Tortum’un eski adı “Nihah”, bu adla bağlantılı bir de atasözü var: “Ah ulan Nihah, penceresi de yok ki yıhah da bahah." Penceresi niye yok, çünkü halkının deyimiyle “iki dağın arası, bir Allah’ın belası” yerdir Tortum, iki yan silme kaya, ortada Tortum çayı ve çayın aktığı dar vadinin iki ucundan dünyaya açılan iki kapı.

Tortum’un eski adı “Nihah”, bu adla bağlantılı bir de atasözü var: “Ah ulan Nihah, penceresi de yok ki yıhah da bahah." Penceresi niye yok, çünkü halkının deyimiyle “iki dağın arası, bir Allah’ın belası” yerdir Tortum, iki yan silme kaya, ortada Tortum çayı ve çayın aktığı dar vadinin iki ucundan dünyaya açılan iki kapı.

O kayalık vadinin Erzurum’dan gelişe göre sağ yanındaki kayalık dağın eteğinde Hüseyin Usta’nın evinde otururduk biz. Çalışkan bir adamdı Demirci Hüseyin Usta, birini bize kiraya verdiği 2 takım o evi, oraya kondurmakla kalmamış, arka tarafını da kayalıklara kadar düzelterek meyve bahçesi haline getirmişti. Evin önünde de teraslama yoluyla bir düzlük oluşturmuş, bu düzlüğü doksan derece dik bir duvarla tahkim etmiş, bu duvarın altına da kavaklar dikmişti. Kavaklar hem aşağıdan evlerin önünün görülmesine engel oluşturuyordu, hem de gölge ediyorlardı. Yazları iyi bir oturma ve serinleme mekânıydı burası bizler için.

Türkeş’i ilk kez işte o evin önündeki düzlükte gördüm ben. 1960 yılının Kasım ayı idi, babamın eve getirdiği “Düşünen Adam” adlı dergiye bakıyordum, kurt bakışlı bir subayın fotoğrafı vardı orada, altında da benim fazla anlamadığım satırlar. Daha 12 yaşındayım, güncel olayları izlemeye çalışsam da tam kavrayamıyorum olup biteni. Babama gösteriyorum, neden Milli Birlik Komitesi’nden ayırmış, Hindistan’a göndermişler bu adamı.

Babam 27 Mayıs’tan önce Demokrat Parti’nin yaptıklarını hiç tasvip etmiyordu. 27 Mayıs’ı da olumlu karşılamış, hatta alyansını bile bağışlamıştı yeni yönetime. Fakat şimdi DP ileri gelenlerine yapılanları görünce, DP’lileri savunur olmuştu: “Yediler adamın başını… Yoksa bu Gürsel denilen haysiyetsizin canına okuyacaktı… Zaten basmış kurşunu da ölmemiş kavat…”

Pek bir şey anlamıyorum ama Türkeş’in o sert bakışları ile Cemal Gürsel’e attığı kurşunlar çocuk belleğime çakılıp kalıyor.

Aradan 6 yıl geçiyor, ben artık delikanlıyım, Erzurum Lisesi son sınıfta paralı-yatılı olarak okuyorum. Duyuyorum ki, Türkeş geliyormuş Erzurum’a, Halk Eğitim Salonunda konferans verecekmiş. Fakat saat 19.00’da başlıyor konferans. Biz yatılı öğrencilere Cumartesi günleri dışında gece dışarı çıkmak yasak, saat 17.00 dedi mi kapatılıyoruz pansiyona. Kaçmak da çok zor ha… Kaçmak da zor, dönünce okula girebilmek de.

Her şeyi göz alıp kaçıyoruz. Gidip dinliyoruz.

Türkeş o tok sesiyle iki saat milliyetçiliği ve Türkçülüğü anlatıyor. Türkçülük hakkında, edebiyat kitabımızdaki Ziya Gökalp’e ait bazı yazı ve şiirlerle, edebiyat öğretmenimizin verdiği bilgiler dışında bilgim yok o zamanlar, bu nedenle olacak, Türkeş’i ilgiyle ancak 10 dakika dinleyebiliyorum, sonra ya dalıyorum kendi içime ya da yanımdaki yöremdekileri izliyorum.

Atatürk Üniversitesi’nde öğrenciyim iki yıl sonra. İkinci Öğrenci Yurdu, 66 Numaralı odaya kaydediliyorum. 66 numaralı odaya varınca ilk dikkatimi çeken, odanın koridora bakan kapı tarafında duvar boyunca uzanan ışıklık pencerelerinin camına yapıştırılmış 2 kurt resmi oluyor.

Dikkatimi çekiyor ama sormuyorum bu kurt resimlerinin ne anlama gelip neyi simgelediğini. “Dur bakalım çıkar kokusu nasılsa öğrenirim” diyorum kendi kendime.

Tahminimde yanılmıyorum, oda arkadaşlarımdan Mahmut Aktaş, Celal Yağan’a bir gün “Bu memleket bir gün bozkurtlardan sorulacak mı ne dersin?” diye soruyor. O da “Türk çocuklarına Türkçülük şuuru verildiği takdirde, bu mutlaka olacaktır” diye yanıtlıyor. Sonra Celal, bir Ötüken Dergisi çıkarıyor dolabından, o sayının eki var içinde, duvara asacak. 45x15 boyutlarında renkli harflerle yazılmış bu ekte, Türkçülüğün ulu ismi Atsız’ın Türkçülük tanımı yer alıyor: “Türkçülük büyük Türk İli’nde Türk Milletinin kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün diğer milletlerden ileri ve üstün olma ülküsüdür.”

Ben bu tanımdaki “ileri ve üstün olma”ya biraz itiraz ediyorum. Anlatıyorlar, iknaya çalışıyorlar.

Sonraki günlerde bana bol bol Ötüken Dergisi ile Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanan Türk Kültürü Dergilerinden veriyorlar, okumaya meraklıyım, su gibi okuyorum bunları. Okudukça da bilinçli bir Türkçü olmaya başlıyorum.

“Atı atın yanına bağla, ya huyundan ya tüyünden” demiş atalarımız. Biz de böylece oda arkadaşlarımızın özel ilgi ve çabaları, zaten özümüzde bulunan Türklük aşkının etkisiyle Türkçü olup çıkıyoruz kısa zamanda.

Atatürk Üniversitesi’nin de ilk Ülkü Ocaklıları’ndan olduk daha sonra.

Cazim Gürbüz, Erzurum'da 1969 yılında yapılan Dokuz Işık yürüyüşüne katıldığı kıyafetle...Ve 1969 Milletvekili Genel Seçimleri öncesi… Türkeş, Trabzon-Gümüşhane-Bayburt üzerinden Erzurum’a geliyor. Karşılamaya gideceğiz ya, biz öğrenciyiz taksi tutacak paramız yok. MHP’nin Erzurum’daki ilk il başkanlarından pastacı Nail Orhun Ağabey, bir taksi tutuyor, taksinin dört bir yanını üç hilalli bayraklarla süslüyoruz. Bir de ses düzeni kurmuşuz, arabadan dışarıya mehter marşları yayınlıyoruz. Nail Abi, boya ve fırça da almış, Aşkale-Erzurum arasında asfalta bol bol üç hilal çizip MHP yazıyoruz. Yol yazma âdeti yoktu o zamanlar, sonraki yıllarda yayıldı Anadolu’nun her yanına. Belki de bu işi ilk yapanlar bizdik. Yani Nail Abi, ben, Kuzu Samet, Kuzu Samet’in kardeşi ve Örümcek Namık (Namık Kemal Kaya).

Bayburt Gümüşhane arasında rastlıyoruz “Albay’ın konvoyuna” (O zamanlar daha Başbuğ sanı yoktu, hep albay diyorduk). İniyor Türkeş arabadan, siyah takım bir elbise giyinmiş, bakışları sert, sesi tok. Elini öpüyoruz. “Nereden geliyorsunuz?” diye soruyor “Erzurum” deyince yanındakine “Buyurun işte!” diyerek gülümsüyor.

Biniyoruz arabalara varıyoruz, Bayburt’a. Orada Yıldız Sineması’nda konuşma yapacak. Çıkıyor sahneye başlıyor konuşmaya, seslendirme aygıtından da “vuuuu” diye sesler başlıyor. Dönüyor, “Bakın şuna!” diyor. Bakıyorlar, ses duruyor, Türkeş başlıyor, ses yine başlıyor, sonunda kaldırıp fırlatıyor, yere çalıyor mikrofonu, tok sesiyle salonu inletiyor.

Konuşma bitiyor, çıkarken Bir Bayburtlu “Vola ne sert herifimiş, galdurdu vurdi yere mikrofonu” diyor, yanındakinden “Eeee… Ele işte ayaklaraaan… Menderes’in başını yiyen adam deel mi?” yanıtını alıyor.

Evet, Türkeş’in elini ilk o gün öpmüştüm, sonraki yıllarda çok öptüm, sayısını unuttum. Sonraki yıllarda birçok siyasetçi ile de çalıştım, partilerde birçok görevim oldu, bir tek genel başkan olmadım, ama elini öptüğüm tek lider Türkeş oldu.

Türkeşli anılarım bu kadar değil, çok uzun, buraya sığmaz, ileride “Tanış Ünlüler” diye bir kitap çıkarmayı düşünüyorum, orada tamamı olacak.

Rahmetli Başbuğ’un yolundan ben hiç ayrılmadım. Rahmetli Cengiz Dağcı’nın dediği gibi “Ben yine o eski benim” partim değişse de. Yol aynı… Dört yıl önce Konya’da HEPAR’ın parti içi eğitim toplantısı vardı, Eğitimden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak açtım toplantıyı, o gün 4 Nisan’dı, Türkeş’i rahmetle andım, onun rahle-i tedrisinden geçtiğimi ifade ettim. Soldan gelme, bazı fesat angutlar gidip beni Pamukoğlu Paşa’ya şikâyet etmişler. Paşa bana bunu aylar sonra bir vesile ile söyledi ve 1995 yılında Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanı iken, oraya yeni atanan bir albayın (bu albayımız halen hayatta imiş, Allah uzun ömür versin) kendisine Türkeş’ten mesaj getirdiğini açıkladı. Şöyle tembihatta bulunmuş o albaya rahmetli Başbuğ: “Osman Paşa bir kahraman, çok da yaman bir asker, ona sahip çıkın ve ne derse yapın.”

“Başbuğ’un Görüp Gösterdikleri” adlı şiirimle sonlandırayım yazımı:

Tabutluk, mahpusluk ve sürgün günlerinde
Var'ı gördü, yoğ'u gördü.
Atası Yavuz Sultan Selim Han'ın sürdüğü gibi
At sürdü bir başına ve ardına bakmadan.
Gün oldu meydanların görmediği çoğ'u gördü.

Batan Kürşad'dan doğan Kutluğ'u gördü
Yad'ı yansılamayı ağu gördü
Dalarak gözleri yazıtların çağına
"Ey Türk düşün!" diyen Yuluğ'u gördü
Şiir haritasında nehir nehir tuyuğu gördü.

Yesevi'den kopup gelen apaydınlık uruğ'u
Veysel ve Yunus'ta iki uluğ'u
Kitab-ı Dede Korkut'ta sözel büluğ'u
Türklük sıradağlarında Atatürk adlı doruğu gördü.

Anadolu yaylasında yama yama, kıraç kıraç, yoksuluğu gördü
Bunca yük altında şükürlü - zikirli soluğu gördü.

Vardı veda hutbesinin okunduğu o kutsal yere
Anadan doğduğu gün gibi akpak eden tebelluğu gördü.

Ilımlı ve olumluydu
Dosta dosttu mezara kadar.
Buzdağlarını eritecek Ergenekon demircisi olarak
Diyaloğu gördü.

Mahşeri kalabalıklar üstünde uçtu can kuşu
Ankara'da o eşsiz yuğ'u gördü
Sağu gördü
Karlı bir nisan günü Başbuğ Alparslan Türkeş bile
Hakk'a yürüyen gerçek ve son Başbuğ'u gördü.

Mayıs 2013