İnsanlar normal ikili sohbetlerinde olsun gurup sohbetlerinde olsun hep günümüzde toplumsal bir ahlak çöküntüsü içerisinde olunduğundan, fertlerin eskiye göre zenginleştiğinden ama huzurlarının kaçtığından bahsetmektedirler. Hatta nerede o eski günler diyerek eskiye özlem duyulmaktadırlar. Gerçekten son otuz kırk yılına şahit olduğumuz yılları göz önüne getirdiğimizde insanların refahının arttığını ama bu oranda da huzurun artmadığını, insanların giderek bencilleştiği ve huzursuzluğun da giderek artmakta olduğunu tespit etmek güç olmasa gerek.
Moda tabiriyle sosyal medyada görülen seviyesiz ve bayağı üslup ve ifadeler, internet denilen ve yurdun en ücra ve kırsal köşelerine kadar, ilkokul seviyesindeki çocukların kullanımına sunulan sınırsız, sorumsuz edep ve ahlaksız içerikli yayınlar refah seviyesinin yükselmesine rağmen ahlaki seviyenin o denli alçaldığının birer göstergesidir. Alçalan bu ahlak seviyesi de toplumda huzursuzlukların artmasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Evlenme ve aile müessesesinin yeni nesil tarafından ne kadar basite alındığını, evlenmeden çok boşanmaların çoğaldığı gerçeği ve aile içi huzursuzlukların artmış olması, alkol ve uyuşturucu yaşının oldukça aşağılara düşüyor olması bu duruma en çarpıcı örnekler olarak verilebilir.
Son günlerde yaşadığımız ve tüm ülkeyi yasa boğan Soma felaketinde henüz fıtratı bozulmamış, gerek felaketzede ve gerekse yurdumuzun diğer fazilet ve ahlak sahibi insanlarını görmekle birlikte ahlak seviyesi yerlerde sürünen birçok mahlûka da şahit olduk. Başkasının acısını onunla birlikte yaşayarak bir nebze azaltmak yerine onları aşağılayan, hor gören onların acısı üzerinden kendilerine ikbal devşirmeye çalışan ahlaksızları da gördük. Fıtratı bozulmamış ve aileden gelen devlet malına zarar vermemek için çizmelerinin çıkartmasını isteyen ahlak abidesi felaketzedeyi de gördük. Sözde çevre duyarlılığı adına kamu malına kin ve nefretle zarar vermeyi marifet sanan ve onlara destekçi olan ahlaksızları da gördük.
12 Eylül sonrasının ilk üniversite öğrencileriydik. 12 Eylül ihtilali olmuş, sokaklar ve üniversiteler sakinleşmiş ama ülkenin problemleri değişik şekillerde devam ediyordu. Bu ortamda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Hocamız Prof. Dr. Hüseyin Atay derslerimizin birinde ülkemizin meselelerinin sebeplerine değinirken şu çarpıcı tespiti yapmıştı:
"Çocuklar, bakın bu ülkenin bütün meselelerinin kaynağında ahlaksızlık yatmaktadır. Hocası, tüccarı, ilim adamı, sanatçısı, siyasetçisi, bürokratı, gazetecisi, işçisi velhasıl toplumun tüm kesimlerinde bir ahlak problemi var. Bu problem çözülmedikçe yani her kesim kendi işini yaparken ahlaklı davranmadıkça bu ülkenin hiçbir meselesi çözülemez. "
Bu tespit benim zihnimde çok önemli bir iz bırakmıştı. O günden beri hocamızın söylediği bu gerçeği her zaman hatırlarım. O günlerden bu güne kadar bu tespitin ne kadar haklı olduğunu yaşayarak gördük.
Yukarıda bahsettiğim ve hala acısı taze olan felakette o zavallı Anadolu çocuklarını karın tokluğuna yerin metrelerce altında çalıştıran ama kendileri onların sırtından kazandığı paralarla göklere doğru kuleler dikenler en büyük ahlaksızlardır. Onlara bu imkânları sağlayan, kentleri imar yolsuzlukları yaparak beton yığınlarına dönüştüren her kademedeki yönetici ve bürokratların da ahlak problemi vardır.
O insanları canlı canlı mezara götüren, gereken tedbir ve güvenlik önlemlerini savsaklayan her kademedeki yönetici, denetici, mühendis vs hepsinde ahlak problemi vardır.
Hocamızın yıllar önce yaptığı bu tespitin haklılığını yaşamakta olduğumuz bazı gerçeklerde de rahatlıkla görebiliriz:
Birlikte yaşayan insanlar mesela komşular birbirlerinin hukukuna riayet etmiyor, komşusunu en ufak bir şekilde rahatsız etmemek için hassasiyet göstermiyorsa bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda komşular arası huzursuzluklar doğmaktadır.
Birlikte iş yapan, doğrudan veya dolaylı olarak birisinin işi diğerini ilgilendiriyorsa ve birbirlerinin hukukunu gözetmemesi ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda iş huzuru bozulur.
Siftah yapan bir esnaf komşusunun da siftah yapmasını düşünmeden "Rabbena hep bana" ilkesini benimsemişse bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda kıskançlık ve husumet doğar.
Bir tüccar yaptığı işte normal bir kâr seviyesiyle yetinmiyor, yerine göre kârda sınır gözetmiyorsa bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda ihtiras, tamahkârlık ve doyumsuzluktan kaynaklanan problemler ortaya çıkar. Kendisi dışındakileri düşünmeyen acın halini anlamayan ve bundan kendini sorumlu hissetmeyen fertlerin oluşması sonucunu doğurur.
Bir memur yaptığı işe azamı hassasiyet göstermiyor, işlerini çıkar ilişkileri içerisinde yürütmeye çalışıyorsa bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda iltimas rüşvet gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkar.
Bir amir konumunu, makam ve nüfuzunu kişisel çıkarları için kullanıyor, maiyeti arasında adalet ilkelerini gözetmiyorsa bu ahlaksızlıktır. Bu iş huzurunun bozulmasını, kudretli mevkilerde adamı olmayanın tabii haklarından bile mahrum olması sonucunu doğurur.
Bir öğretmen asıl işi olan öğrencileri eğitmek ve öğretmek olduğunu bir kenara bırakıp sırf zaman öldürmek için ders saatinin dolmasını bekliyorsa, öğrencilerin eğitiminden kendini sorumlu hissetmiyorsa veya nesilleri bu ahlak buhranından kurtarmak için tam onlara hizmet edecek dinamik yaşta iken kendisine sunulan hizmetlerden kaçıp bakanlık koridorlarında yüksek maaşlı bankamatik bürokratı olmak için koşuşturan genç öğretmenlerin de onlara bu imkânı sağlamak için nüfuzunu kullanan siyasilerin de yaptığı iş ahlaksızlıktır. Bu anlayış kimliksiz, kişiliksiz, edep ve terbiyeden yoksun bozuk bir neslin yetişmesi sonucunu doğurur.
Bir din görevlisi göreviyle ilgili hassasiyet göstermiyor, sürekli kendisini yenileme bilgilendirmeye çaba göstermiyorsa, insanların ahlaklı olmalarını kendisine dert edinmiyorsa, amirlerine yaranma ve işini yürütmenin peşinde koşuyorsa bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda din ve dini hassasiyetlere karşı ilgisizlik ve dinin hayat dışına itilmesini doğurur.
Bir işçi aldığı işin hakkını vererek çalışmıyor, işin sağlam olmasını düşünmeden bitirip ücretini almanın peşindeyse bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda kazancın bereketsizliğini ve insanlar arasında güven bunalımını doğurur.
Bir patron çalıştırdığı insanların emeğinin karşılığını zamanında vermiyor, hak ettiği kadar ücret ödemiyor, çalıştırdığı insanların emeğini sömürerek servet üstüne servet yığıyorsa bu ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda servet düşmanlığı, hırsızlık, anarşi ve terör doğar.
Bir çiftçinin ve üreticinin ürettiği ürünün insanların zarar görmesini düşünmeden daha fazla ürün, daha fazla gelir elde etmenin peşinde koşması ahlaksızlıktır. Bunun sonucunda sağlıksız, hastalıklara duçar olmuş bir toplum oluşur.
Memleketin idaresini yürüten siyasiler adaleti ve liyakati bir kenara bırakarak kendi gurubu, kendi hizbinden olanlara, ne olursa olsun benim adamım olsun anlayışıyla hareket ederek hak etmedikleri imkânları sunuyorsa, kendi gurubunun, hizbinin ve yandaşlarının çıkarını korumanın peşinde koşup milletin hak ve hukukunu gözetmiyorlarsa bu ahlaksızlıktır. Bu durumda herkesin hakkı bulunan memleketin kaynakları belirli bir kesimin hizmetine sunulurken diğer hak sahiplerinin tabii hakkı gasp edilmiş olur. Bu da fırsat eşitsizliğinden kaynaklanan huzursuzlukları doğurur.
Hele din ve dini ilkeleri kullanarak bir dinî gurup oluşturup esas yapması gereken işi insanları bu tür ahlaksızlıklardan uzak tutmak için çalışmalar yapmak olan sözde din önderleri bu ahlaki olmayan işleri yapıyorsa bu hem toplumun dine karşı soğumasını ve hem de dindar diye bilinen insanlar yapıyorsa ben niye yapmayım gibi bir anlayışla toplumda ahlakın daha da bozulmasına vesile olurlar. Bu da din ve dindarlara karşı yapılan en büyük haksızlıktır.
Yine bir gazetecinin, bir sanatçının kendi işini toplumun çıkarları doğrultusunda değil de başka kişisel ve ideolojik ilişkiler içerisinde, ülke ve milletinin leh ve aleyhinde olup olmamasını dikkate almadan yapıyorsa bu da ahlaksızlıktır.
Trafikte kuralları çiğneyerek onlarca insanın ölüm ve sakat kalmasına sebep olan, özellikle basit gibi görünse de büyük şehirlerde emniyet şeridini işgal eden ve binlerce insanın hakkına tecavüz eden şöförler de ahlaksızlık yapmakta ve trafik anarşisine sebep olmaktadır.
Kaynağını dini öğretilerden alan hela-haram hassasiyeti olmadan ne olursa olsun her alanda kazanma hırsı da toplumdaki huzursuzluğun kaynağı olan en büyük ahlaksızlıklardan birisidir.
Pratik hayattan basit örneklemelerle anlatmaya çalıştığımız bu ahlaki olmayan davranışları çoğaltmak mümkün. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi ahlaksızlığın bir kural haline getirilmesinin en önemli sebebi ise kanaatimce toplumda ölümden sonraki hayata ve hesap gününe olan inancın zayıflığı ya da hiç olmamasıdır. Sözle söylenen ahiret inancı ve hesap günü gerçeği bir masal gibi algılanmaktadır. Bu anlayış ise toplumdaki problemlerin kaynağı olan ahlak erozyonunu daha da artırmaktadır.
Öyle ya; yaptığı ahlak dışı işlerin hesabının sorulmadığını gören bir insan ölüm sonrası hayat ve hesap gününü de bir masal gibi algılıyorsa bunun ahlaki olmayan davranışlarını nasıl engelleyebilirsiniz?
Yukarıda belirttiğim gibi toplumdaki problemlerin kaynağının ahlaksızlık olduğunu tespit eden 12 Eylül sonrası İlahiyat Fakültesindeki hocalarımız bu tespitleriyle, yanılmıyorsam o zamanın askeri konsey üyelerini de ikna ederek hazırladıkları raporlarla hem İlahiyat Fakültelerinin artırılmasını ve hem de orta öğretimde din dersinin yaygınlaştırılmasını sağlamışlardı.
Ancak bu gün geldiğimiz noktada görüyoruz ki, ne din derslerinin yaygınlaştırılması, ne de İlahiyat Fakültelerinin sayısının çoğaltılması bu ahlak meselesini çözememiştir. Burada din derslerinin veya İlahiyat Fakültelerinin faydasızlığını asla kast etmiyorum. Demek istediğim şu ki, toplumun ahlaki açıdan bozulmuş olması tespitine karşı bu bozulmuşluğun tamiri hususunda kuru kuruya din ve ahlak dersleri verilmesinin konuyu çözmediğini anlatmaktır. Nitekim bu ders devrin kudretli paşalarının müsaadesi ölçüsünde "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" olarak adlandırılmış ve içi tamamen boş ve bir insanın hayatına yön verecek bir uygulama anlayışından uzak, sığ ve yasak savmacı bir anlayışla uygulanan bir dersti.
Bu dersle ilgili hazırlanan o dönemdeki ders kitaplarından birisinin muhtevası ile ilgili bir hatıramı da burada zikrederek anlatmak istediğimi daha bariz bir hale getirmek istiyorum.
İlahiyat Fakültesi son sınıfındaydım. Mevzuat gereği öğretmenlik stajı yapmam gerekiyordu. O zaman bir liseye başvurdum. Din dersi öğretmeni ile görüştüm. O sırada ders "Kutsal Kitabımıza karşı sorumluluklarımız" konusuydu. Din dersi öğretmeni kitaptaki bu konuyu ders olarak anlatmamı istedi. Ben de kitabı aldım, konuyu okuyup hazırlanmaya çalışıyordum. Din Dersi Kitabında Kitabımız Kur'an'a karşı sorumluluğumuz konusu özetle şu şekilde anlatılıyordu: "Dinimizin kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerimi diğer kitaplardan daha fazla bir özenle korumalıyız. Onu evimizin en güzel köşesinde, en temiz ve işlemeli, dantelli kılıflar içerisinde muhafaza etmeliyiz. O'nu mübarek gün ve gecelerde özenle alıp okumalıyız…" Yani bu konu ders kitabında bu çerçeve içerisinde işlenmiş, içeriğine hiç değinilmemişti.
Oysaki bizim dinimizin kutsal kitabı olan Kur'an'ı fiziki olarak korumamızdan ziyade içinde insanlığı saadete ulaştıracak ahlak ve adaletsizlik buhranından kurtaracak emir ve nehiyleri öğrenip hayatımıza tatbik etmekle sorumlu olduğumuzu genç dimağlara yerleştirmemiz gerekiyordu. Bunu yapamadığımız için işte ülke ve millet olarak problemlerden kurtulamıyorduk. Problemin kaynağı işte uygulamaya yönelik ahlaki ve dini eğitimin ihmal edilmesiydi.
Demem o ki; dün olduğu gibi bu gün de pratiği olmayan bir din ve ahlak bilgisi kültürü olarak algılanan bu eğitim toplumdaki ahlaki problemi çözmeye beklenen katkıyı yapamamıştır. Aksine geldiğimiz bu noktada toplumun her kesiminde ahlaksızlık davranışlar daha da artmış durumdadır. İşin kötü yanı ise bu ahlaksız halin son derece normal görülmeye başlamasıdır.
Toplumda ahlaki davranışların yükselen bir değer haline gelmesi için iyiliklerin emir kötülüklerin nehiy edilmesi olarak özetleyebileceğimiz ve kaynağını yüce kitabımız ve onun tebliğcisi Hazreti Peygamberin sünnetinden alan öğretilerin insanımızın lisanından öteye bütün hücrelerine işlenmesiyle mümkün olabilir. Kur'an'ın tabiriyle ilahi buyrukların boğazdan aşağıya giderek kalplere nüfuz etmesiyle ancak ahlaksızlığın önü alınabilir.
Burada en büyük öğreti ise kul hakkının kutsallığı ile ona tecavüzün ve dünya hayatında tüm yapıp ettiklerimizin mutlak karşılığının görüleceği ölümden sonraki hesap gününe inancının bir masal gibi dille söylemekle değil kalbe ve bütün hücrelere yerleşmesi inancıdır. Bu inancı kalbine ve bütün hücrelerine yerleştiren ve buna göre hayatını tanzim eden bir insandan ahlaksız hiçbir şey sudur edemez. Böyle insanların yetişmesi elbette din eğitimi ile mümkün olabilir ama bu eğitimi verecek ahlaklı eğiticilerin öncelikle yetişmesi şarttır.
Ayrıca dinin sadece kuru kuruya belli vakitlerde namaz kılmaktan ibaret olmadığını namaz dışında da her hal ve hareketimizin Allah'ın gözetim ve denetimi altında olduğu şuuruyla hareket etmenin zihinlere nakşedilmesi gerekir.
Teknolojinin geldiği şu noktada insanların sokak kameralarıyla her anının tespit edildiği günümüzde bütün kâinatın sahibi ve murakıbı olan Allah'ın Kiramenkatibin kameralarıyla her anının kayda aldırdığını ve ölüm sonrası hesap günün bir masal olmadığı ve o hesap gününde herkesin yapıp ettiğinin önüne konacağı gerçeğini herkesin zihnine nakşetmesi gerekir. Toplumun ahlaksızlıktan kurtulması ancak bu anlayışla mümkün olabilir.
Netice olarak günlük hayatımızda çok karşılaştığımız tüm bu ahlaksız tutum ve davranışlarla ilgili örnek ve izahlardan sonra şunu söyleyebiliriz:
Ahlak; kul hakkının yani insan hakkının kutsallığına inanmak ve bu hakka tecavüz etmenin karşılığının yaşadığımız dünya hayatında karşılığını görmesek bile ölüm sonrası hesap gününde mutlaka karşılığının görüleceğine inanarak olumlu ve herkesin güzel gördüğü ve kişinin kendisi ile içinde yaşadığı toplumun faydasına yönelik davranışlar sergilemesidir. Bu inançla hareket eden insanların oluşturduğu toplumda problemler belki bitmez ama asgariye inebilir.
Toplumun huzur bulması için helal-haram hassasiyetini yitirmiş, daha çok paralı insanların değil, kul hakkının kutsallığına inanan ve yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir hesap gününün mutlak varlığını hücrelerine kadar hisseden, daha ahlaklı insanların çoğalması gerekmektedir.