Mustafa Sancar’ın daha önce “Şehirler Ağladığında” adlı romanını okumuş, çok beğenmiş, Yeniçağ Gazetesi’nde bir de yazı yazmıştım.

Değerli yayıncım sevgili İsmet Arslan, 30 yıldır aralıksız çıkardığı Berfin Bahar Dergisi’nin Aralık 2024 sayısını Mustafa Sancar’a ayıracağını söylediğinde, bir kitapla yazı yazamayacağımı üzülerek gördüm. Bunu İsmet Bey de anladı ki bana Sancar’ın üç kitabını birden gönderdi.

Ben 15 gündür bu kitaplarlayım, onların baş kişileri, öteki kişileriyleyim. Olayların ve betimlemelerin etkisinden kurtulamıyorum.

“Palyaço’nun Ayna Sığınağı”ndan başlayayım bu kitaplar hakkında yazacaklarıma. Kora Yayınları arasından çıkmış Haziran 2002’de.

Yazar Urfa ve Adana’dan alıyor Aygül Ana ve oğul Aydoğan’ın geçmiş serüvenini, Çorlu’ya vardırıyor onları. Sonra Çorlu’da neler oluyor neler.

Cekim Alanindayim Sancarin Uc RomanininAydoğan hem boya badana işleri yapıyor hem de profesyonel palyaço, bu işlerin hangisi olursa yapıyor. Ya hiçbiri olmayınca, sıkıntı sıkıntı sıkıntı… Bu sıkıntıların ayrıntıları, yaşattıkları, yıktıkları, çektirdikleri bir tamam var bu romanda.

Gelgelelim ben olaylara çok da girmek istemiyorum, her romanda kişiler olur, vakalar olur. Ama her romanda Mustafa Sancar biçemi ve anlatımı olmaz, kurgulama ustalığı olmaz, Yaşar Kemal’i andıran, yer yer onu aşan destansılık olmaz. Lirik betimlemeler olmaz.

Hadi o zaman Diyarbakırlı Şehmus Dayı’nın ağzından bilgece bir öğütleme dinleyelim: “Devletsen milletine, milletsen devletine, ana babaysan evladına, evlatsan atana, komşuysan komşuna, er kişiysen kadınına, kadın isen erine, sevmiş isen sevdiğine; varlıklıysan yoksula, yetime, öksüze; ekmek isen aça, aç isen ekmeğe, yol isen yoldaşa, yoldaş isen yola, dağ isen buluta, bulut isen dağına, yağmur isen toprağa, toprak isen ırmağa; ağaç isen dalına, dalına konan kuşa, kuş isen dala, sığındığın ağaca, güzel isen çirkine, çirkinsen güzele, gece isen gündüze, gündüzsen geceye, taht isen adalete, kral isen halkına, güçlü isen zayıfa, sağlıklım isen hastaya, saat isen zamana, karanlık isen aydınlığa, göz isen başkalarının namusuna, el isen çalışanın malına; para isen alın terine, emeğe, kılıç isen mazluma, silah isen mertliğe, yalan isen gerçeğe, eğri isen doğruya, yaşıyorsan hayata, insan isen insana HAİN olmayacaksın.”

Bu romanın sonu pek acıklı, o acıklılığı hiçbir okur belleğinden silemez, etkisinden kolay kolay kurtulamaz.

Bu romandan asla unutmayacağım bir deyimi de aktarmak isterim. Roman kahramanı Aydo’nun babası, Aydo’yu “Van gözlü” diye severmiş. Van gözlü olmak Van Gölü’nün mavisini çağrıştırması yanında, Van Gölü kadar derin ve dağlarla çevrili bir özlemi de taşıyor elbette…

İkinci ve üçüncü kitaplar birbirinin devamı. Aze’nin Yakarışı ve Lal Ağıtlar/Aze’nin Yakarışı 2.

Hilmi Yavuz “Yırtıcı sözler büyüttük dil’in koyaklarında” der, Mustafa Sancar’da asla yırtıcı sözler yok; yaratıcı sözler, yorucu sözler ve yer yer de yakıcı sözler var. 

Yaratıcı sözler daha çok betimleme yoluyla oluyor, doğa lirizminin ve doğa bilgisi ile görgüsünün doruklarına çıkmış bir Mustafa Sancar görüyoruz bu kitaplarda. Kuşların, ceylanların, geyiklerin, keçilerin, kuzuların, nice ağaçların, göllerin, dağların, bulutların, yağmurların, dumanların, otların, bitkilerin iç dünyalarına giriyorsunuz sanki, iç anlamlarını seziyorsunuz, hatta öğreniyorsunuz. 
Örnekleyelim:

“Hava usuldan açılmaya başlamıştı. Yükünü boşaltıp rahatlayan bulutlar şimdi pamuk gibi ağarmış, renk renk çiçeğe boğulmuş çimenli tepeler ise apaydınlık oluvermişti. Bu puslu aydınlıkta, Aynagöl’den Toroslara kadar uzanan büyük bir alakuşak belirdi. Cevahir aniden bastıran yağmurun ardından gökte beliren renkleri sarhoşluğuna girdi. Yüzü, gözlerinin içi ışıdı, keyiften mest oldu. (…) Doğruldu, alacalı kayanın kuyusundan çıkıp çaya doğru yürüdü. 

Çayın heybetli suyu insanın başını döndürüyordu. Kuytu yerler köpük içindeydi. Daha kuytuluk, çimenli ve taşlıklı kıyıya yakın sulak havuzluklar ise yarpuzlarla doluydu. Taşların üzerinden sekerek oraya vardı. En taze, en yavrularından birkaç tutam kopardı. Dayanamadı, bir iki yaprağı ağzına attı. Elleri, ağzının içi yarpuz koktu, bir serinlik çöktü içine, nefesi değişti.

Geldi, kuzey tarafı alacalı yosun bağlamış ulu bir kayanın sini gibi düz tepesine çıktı. Ekmeğini burada yiyecekti.”

Evet başkahramanın adı Cevahir. İlginç bir tipleme. Cevahir taş ustası, taş çıkarma, yontma ve taşa resim yapma, nakışlama ustası. Cevahir doğa aşığı, sevgi dolu, iyilik dolu bir genç. Onun bu özellikleri insan ve doğa bağlamında bir değişiklik getiriyor. Sanat bağlamında da… 

Cevahir’in taşa çizdiği resimlerin başına birikiyor köylü yorumlara başlıyor:

“Kocaman bir el, elin içinde bir göz. El sanki bir devin eli, ipiri… Kudreti bir göz… Sanki bir ceylan gözü gibi, güzel mi güzel. Güzel göz ağlıyor. Gözyaşları damla damla. Altında bir ırmak. Göz ırmağın üzerine ağlıyor. Taşın göğü yıldız dolu. Yıldızlar da ağlıyor. Ulu bir ağaç yaprakları göğü kaplamış. Yapraklar da ağlıyor.

Gözyaşlarından bir ırmak doğmuş. Kocaman elin bileğinde bir zincir, Zincirli elin ayasında bir ala göz. Ala göz ırmak içinde. Yapraklar, yıldızlar su içinde. Dünya su içinde.”  

Cevahir böyle, anası Leyla Ana, yiğit ve de akıllı bir kadın. Zaten Mustafa Sancar’ın kadın tiplemeleri hep öyle. Aze öyle, Dilan Ana öyle, Lal Keziban, Bacı Fatime, Safiye Hanım öyle… 

Erkeklerin iyi yanda olanları ise yiğit ve bilge. Keko Abdülkadir başta olmak üzere, Hançer Dede öyleler… Kötüler, aymazlar, gammazlar, paragözler de var elbet, onları da suçlarıyla afişe ediyor yazarımız. 

Ve bu iki roman Su bebeğin doğumu ile sonlanıyor. Su aydınlık derler atalar, gözler ve gelecekler aydın ola. Sancar’ın nice böyle sürükleyen, etkileyen, iletileri iz bırakan romanları ola.

Ben Sancar’ın bu romanlarının çekim alanından sanırım hiç çıkamayacağım, size de salık veririm, okuyunuz.