Bilhassa batılılaşma serüveninden bu yana, kendi tarihimize sırtımızın döndürülmüşlüğümüz ve yönümüzün batı hayranlığına çevrilmişliğimiz bu hallere düşmememizin baş nedenidir. Şayet bugüne dek anaların gözyaşı dinmeyip feryatları gök kubbeyi inletiyorsa biliniz ki birtakım mihrakların bize kırk dereden su getirecek oyunlarla bedel ödetmeleri hız kesmeyecek gibi.
Neyse ki onca yaşanan acı hadiselerden sonra öz kaynaklarımızın kıymetini geçte olsa fark edebildik. Hatta fark etmenin ötesinde kendimiz gibi olmak gerektiğimizin idrakiyle bir arada nasıl yaşanılabileceğinin formülü üzerinde konuşuyor, tartışıyor, hatta sözde birtakım entelektüellere taş çıkartırcasına en akılcı sosyolojik değerlendirmelerde bile bulunabiliyoruz. İşte böylesi bir engin uyanışı çok mühim bir diriliş muştusu olarak görüyoruz. Düşünsenize daha düne kadar, tek tip tarih, tek tip kahraman, tek tip ideoloji, tek tip ırk modeli labirent (dolambaçlı) tanımlamalarla çıkmaz sokaklarda hedef belirlemeye çalışıyorduk. Allah’a çok şükür ki şimdi geldiğimiz noktada bakar kör değiliz artık, hatta farklı kimlik, farklı meşrep, farklı mezhep mensubu insanların vesayet odaklarının baskılarından sıyrılıp bir arada kendilerini ifade edebildiklerine de şahit oluyoruz. Hele toplum özgür bir ortamda kendi öz irfanını ortaya koydukça kimi sözde aydınlar bile bu duruma kayıtsız kalmayıp tek tip görüşlülükten çoğulculuktan söz eder hale gelebiliyor. Zaten gelmeleri de gerekiyor, çünkü gerçek anlamda aydın olmanın kriteri halkın o engin irfanının safında yer alıp çokluk içerisinde vahdet deryasına yol almasıyla ölçülür. Zaten bu kriter doğrultusunda yol almalı ki çokluk içerisinde “Birlik fikri” platformu oluşabilsin. Aksi takdirde çağın gerisinde kalmayı göze alıp çıkmaz sokaklarda habire debelenmeye mahkûm kalacaklardır.
Her neyse, az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik derken fildişi kule popülist söylemlerin geçerliliğini yitirmiş olduğunu görebiliyoruz. Her ne kadar popülizm halkçılığı çağrıştırır bir kavram gibi gözükse de geçmiş uygulamalara baktığımızda halkı kandırmaya yönelik halk yardakçılığı şeklinde yüzünü göstermiştir. Neyse ki sonradan bu ikiyüzlü yardakçılık kendini ele verdi de artık sorgulayabilen, eleştirebilen bir halkın irfanıyla yüzleşilebildi. Hele refah seviyesi arttıkça toplumun sırça köşklerde lüks hayatı yaşayanlara karşı duyulan özentinin de git gide etkisini yitirdiğini çok rahatlıkla görebiliyoruz. Dahası toplum artık aydın ve politikacısını fildişi kulede değil bizatihi sahada görmek istiyor. Zira fildişi kuleden ve sırça köşklerde gazal okuyan popülist aydın ve popülist siyasiler habire mide bulandırmakta. Kaldı ki toplumun özünde kökü mazide ati olmaya açık bir yapı söz konusudur. Öyle ki artık toplum kazandığı malın kirini zekât müesseseleriyle ve sadaka yoluyla madden ve manen temizleyip gerçek anlamda aydınlanma arzusundadır. İşte gerçek manada seçkinci toplum olma arzusu budur. Ancak yinede bir bakıyorsun toplum içerisinden bu fildişi kuleden bakan popülist siyasi ve popülist aydınları başköşe eden bir avuç azınlık kesim çıkabiliyor. Küçük bir azınlık başköşe ediversin, şu bir gerçek toplumumuzun kahır ekseriyatı artık hem sorgulayan, hem sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek karar verici mevkii düzeyine erişmiş durumdadır. Eskiden ne mümkün değil sorgulama her fırsatta toplumun önü kesilmiştir.
Peki, toplumu her seferinde türlü oyunlarla hizaya getirmeye çalıştılar da ne oldu sonunda bin yıllık tarihi hafıza birikimi toplumu uyandırmaya yetmiştir. Bu demektir ki toplum geçte olsa kendine geldiğinde bir şekilde irfanını ve sivil insiyatifini ortaya koyabiliyor. Anlaşılan o ki tepeden dayatma yöntemlerle ne toplumun kökleriyle olan irtibatı koparılabiliyor ne de hizaya getirilebiliyor. Besbelli ki toplum bir zamanlar kendi üzerinde uygulanan mühendislik çalışmalarına anında tepki veremese de en son gelinen noktada kendini elit sanan bir avuç karanlık odakların heveslerini kursaklarında bırakabiliyor. Yetmedi kendisiyle doku uyuşmazlığı olan her ne odak varsa haddini bildiriyor da. Bu odaklardan ister dış odak olsun ister iç kriptolar olsun fark etmez, toplum eninde sonunda fildişi kuleden toplum mühendisliğine soyunanların planlarını ters köşe hamlelerle boşa çıkartıp kendi öz elitist gücünü (öz irfanını) gösterebiliyor. İyi ki de her türlü ayak oyunlarını boşa çıkartacak deruni seçkinci diyebileceğimiz feraset kodlar sinemizde ziyadesiyle mevcut, bu sayede pek çok badireleri birlikte atlatabiliyoruz. Şöyle bir geçmişe dönüp bir baktığımızda tarihte kurduğumuz devletlerin pek çoğunu kendi iç çalkantılarımızla yıkmışız ama feraset kodlarımız canlandığında sil baştan devlet kurma becerisi gösterebilmişiz de. Dolayısıyla sinemizde kodlu olan o engin ferasetimizle pek oynanmaya gelinmez diyoruz. Yeter ki, tarihi, milli ve dini hassasiyetlerimiz rehavete uğramasın, bak o zaman ebed-müddet ülkümüz her daim iri ve diri olacaktır. Gerçekten de rehavete kapılmak dini ve milli hassasiyetimizde aşınmalara yol açtığından yeniden dirilişe geçmekte zorluklar yaşayabiliyoruz. Hele feraset yanımız körelmeye dursun bunda en çokta gençler yara almakta. Eh gençler bu durumda ne yapabilir ki, bikere hafıza kaybına uğramakta. Zira dünyada bu denli kültürüyle, tarihiyle, kimliğiyle oynanmış bizim kadar bilmem kaç ülke vardır. Baksanıza gençleri kendi kültür hazineleriyle barışık ve analitik tahlil yapacak eğitim sisteminden mahrum bırakmışız. Tabii mahrum bırakınca da bir elinde Molotof kokteyli gençlik, diğer elinde uyuşturucu gençlik baş gösterebiliyor. Oysa bizim sokaklarda nefes nefese kalan ruhsuz gençlik yerine bir elde Kur'an, bir elde bilgisayarla vakıaların analizini yapacak madden ve manen donatılmış seçkin alperen gençliğe ihtiyacımız var. Tabii bir zamanlar bu ülkenin kaderi sözde elitist bir avuç azınlığın eline terk edilirse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Madem öyle ihmal edilmişliğimizi bir kenara bırakıp ülkemizi gönlü iman muhabbetiyle dolu, aynı zamanda ileri düzeyde ufuk sahibi geleceği muştulayan bir gençliğe emanet etmek gerçek elitist tavır olacaktır. Buna mecburuz da. Çünkü 'alp' dış dünyanın elit cilası, ‘erenlik’de iç dünyanın değişmeyen tek hakiki elit ruhudur.
Türkiye artık kararını verme noktasındadır; ya alperen tipi gençlikle yoluna devam edip kurtuluşa erecek ya da kimlik edinememiş gençlikle yoluna devam edecek. Allah korusun ikincisinde kurda kuşa yem olmak vardır. Yani birincisinde kurtuluş, diğerinde felaket vardır. Gönlümüzden geçen odur ki Türkiye sevdasını hâkim kılacak gençliğin altyapısını oluşturacak eğitim programı bir an evvel yürürlüğe geçsin. Aksi halde histerik veya kişiliği bozuk gençlik başa bela olacaktır. Bakın geçmişte yaşadığımız kanlı 1 Mayıs olayları, Gezi olayları vs. bunun en garabet örneklerini teşkil eder. Gerçekten de bu tip başıboş sokak gösterileri bir kesiminin fotoğrafını göstermeye yeter artar da. Maalesef hafızasını yitirmiş genç kitleler bir yandan yıkıp dökerken niye yıktığını, öfkeyle polise saldırırken niye saldırdığını, slogan atarken ne için slogan attığını bilemeyecek kadar histeri nöbetine tutulabiliyor. Besbelli ki uluslararası baronların bir maşası olduklarını bilmeden akıntıya kapılıp serseri mayın hale gelebiliyorlar. Oysa geçmişte kanlı 1 Mayıs olaylarında, 12 Eylül öncesi sağ sol çatışmalarında, Gezi kalkışmasında ne bulduk ki şimdide bulalım. Şimdi bunca yaşanmış olaylardan birçok dersler çıkarmak vaktidir, şayet ders alınmazsa olayları kritik edemeyen, sorgulama yeteneği olmayan, ferasetten (algıda seçicilik - algıda elitist) yoksun bir gençlikle karşı karşıya kalabiliriz. Elbette ki yol yapmak, köprü yapmak, savunma sanayimizi geliştirmek güzel atılımlar, ama bunlardan daha da önemlisi bir elde Kur’an diğer elde bilgi teknolojisi gençlik yetiştirmek daha önemli atılım olacaktır. Tüm bu gerçeklerden hareketle ciddi manada yeniden yapılanma ve yenilenmemiz şarttır. Hiç kuşkusuz bu yapılanmada ne başıboş sokak serserisi devrimci gençliğe ne de ehlisünnet dışı Radikal gruplara yer olmayacak. Nasıl yer olsun ki, biri ‘devrim kanla yazılır’ sloganıyla ülkemizin temeline dinamit koyarken diğeri de habire Kur’an ayetlerini tıpkı Hz. Ali (k.v)’e başkaldıran Hariciler gibi “Hüküm Allah’ındır” ayetini sloganlaştırıp devlete karşı kalkan olarak kullanıyorlar. Yetmedi bir grup duvarlara 1453’ün intikamını alacağız sloganıyla uluslararası güçlerin değirmenin su taşırken bir diğer grupta “İyiliği emretme, kötülüğü menetme” ayetini kafasına göre tevil edip etrafa korku salabiliyorlar. İşte bu olup bitenlere baktığımızda terörün dini, ırkı, vatanı olmaz sözünü kayda değer bir tespit olarak değerlendiriyoruz.
Tepki hareketleri her toplumda görülen sıradan bir vaka gibi gözükse de bizde öyle hiçte olmuyor maalesef, kimi zaman alışkanlık boyutunda histerik krize dönüşebiliyor. Nitekim Taksimde gezi kalkışması, Güneydoğu hadiselerinde hendek kazmalar bunun tipik misalini teşkil etmekte. Hakeza büyük şehirlerde kimi zaman baş gösteren sokak eylemleri de bu cinsten histerik tablodur. İşte bu tip histerik tabloların eksik olmamasının nedenlerini tartışan yorumculara baktığımızda ise; kimi parçalanmışlık üzerinden, kimi kimlik uzantısı üzerinden, kimi büyük şehrin getirdiği yalnızlaşma ve yabancılaşma üzerinden, kimi sosyo-ekonomik vetireler üzerinden, kimi politik, kimi ideolojik, kimi de kişisel ego tatmini gibi sebepler üzerinden izah etmeye çalışıyorlar. Aslında tüm bu yorumların her birinde haklılık payı var elbet, ama her tek tip yorum fotoğrafın bütününün ortaya koyan bakış açısı değildir. Yani fotoğrafın tek karesine bakaraktan fotoğrafın bütünü teşhis edilemez, bilakis fotoğrafın tüm karelerini bir araya getirerek ancak meselelerin üstesinden gelinebilir.
Evet, problem ne tek başına kimlik uzantısı, ne tek başına yabancılaşma, ne tek başına ekonomik boyut, ne de tek başına ideolojiktir. Tüm problemler bu saydığımız unsurların hepsinde gizli. Aslında daha da işin temeline inildiğinde şiddet histerisine kendini kaptırmış kitlelerin özünde hem kimlik, hem yabancılaşma, hem sosyo-ekonomik, hem politik, hem ideolojik, hem de kişisel ihtirasa dayalı sebepler vardır. Demek oluyor ki, mesele tek boyutlu değil çok yönlüdür. Kaldı ki sosyolojide tek tip görüşlere yer verilmez, çoklu görüşler esastır. Şu bir gerçek olaylara tek pencereden bakmak bilgi kirliliğine yol açmaktadır. İşte bu yüzden meselelere değişik pencerelerden bakıp objektif kriterler ortaya koymak gerekir. Zaten sosyal olayları kritik edebilen, analitik ve seçkin bakış açıları geliştikçe, insanımızın eninde sonunda kendini araştırmaya, ilme ve irfana vereceği muhakkak. İşte bu noktada kıraathane projesini okuma kültürünün gelişmesi açısından önemli buluyoruz.
Bir toplumun farklılıklarıyla bir arada uyum içerisinde yaşayabilmesi için her şeyden önce birbirini öteki görmeyecek ortamın yeşertilmesiyle mümkün. Şayet tüm farklılıklar adeta bir kilim üzerine bir zenginlik olarak ilmek ilmek işlenmiyorsa bölük pörçük yapıların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik gibi kimlikler asla ayırımcı unsurlar olarak kullanılmamalı. Bir kere şunu baştan belirtmekte fayda var; etnik milliyetçilik ırkçılıktır. Dolayısıyla hiçbir etnik kimliğin diğer bir etnik kimliğe ne kimlik dayatmaya ne de üstünlük taslama hakkı vardır. Bilakis farklı kimlikleri dışlamak ve onlara hayat hakkı tanımamak gibi yöntemler Hitler Almanya'sına has maraz bir hastalık olup, bize yabancıdır. Bizim asla terapiye ihtiyacımız yoktur, Anadolu kiliminin dilini anlarsak mesele kalmayacaktır zaten. Bu nedenle “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” şiarımız olmalıdır. Öyle ya madem bu topraklarda acılarımızı ve sevinçlerimizi beraber paylaşıyoruz, o halde farklı desenleri birbirine karşı ötekileştirmeden Türkiye sevdası bir kilim dokumak birçok meseleyi çözmeye yeter artar da.
Farklılıklara bölücülük olarak bakmak kime ne kazandırmış ki, bize de kazandırsın. Durduk yerde birliğimizi ve dirliğimizi zehir etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Birlikte yaşadığımız insanlarla farklı nüanslarımızın olması asla bölücülük değildir, bilakis zengin kültür birikimimizi ortaya koyan unsurlardır. Bakın aynı kilimin desenleri arasında bile zenginlik söz konusu. Önemli olan zenginlikleri pragmatist (çıkarcı) politikalara kurban vermeden hakiki manada elitist bakış geliştirebilmek çok mühimdir. Dahası kendi öz kültür kodlarımızla barışık elitist bir yaklaşımla (öz seçkinci bir yaklaşımla) kendi içimizde medenice öz eleştiri yapmak esas olmalıdır. Malum, öz eleştiri olmayan bir yerde karanlık güç odakların ve baronların cirit atacağı muhakkak, hatta böyle bir ortamda koyu taassup bataklığa saplanmakta vardır. Öyle ki ‘Ben’lik histerisine kapılmış kimi fanatik taraflar “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganıyla, kimi fanatik taraftarlarda “Ya sev Ya da terk et” gibi sloganlarla güya kendinden geçtiklerini sanırlar. Hâlbuki ne Arab’ın Acem’e, ne Acem’in Arab’a üstün olmadığı ve üstünlüğün takvada olduğunu belirten Yüce Peygamberin sesine kulak verilseydi, bu tür histerik duygulara kapılmayacaklardı. Biz biliyoruz ki; ruh dünyamıza kuvvet veren sloganlar değil, takva heyecanıdır. Zira takva hayatı her şeyin üstünde bir değerdir. Öyle ya, sonsuz konuşma lakaytlığı ve üstünlük taslama kimilerine kolay bir yöntem olsa gerek ki habire sokaklarda avare avare dolanıp slogan atmakla meşguller. Oysa sokakta hak arayışı boş adamların işidir. Dopdolu bir insan her an Allah’ın emanet verdiği canı en iyi şekilde değerlendirmenin derdiyle dertlendiğinden avare avare dolaşmayı zaman israfı olarak bilir.
Dedik ya içi boş sloganlarla hiç yoktan hayatımızı zindan etmeye gerek yoktur. Hele ucuz halk yardakçılığına tevessül etmek asla ulvi bir davranış değildir, bunun adı düpedüz kandırmaca popülizm yapmaktır, yani doğrudan simgesel halk yardakçılığından başkası değildir. İnsanları yaşadıkları hayatla değil de, bir takım simgelerle “Bu da bizden” türü yaklaşımlarla avunup durmakla aslında narsisizmin değirmenine su taşınmakta. Maalesef grup narsisizmi (grup taassubu) insanları anti medeni unsurlar hale getirmekten başka işe yaramıyor. Şu da var ki aslında grup narsisizmin temelinde tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinin ortaya çıkardığı sancıların yansıması da söz konusudur. Sanayileşmiş bilgi toplumları bu tür sıkıntıları sosyal projeler üreterek veya birtakım akılcı politikalar belirleyerek çözmüşlerdir. Buna mecburlardı. Çünkü bilgi toplumunun ürettiği değerler militarist ve narsist (grup beğenmişlik) eğilimleri boşa çıkarabiliyor. Besbelli ki farklı nüansları bölücülük olarak algılama geçiş sürecini atlatamamış ülkelerin bir açmazıdır. Bu ülkeler aynı zamanda düşünceyi de zindana hapseden ülkelerdir. Allah’tan ülkemizin kahır ekseriyeti ehlisünnet çizgisi üzerinde bir yol takip ediyor da, bu sayede zaman zaman nükseden pek çok sokak gösterilerin üstesinden gelebiliyoruz. Nitekim Ehli Sünnet âlimlerin ciltler dolusu yazdıkları kitaplar bu topraklarda yaşayan ekser çoğunluğun en elit yol gösterici pusulasıdır. Şayet ehlisünnet âlimlerimizin ayaklanmayı men eden deha çapında elit yol gösterici fetvaları ve kitapları olmasaydı belki de bugün soluduğumuz şu cennet vatanımızdan söz edemeyecektik. Zira ehlisünnet âlimlerimiz bu ülkenin insanına sürekli “Fitnenin katilden beter” ayetini işlemekle çok büyük bir iş başarmışlardır. Derken her devirde üzerimizde oynanan oyunların büyük bir kısmını bertaraf etmemize ışık saçmışlardır. Madem öyle her devirde yaşananlardan çıkaracağımız asıl ders, çimento görevi yapacak müşterek değerlerimize işlerlik kazandırmak olmalıdır. Hiç kuşkusuz bu toprakların ortak çimentosu “İslâmiyet”tir. Büyük bir diriliş vakti için buna mecburuz da.
Velhasıl; fildişi kuleden halka tepeden bakan zihniyete inat, İslâmiyet çimentosuyla Vakit “popülizmi yerle yeksan edip tarihin çöplüğüne gömme” vaktidir. Bu böyle biline.
Vesselam.