Tasavvuf, insanoğlunun evrendeki yerini sorgulaması ve kendi gerçeğini arama, idrâk etme gayretidir. Bu gayretin öncüleri velilerdir. 17 Aralık gecesi hatimler, fatihâlar, ilahiler ve semâ ile Hakka yürüme gününü yad ettiğimiz, Hz. Mevlânâ bu yolun öncülerinden, müstesna bir şahsiyettir. Yaşayışı, eserleri, dergâhı ve O’nu takip edenlerin örnek üsluplarıyla dünyaya, özellikle vatan coğrafyamızın güzel insanlarına; Benlik vehminin felâket olduğunu öğretmeye gayret etmiştir.
Tasavvuf, insanoğlunun evrendeki yerini sorgulaması ve kendi gerçeğini arama, idrâk etme gayretidir. Bu gayretin öncüleri velilerdir. 17 Aralık gecesi hatimler, fatihâlar, ilahiler ve semâ ile Hakka yürüme gününü yad ettiğimiz, Hz. Mevlânâ bu yolun öncülerinden, müstesna bir şahsiyettir. Yaşayışı, eserleri, dergâhı ve O’nu takip edenlerin örnek üsluplarıyla dünyaya, özellikle vatan coğrafyamızın güzel insanlarına; Benlik vehminin felâket olduğunu öğretmeye gayret etmiştir.
“Benlik Vehmi” kavramını biraz açalım. Koca Gönüllü Yunus Emre’miz, “Bir ben vardır. Benden içeru” diyor. Asıl olan birinci Ben’i Yaradan’ın sırrı olan ikinci Ben’e terk etmektir. Yine Hak âşığının: “Ben Ben’i terk eyledim. Gördüm ki ağyâr kalmamış” deyişinde birliğin, tevhidin sırlı söylenişi vardır.
Hz. Mevlâna bu yolda yalnız değildir. Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, diğer Hak erenlerle 13. Yüzyılın siyasi ve sosyal çalkantıları içinde boğulan Anadolu’ya kurtuluş rahmeti olmuştur.
Nefsin eğitimi Tasavvuf’ta, daha doğrusu gerçek anlamda “insan” olmada ağırlıklı olan aşamadır. Nefsin eğitiminde önce âdem olarak bu dünyaya gelen varlığımızın insan olarak dönmesini sağlayacak eğitim verilir. İnsan bu dünyadaki zaaflarını aşabildiği ölçüde insan olur. Kendi kendisiyle hesaplaşmaya giren ve ilahi ölçüde Yaradan’a teslim olan insan artık kendini aşmanın güzelliğini, saadetini yaşamaya başlamıştır.
Kendisini aşan insan kendi vücud-u memleketinde hükümdardır. Her türlü zayıflığın üstündedir.
Tarihimiz, tasavvufun insan olma üslûbunun saygı gördüğü devirlerde kendini aşan insanlar yetiştirdiğimizi gösteriyor. Bunların yokluğu, bu eğitimin ihmali bizi neredeyse kendine tapan insanların eline bırakıyor. Devletimiz güç kaybediyor. İnsanımız kahroluyor.
Kendini aşan insan kavgaların, ihtilâfların adamı değildir. O ayıp gören gözlerini, ayıp duyan kulaklarını kapatmıştır. Bu yolda gelişirken, “gıybet etmemek, kimsenin ayıbını görüp söylememek ve hakikatle mağlup olmayı zevk bilmek” temel esaslar olarak yerleşir.
İslam’dan önceki hayatımıza yön veren dini değerlerimizin, coğrafyanın enginliği içinde milletimize verdiği güzellikler, Oğuz Han’da en kemalli örneğini vermiştir.
Çin hazırlıksız yakaladığı Oğuzlara saldırmak için bahane arıyordu. Hakanın sevgili atını istediler, verdi. Arkadan hatununu istediler, gönderdi. Hatun yolda zehir içerek intihar etti. Bu defa kıraç, çorak bir araziyi istediler. Oğuz Han “hayır” dedi. Ve savaş düzeni aldı. “At benimdi, hatun benimdi verdim. Ama toprak benim değil, devletimindir. Gerekirse ölürüm ama vatan toprağını vermem” dedi. İşte bu olayla kendini aşmış adamın muhteşem örneği Oğuz Han’dır. Geçmişimize her türlü peşin hükmü bir tarafa bırakarak bakarsak; sorumluluk mevkiindeki bütün insanlarda ehliyetten sonra aranması gereken meziyet kendisini aşmış olgunlukta olup olmadığıdır.
1683 II. Viyana Muhasarası tenkide tahammülü olmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yüzünden felâketle sonuçlanmıştır. Koca İbrahim Paşa’nın Harp Meclisi’nde söylediklerine; “Sen atehlemişsin” diye hakaretle karşı çıkacağına, anlayıp uygulasaydı, tarih başka türlü yazılacaktı.
Dâhi bir asker olan Sultan Yıldırım Bayazıd, Hakan Timur’a küfreden mektuplar göndereceğine siyasi ve askeri manevralarla oyalayıp yorsaydı, Çin seferine geç kalan Timur, Anadolu’dan çekilip gidecekti.
1402 Çubuk Savaşı, Osmanlı Devleti’ne çok ağır kayıplar verdirtti. Tarihçilerimize göre İstanbul’un fethi bu yüzden 75 yıl gecikti.
İttihat Terakki üçlüsü Talat, Enver, Cemal beylerin Sadrazam Sait Halim Paşa’nın konağında I. Cihan Harbi’ne girme kararı almaları, parti meclisine bile haber vermeden 5,5 milyon kilometre kare vatanı ateşe atmaları anlaşılır iş midir?
Tıpkı Mithat Paşa’nın, 93 Harbi’ne devleti sokmasındaki idrak ve izan noksanlığını açıklamada zorlandığımız gibi. Harbiye Nazırı Başkomutan Enver Paşa Erzurum Köprüköy’e III. Ordu karargâhına geldi. III. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan İzzet Paşa’ydı. Enver Beyin de hocasıydı. Enver Paşa masanın üstüne Sarıkamış Planını açtı. Tasarladığı taarruz planını anlattı. Hasan İzzet Paşa “Planınız kâğıt üstünde mükemmel, ancak iklim şartları düşünülmemiş. Askerin yarısı çarık giyiyor, yarısı da takunya. Geceleri burada hava (-50) dereceye kadar düşebiliyor” diyerek açıklamasını sürdürürken, Enver Paşa kükredi; “Sen bunamışsın. Azlediyorum. Ordu komutanlığını da uhdeme alıyorum” diyerek hocası olan komutanı üstelik aşağılayarak görevden aldı. O gece taarruza geçildi. 80 bin vatan evladı Allah-u Ekber dağlarında donarak öldü.
Duygularımızı bir kenara bırakarak aklımızla düşünelim. Viyana’da ve Sarıkamış’ta yetki; kendini aşmış, tenkide açık yöneticilerde olsaydı bu kadar tükenir, bu kadar acı çeker miydik?
Şeb-i Arus’un yıldönümü ile ayrı bir anlam kazanan bu günlerde hep birlikte önce kendimiz, sonra ülkeyi yönetenler için dua edelim: “Yaradan hepimize kendimizi aşmayı nasip etsin.”
Aralık 2011