Ruzi Nazar, doksan küsur yaşında öldü.
Ruzi Nazar, hakkında öğrenilmek istenen her bilgi ve her ayrıntı, Enver Altaylı’nın “Ruzi Nazar CİA’nın Türk Casusu” adlı kitabında yer almaktadır.
Altaylı ve Ruzi Özbekistanlıdırlar… Altaylı’nın babası komünist yönetimin zulmünden kaçarak, uzun ve serüvenli bir yolculuktan sonra Türkiye’ye sığınmış, Adana’ya yerleşmiştir. Enver Altaylı’nın da babası gibi fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Harp Okulu öğrenciliği, Talat Aydemir’in İhtilal teşebbüsüne sürükleniş, askerlikten ihraç… Sonra üniversite öğrenimi, gazetecilik, MİT’e giriş… MHP ve Türkeş’le ilişkiler… 12 Eylül 1980’de yurtdışına kaçış… Ve SSCB’nin yıkılışı sonrası Türkiye’de etkin görevler, Özbekistan ve Türkiye arasındaki ilişkilere en üst düzeyde katkı ve müdahale ve yıllar sonra ata topraklarını görme fırsatı…
Ruzi Nazar’a gelince, o da Özbekistan’dan çıkıyor, İkinci Dünya Savaşına katılıyor, sonra Almanlar’ın eline düşüyor, onların SSCB’ye karşı oluşturduğu birliklere katılıyor ya da katılmak zorunda kalıyor. Savaş sonunda ABD’liler keşfediyorlar onu ve ABD’ya varıp CİA’da çalışmaya başlıyor.
Türkiye’de de çalışıyor, 1960 İhtilali sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi’nde ikilik çıkıp Türkeş ve arkadaşları tasfiyeye uğruyor ve kurşuna dizilmeleri gündeme gelince, Ruzi devreye giriyor ve ABD Hükümetinin buna karşı olduğunu Gürsel’e söyleyip Türkeş’in hayatını kurtarıyor.
Altaylı, Ruzi Nazar’in hayatını tam 542 sayfada anlatmıştı, yani meraklısı alacak ve okuyacak bu kitabı.
Ben, bu kitaptan Ruzi Nazar’ın Nazım Hikmet’in SSCB’de bulunduğu yıllarında Viyana’da yaptığı görüşmeyi özetle aktaracağım. Aktaracağım çünkü ilginç ve ders dolu…
“Ruzi’yi en çok hayrete düşüren, tanınmış Tür şairi Nazım Hikmet’in de festivale katılmak için Viyana’ya gelmiş olmasıydı. Ruzi, Nazım’ın adını ilk gençlik yıllarında duymuştu. 30’lu yıllarda Sovyet edebiyat dergilerinde Nazım’ın şiirleri yayımlanırdı. Ruzi onu bir şair ve sanat adamı olarak sever, fakat siyasi tercihlerinden hoşlanmazdı.
(…) Nazım, 1951 yılında Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne kaçıncaya kadar, hayatının büyük bir kısmını cezaevlerinde geçirmişti. Zor hapishane şartlarında Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri izlemesi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin artık Lenin’in partisi olmadığını öğrenmesi elbette kolay değildi. Onun için SBKP herhalde Lenin’in partisi, Sovyetler Birliği de dünyadaki bütün sömürge halkları ile dünya işçi sınıfının vatanıydı.
Ruzi bütün bunları anlıyor, büyük şaire saygı ve hayranlık duyuyordu. Ruzi’ye göre haksızlığa isyan etmeksaygı duyulacak bir tavırdı. Kendisi de haksızlıklara isyan ederek, bir zamanlar Almanlarla çalışmış, şimdi de ABD ile işbirliği yapmıyor muydu? Nazım’ın Kuvayı Milliye Destanı’nı yıllar önce okumuş ve kendi kendine ‘Bu ancak büyük bir şair tarafından yazılabilir’ demişti. Nazım’ın 1939 yılında yazmaya başlayıp üç ayrı hapishanede 1931 yılında tamamladığı bu şiir Ruzi’yi çok etkilemişti.
Kuvayı Milliye Destanında Türkistanlı bir halk kahramanının ismen zikredilerek hikâyesinin anlatılması ve sonuna doğru Anadolu’da yaşayan insanlara köklerinin hatırlatılması, Ruzi’yi hem gururlandırmış, hem de duygulandırmıştı. Şöyle diyordu Nazım:
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet
Kısık gözleri
Seyrek sakalı
Hafif makineli tüfeğiyle
Dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
Ve ay ışığında ve yıldızlarcasına geceleyin
Ne zaman sıkışsa bizimkiler
Peyda oluverdi, yerden biter gibi 0
Ve ateş etti ve düşmanı dağıttı
Ve kayboldu dağlarda yine
Ruzi, Türkiye’de yaşayan insanların Anadolu’da kendi vatanı Orta Asya’dan geldiklerini ve akrabalıklarını anlatan şu satırları her zaman okumuştu:
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim
Bir yolunu bulmalı ve Viyana’dayken Nazım’la görüşmeliydi. Gösteriler sırasında karşılaştığında kendisiylegörüşmek istediğini bildirdi. Nazım, kaldığı otelin adresini verdi ve Ruzi’ye kendisini beklediği saati söyledi.
Ruzi, belirlenen saatte otele gitti. Nazım, bu Türkistanlı genç adamı sevgiyle gülümseyerek karşıladı. Ruzi, Nazım’a hayat hikâyesini bütün açıklığıyla anlattı. ABD’de yaşadığını, vatanının bağımsızlığı için verdiği kavgada onlarla işbirliği yaptığını söyledi.
Nazım, son derece zeki ve tecrübeli biriydi. Ruzi apaçık söylememiş olsa da, ABD’de hangi kurumla işbirliği yaptığını anlamamış olması mümkün değildi. Nazım o sırada 58 yaşındaydı. Son derece yakışıklı bir adadı. İnsanı etkileyen, dinlendiren ve güven veren bakışları vardı. Ruzi’ye Orta Asya Cumhuriyetlerine sık sık gittiğini, Semerkant, Buhara ve Hive’ye hayran olduğunu, Özbekistan’da birçok şair ve yazar arkadaşı bulunduğunu söyledi. Azerbaycan şairlerinden Samed Vurgun’dan bahsetti. Ona göre Samet Vurgun XX.Yüzyılda bütün Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük şairlerden birisiydi.
Nazım, Sovyetler Birliğindeki hayatından memnun olup olmadığı hakkında bir şey söylemedi. 16 yıldır vatanından ve yakınlarından uzakta olan Ruzi’ye “Vatan hasretinin ne demek olduğunu iyi bilirim’ demekle yetindi. Ruzi’ye ABD’deki imkânlardan yararlanmasını, kendisini daha çok eğitmesini söyledi. Ruzi yanından ayrılmak için ayağa kalktığında deniz mavisi gözleriyle Ruzi’nin gözlerinin içine bakıp hüzünlü bir ses tonuyla söylediği şu son sözler ilginçti: ‘Siyasete bulaşmamaya gayret et. Siyasete bulaşıp bok yememek gerek’. Nazım, Ruzi’ye büyük devletin oyuncağı olmamak, onlar tarafından kullanılmamak gerektiği anlamına gelen bazı sözler de söyledi. O ortamda daha açık konuşamazdı.”