Bilimsel tarih belgeye, kalıta ve kanıta dayanır, tanıklıklara ve anılara dayanır, hatta mitolojiye ve destanlara dayanır.
Peki edebiyata dayanır mı? Edebiyatı tarih gibi okur, tarihin yerine geçirtirseniz yanılgıya düşer ve düşürürsünüz. Çünkü edebiyat nesnel ve yansız olmak zorunda değildir, canının istediğini canı istediği gibi yazmakta özgürdür. Özgürdür de neyi yazacaktır, ne kadar kurmacalık yapabilecektir? Yani yine yazmadan önce bir edebiyatçı tarih okumaları yapmak, tanıklıklara başvurmak durumundadır. Birçok roman bu yörünge ve dönenceye oturtulur. Ve edebiyat, tarihe olan ilgiyi artıran bir ögedir, bu bağlamda tarihin öğrenilmesi ve öneminin kavranmasına da öncülük eder. Ne güzel diyordu Birol Emil: “Tarihin edebiyata olan borcu, edebiyatın tarihe olan borcundan az değildir.”
Türk romanında tarih büyük ölçüde vardır ve yukarıya aldığım öge ve ölçüleri, olumluluk ve olumsuzlukları da taşırlar. Bu taşıma önemlidir, İlber Ortaylı’nın sözleriyle bu önemi dikkatlerinize sunayım: “Dil, tarih ve coğrafya; bu üç dal olmadan beşeriyetin macerasını kavramak mümkün değildir.”
Ve bu sözün yanına da Afşar Timuçin’in şu sözünü koyalım: “İnsan büyük evren karşısında bir küçük evrendir, aynı biçimde bir büyük tarihin karşısında bir küçük tarihtir.”
Yazar dostum Mahmut Baycan’ın yeni romanı “Unutulanlar” işte böylesi bir küçük tarihi, tarih ve coğrafya ögelerinin eşliğinde akıştırmakta.
Güney Kafkasya’da Kura Nehri kıyılarında başlayan bir amansız savaşım. Etnik çiviler çıkmış, coğrafya kaynıyor. Osmanlı kalıntısı halklar karar aşamasındalar: “Gitmek mi zor kalmak mı?” İkisi de zor ama kimi zaman bu iki seçeneğin yanına “gitmek zorunda kalmak” seçeneği gelip oturuyor, “ölüm ve savaş kapıyı çalınca açmamak olmaz” sözünün gereği yapılıp “göç göç” olunuyor döne döne vuruşularak.
Baycan’ın anlattığı böyle bir aile. Bu ailenin yaşadıkları bize öncelikle bir korkusuzluk tarihini yansıtıyor ve Oriana Fallaci adlı İtalyan Yazar’a hak verdiriyor: “İnsanlık tarihi her şeyden önce bir korkusuzluk tarihidir, yüreklilik olmaksızın hiçbir şeyin yapılmayacağının, aklın bile işe yaramayacağının göstergesidir.”
Dahası da var, bu kitap insanlık erdemleri ile etnik gerçekliği, çetin bir onur sınavı çerçevesinde işliyor ustalıkla.
Romanın kişileri, yapay tiplemeler değiller gerçekler ve hepsi olumlu ve olumsuz yanlarıyla olağanüstüler. Onlardan dersler alıyorsunuz; insanlık, tarih, onur, söz ve aile birliği dersleri.
Roman İstanbul’a ulaşmayı başaran Kafkasyalı Türk ailesini, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki işgal yıllarında yine cephe gerisi mücadeleye itiyor, hem de tüm bireyleriyle.
Zamanın birinde birisi mecazi anlamda demiş ki, "Adını tarihe altın harflerle yazdırdı."
Sen misin diyen, düştü bu söz, söz bilmezlerin, söz yoksulların ağzına, vara yoğa kullanır oldular. Birisi de düşünmedi, birisi de sormadı ki, bu altın harfler tarihin neresinde?
Evet bırakın bu abartılı temcit pilavı türünden palavraları, tarihe ad nasıl yazdırılır, kimler bunu hak etmiş, kimler neler çekmişler bir karşılık beklemeden, bunları bu kitapta görün. Ve bırakın ucuz kahramanları, gerçek kahramanlar görmek istiyorsanız, Mahmut Baycan’ın bu kitabında en çarpıcı örnekleri var. Bunları okur, içselleştirir ve özümlerseniz kazancınız pek büyük olur.
Ben 344 sayfalık bu kitabı ilgiyle okudum. Baycan’ın biçemi ve anlatımı çok akıcı, kurgusu net. Kora Yayınları arasından çıkan bu değerli yapıtı sesimin ve iletimin ulaştığı herkese salık veriyorum.