolda birbirimizle konuştuğumuzda meğer etkisi altında kalan sadece ben değilmişim, aynı duyguları onlarda hissetmişler.

Gençlik dönemlerinde camiler uğrak mekânım olduğu gibi siyasi olarakta en sık uğradığım mekânlardan biri de hiç kuşkusuz Ülkü ocaklarıydı. Hani az önce iyi ki de teravih namazını kılmak için Pilav Efendi Camisine gitmişim demiştim ya, yine buna benzer duygularla siyasi mekân olarak da o yıllar da iyi ki de Ülkü Ocaklarına sıkça gitmişim.

Günlerden bir gün Yeni camiinin (Yakutiye Camii) arka sokağında bir apartmanın en üst katında Ülkü Ocaklarına uğradığım da ülküdaşlarımızla hoş beş sohbetin ardından hemen alt katımızda Bayburt MHP ilçe teşkilatından gelen haberde, dediler ki herkes alt kata insin Yılmaz Saka ağabeyimiz konuşma yapacak diye. Tabii indiğimizde o’nun o güzel hitabetini tıpkı Ramazanda vaaz kürsüsünde hissettiğim haz kadar yeniden dinleme nasip oldu. Böylece ikinci kez Yılmaz ağabeyimin nefesiyle hemhal oldum. Hatta sık sık Ülkü Ocaklarına gittiğim sıralarda zaman zaman yolda, zaman zaman sözkonusu apartmanın üst katındaki Ülkü Ocaklarına merdiven basamaklarında çıkma esnasında, zaman zamanda ülküdaşlarımızla ocağın salon kısmında sohbet ettiğimiz esnada aramıza katıldığında karşılaşmalarımız oldu.

Kelimenin tam anlamıyla o’nun bizim üzerimizde etkisi çok büyük olduğu gibi fikren emek hakkı da var. Nitekim o’nun bizim üzerimizde ki fikri telkinleri sayesinde Ülkü yolunun ehlisünnet yolu olduğunu idrak ettik. Şayet bu bilince varmasaydık belki de ehlisünnet dışı akımların tuzağına düşüp maazallah başka yollarda iz sürebilirdik. Allah’a çok şükürler olsun ki o yıllarda Yılmaz Saka, Naci Memiş, Mustafa Erdemir gibi başkanlarımız vardı da ehlisünnet yolu çizgisi bir ülkü yolu takip edip bu günlere geldik.

Üniversiteyi bitirip memuriyet hayatına İstanbul Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezinde başladığım dönemlerde hiç unutmam Cağaloğlu’ndan Mahmutpaşa’ya doğru yürürken yolda bir uzun adam, her zamanki gibi şıklığıyla göz göze geldiğimde selam verdiğimde kucaklaşma anımı hiç unutamam. Ayak üstüde olsa hal hatır ettikten sonra bana Ankara’ya uğradığında Keçiören’de mutlaka tekstil üzere kurulu dükkânıma uğra demişti, benim için onur verici bir anıdır bu. O’nun bu can tavrı bir hemşeri olmanın ötesinde vefa duygusunun en üst dorukta abidevi şahsiyet karakter örneğidir. Bu deyiş belli ki sıradan bir değiş değildi, gün ola harman ola bir gün Ankara’ya geleceğimin bir haber muştusu bir deyişti.  Gerçekten o ayaküstü görüşmenin üzerinde dört yıl sonra Ankara’ya tayin oldum da. Ancak tayin oldum ama ha bugün ha yarın derken ziyaretim gecikmişti. Sen misin ziyareti geciktiren, bir gün oğlum Ahmet Alperen ile baba oğul Ankara’nın Altındağ semtinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun kabrini ziyaret etmenin ardından İbni Sina Hastanesinin önünden geçerken bir afiş gözümüze ilişir, afişte Türk ocaklarının kongresinin yapıldığı yeri işaret ediyordu, işte o işareti takip ederekten baba oğul kendimizi kongre salonunda buluruz. Kongrede konuşmaları dinledikten sonra kongre çıkışında yine tüm heybetiyle, yakışıklımı yakışıklı, zarafet sahibi uzun adamla karşılaşırız. Hemen görür görmez yine o sevgi dolu kollarını açıp bağrına basaraktan kucaklaşmamız beni kendimden alıp kendime getirmeye yetti arttı da. Kendisine Ankara Adli Tıpta Biyolog olarak çalıştığımı beyan ettikten sonra, bana ‘madem öyle artık komşuyuz, herhalde dükkânıma gelirsin’  dedi. Çünkü Adli Tıp Kurumu ile Yılmaz ağabeyimin işyeri aynı semtteydi. Bu kez oğluma yönelip onla konuştu, oğlum üniversite sınavlarına hazırlandığını dua etmesini söyleyince bir asra sığmayacak tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmez de. Derken hoş beş sohbetin ardından her fırsatta tekstil üzere iş yapan dükkânına gidip ziyaret etmek, benim için en önemli onur verici ziyaretler olmuştur. Her ziyaret edişimde değil benim hatırımı sormayı çocuklarımın bile hal ve ahvalini sormadan edemezdi. İşte gerçek dostluk budur, aile efradını bile düşünen bir dostluktur.  Nitekim oğlumun da gözünden kaçmamış olsa gerek ki, Türk Ocaklarının o kongre çıkışında hasbıhalle birlikte cana yakınlığı öyle etkilemişti ki, şu sözleri dile getirmekten kendini alamaz:

-Baba bugüne kadar senin bana bahsettiğin ve geçmişte birlikte olduğun arkadaşlarınla da tanışmıştım ama bu hasbıhal ettiğim o uzun adam amcam var ya, diğerlerinden çok farklı, hani özü sözü bir olanlar için ‘adam gibi adam’ derler ya, işte o uzun adam amcam bizatihi kendisi adam gibi adam.

Evet, oğlum yerden göğe haklıydı, geçmişte nice dostlarımız oldu, hatta o dostların bir kısmı makam mevki sahibi olduklarında ne arar oldular ne de kapımızı çalar oldular. Hatta bir ara madem sormuyorlar bari biz soralım dediğimizde dost sandıklarımız arkadaşlardan ziyaret için randevu talep ettiğimizde randevu vermeyip sırra kadem basanlar oldu. Şayet birileri ahde vefa nedir diye sormuş olsa, bu sorunun cevabı; işte oğlum Ahmet Alperen’in ‘adam gibi adam’ dediği o uzun adam Yılmaz ağabeyimizin üzerinde tüm berrak halde ziyadesiyle mevcut zaten.

Ki, Yılmaz Saka ismi sadece Bayburt’ta yankı bulan bir isim değil ülkücü hareketin içerisinde çok önemli bir isimdir.  Düşünsenize 1977 yılında Alparslan Türkeş’in liderliğinde kurulan MHP’nin aralarında Muhsin Yazıcıoğlu, Doğunun Başbuğu olarak bilinen Yılma Durak’ında bulunduğu otuz kişilik eğitim kadrosunda yer almış bir isim. Hangi ülkü ortamında bulunduysam o’nun isminin hep anıldığına çok kez şahit oldum da. Hakeza o aynı zamanda Yusufiye çilesini çeken isimler arasındadır. İşte böyle donanımlı ve Kur’an’ı hıfz etmiş bir ağabeyimizle randevu almaya bile gerek kalmadan çok rahatlıkla her an görüşebileceğimiz bir kıymettir. Gelene kapısı her daim açıktı, öyle bir yüreği vardı ki her görüştüğümüzde tokalaşmayla karşılamazdı, tam aksine kollarına sarıp bağrına basardı. Dükkânında çokca yudumladığım çay sohbetlerinde bana anlattıklarını yazmaya kalkışsam satırların feri söneceğini çok iyi biliyorum, en iyisi mi o özlü sözleri benim için bir nasihat olarak değerlendirip hayatımın ölçüsü olarak almam daha doğru tavır olacaktır. Bir ara yine dükkânında ikili görüşmelerimizde doğduğu Bayburt’un Maden köyünde teyzemden bahsettiğimde bir anda tutku bakışından köy hasretini sezmem gözümden kaçmaz da. Söz Maden’den açılınca derin bir oh çektikten sonra, bana biraz daha Maden’den bahsedersen belki de akraba çıkacağız dedi.  Tabii benim canıma minnet dayanamayıp, ah keşke öyle olsa da sizin gibi bir kıymetli ağabeyime akraba olsam, bu bizi küçültmez bilakis bizim için şeref kaynağı olur dedim. Evet, her ne kadar akraba olmasak da, bizi akrabalarından ayırt etmeyip candan sevdiğine inancım tamdı. Zira o tutku gözlerinden akan o ışıltı bunun teyididir. Hatta bir ara oğlumu sorduğunda, amcası hani sizden üniversiteyi kazanması için dua istemişti ya, Allah’a şükürler olsun duanızla Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İktisadı kazandı dediğimde hele gözlerinde parlayan o ışıltı bir görseniz sanki dünyalar onun olmuştu, işte bu denli babacan ağabeyimizdi. Ve ardından bana  “Delikanlıya selam söyle, ona de derslerine çok çalışsın, onlar bizim geleceğimiz ve umut neslimizdir.”

Bir gün Ankara Kızılay Sakarya’da ki Bayburt Derneğine uğradığımda Remzi Bayram ile karşılaştım. Hoş beş sohbetin ardından söz dolaşıp Yılmaz Saka ağabeyimize geldiğinde kanser teşhisiyle Gazi Tıpta yattığını söyledi. Bu sözü duyar duymaz sanki beynimden vurulmuşa döndüm, hemen ertesi gün soluğu Gazi Tıpta aldım. Yattığı odasının kapısına vardığımda oğlu Abdulkadir ve Enis’le göz göze geldik, ziyaret etmek istediğimi dile getirdim ama doktorların kesin talimatıyla ziyaretçi alınmıyor dediler. Bu kez şansımı deneyip hiç olmazsa uzaktan göreyim diye rica ettim, mümkünü yok dediler. Daha fazla ısrarcı olamazdım elbet, yine de kendimi ziyaret etmiş kabul ettim. Aradan epey zaman geçtikten sonra dükkânına gittiğimde yan komşu dükkân sahipleri bana kapattı dediler. Anladım ki bir insan hasta olmaya düşsün, bu dünyada her şey fani, malda yalan mülkte yalan, baki olan hiç şüphesiz Allah’tır. Her ne kadar hasta yatağında görmek nasip olmasa da zaman zaman telefon görüşmeleriyle geçmiş olsun dileklerimi belirtmeyi ihmal etmedim, en son telefon görüşmemizde sesinin dermansızlığını hissettiğimde kendi kendime; Uzun adam, bu hale düşecek adam mıydı, kim bilir biz onun yerinde olsak belki de telefonlara cevap vermekten aciz kalıp kapatırdık. İşte o bitkinliğe ve dermansızlığına rağmen Hakka yürürken bile ahde vefa nedir dersi verecek kadar adam gibi adam bir ağabeyimizdi.

Son yolculuğunda uğurlarken cenazede Asaf Murat Karapınar, Zeki Karapınar,  Adnan Bayram, Hakan Kobal, Nami Cumhurlu, Savaş Küçük, Harun Çarpatan, Ali Vahit Atıcı, Vedat Bilgin gibi daha birçok hemşerilerimizin yanı sıra arkadaşının arabasıyla birlikte mezarına gittiğimiz Lütfü Şahsuvaroğlu da vardı. Yol boyunca Lütfü Şahsuvaroğlu ile andıkta. Ortaköy mezarında okunan Kuran tilavetleri eşliğinde toprağa verdiğimizde İbrahim Sarı, Yılma Durak, Mahir Damatlar ve tüm sevenlerle birlikte yürekler buruk bir halde Fatihalarla uğurladıkta.

Evet, Uzun adam’ın Hacı Bayram-ı Veli’nin makamında son kez arkasında cenaze namazı kılınmasının akabinde Bayburt’a giden yol hattı üzeri, yani Samsun yolu üzeri Orta köy mezarlığında toprağa verdiğimizde gerçekten bir abidevi şahsiyetin bıraktığı boşluğun sinemizde açtığı derin hüznü şimdi daha iyi anlıyoruz. İnanın sözün bittiği an belirdiğinde, imamın el Fatiha demesiyle sanki kabrinde tüm sevenleri selamladığı hayali gönlümüzde etkisini hissettirirde. O şimdi aramızda değil ama Hakka vasıl olanların yanında, bu yetmez mi?

Velhasıl, Can ağabeyimin Kabri nur, ruhu şad olsun.

Vesselam.