Türk Dil Kurumu sözlüğünde anlamı, “değerler dizisi” diye gösterilen paradigma: “Belli bir zaman dilimi içinde bir grubun ya da topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünya görüşü, bir algı dayanağı, bir izlenceler bütünü, bir perspektif, bir model” olarak açıklanıyor.
(1)
Geçmişten günümüze Türkiye’de sosyal, dini, ekonomik, târihî olaylar, düşünceler, çeşitli paradigmaların ortaya çıkmasına sebep oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda paradigmalar
Türk tarihinde en önemli olaylardan biri; Osmanlıların İstanbul’un fethinden 100 yıl önce 1353’de Gelibolu yarımadasına geçmeleridir. Türkler çok kısa zamanda Balkanlar’da ilerleyip geniş yerleri ülkelerine kattılar. Balkanlar farklı dinlerin, dillerin, kültürlerin birbirine karıştığı bölgelerdi. Rumeli’ne ilk ayak basan Veliahd-Şehzade Gazi Süleyman Paşa olmasına karşılık, Balkanlar’ın gerçek fâtihi Birinci Sultan Murad Han 1389’da öldüğü zaman, Osmanlı Devleti Tuna’ya, Tuna deltasına, Adriya Denizi’ne, Attika yarımadasına dayanmış bulunuyordu. Onun oğlu Yıldırım Bâyezid zamanında (1369-1402) Balkanlar’daki Türk hâkimiyeti kesinleşti. Fatih Sultan Mehmet (1432- 1481) yaptığı fetihlerle Balkanlar’ın tek hâkimi oldu. Kanûnî Orta Avrupa’nın kilidi Belgrad’ı aldı (1521) ve Mohaç’ta Macar ordusunu yenerek Macaristan fâtihi oldu.(1526)
Bu fetihlerle milyonlarca Türk, Anadolu’dan Balkanlar’a göçtü. Balkanlar’da büyük Türk şehirleri ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmet, Balkanlar’da Türkçe dışında hiçbir dilin resmi muamelelerde kullanılmayacağını emreden ünlü fermanını yayınlamakla beraber, Hıristiyan tebaa kendi dillerini kilise okullarında öğretmeye devam etti.
(2) Osmanlılar girdikleri her yerde vicdan hürriyetini ve adaleti temsil eden bir devlet olarak büyük güven yarattı; ilk iş olarak asayiş ve nizamı sağlayıp, herkese can ve mal emniyeti verdi. Balkanlar’da Osmanlı yayılmasını kolaylaştıran bir başka durumda toprağın asillere ait oluşu ve köylülerin bu asillerin elinde yarı köle bir durumda bulunuşları idi. Osmanlı bu insanları derebeylerin elinden, zulmünden kurtardı; köylüyü himaye politikasını izleyerek âdeta bir sosyal devrimin temsilcisi oldu.
(3)
Osmanlılar fethettikleri Balkan şehirlerini îmar etti. Evliya Çelebi ünlü seyahatnâmesinde, 17.yüzyılda gezdiği Balkan şehirlerindeki Osmanlı eserlerini saymakla bitiremez; bu listede Osmanlı medeniyetinin izleri olan köprüler, yollar, su kemerleri, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, hastahâneler, medreseler, okullar, câmiler, türbeler vardır.
Nobel ödüllü yazar İvo Andriç, “Drina Köprüsü” isimli eserinde Osmanlı’nın Balkanlar’da meydana getirdiği medeniyeti, Bosna’yı, insanlarını; bu ülkenin yüzlerce yıllık târihine tanıklık eden bir köprünün dilinden anlatır. Andriç bu eserde; Müslüman olanlara “Türk oldu” dendiğini, Osmanlıların Vişegrad isimli kasabada yaşayan insanların diline, dinine, ekonomik ve sosyal hayatlarına dokunmadığını belirtir ve Türklerden sonra gelen Avusturya dönemi hakkında şunları yazar; “Türklerin zamanındaki o tatlı ve sakin yaşam yoktu, yeni anlayışa göre her şey düzenleniyordu.”
(4)
Osmanlı İmparatorluğu çok dinli, çok dilli, çok milliyetli bir devlet idi. Bütün bu insanların bir arada yaşamalarını sağlayan Osmanlı barışının sırrı neydi? Bu soruya tarihçi Prof. Stanford J.Shaw şöyle cevap veriyor: “Osmanlılar birçok imparatorlukların yöneticilerinin aksine, bütün İmparatorluğun insanlarını kendi dinlerini, İslâm’ı kabul etmeye zorlamadılar, ya da onların temel geleneklerini ortadan kaldırmaya çalışmadılar. Dahası geçmişte yaşadıkları gibi yaşayabilmeleri hususunda, onları Osmanlı devletince belirlenen düzenin ve güvenliğin kurallarına uymaları şartıyla serbest bıraktılar.” Osmanlı yönetim sistemi içinde ortaya çıkarılan bu düzen, modern zamanlarda “Millet sistemi olarak” adlandırılmıştır. Prof. Shaw bu sistemi şöyle açıklıyor;
“Millet sistemi, her büyük dini grubun, kendi liderlerince, otonom, kendini yöneterek yaşayan bir şekil almasını sağlamıştır. Her bir millet bağımsızdı. Kendi dilini kullandı; kendi kültürel geleneklerini sürdürdü. Şehirlerde “mahalle” adı verilen kendi alanında yaşadı.”(5)
Osmanlı’nın 1683 yılında Viyana önündeki bozgunu ve Macaristan’dan çekilişi Balkanlar’daki Osmanlı düzenini sarsan büyük târihî dönemeçtir. Osmanlının güçsüzleştiği 19.yüzyılda Islahat Fermanı (1856) muhtelif unsurları kardeş etmek yerine ayrışmalarını hızlandırdı. Bu sebeple; Osmanlılar bu fermanın mimarı Ali Paşa’yı affetmemiş, cenazesinde helâllik vermemişlerdir. Balkanlar’da yaşayan çeşitli din, mezhep ve ırktan halklar Batılı devletlerin ve Rusya’nın tahrik ve teşvikiyle, kurdukları terör örgütleriyle Osmanlı Devleti’ni içerden parçalamak istiyorlardı. Balkanlar barut fıçısına döndü. Balkanlar’ın bu karışık durumu siyaset bilimine “Balkanlaşmak” “Balkanizasyon” kavramlarını sokmuştur.
Balkan dağlarının komitacı çetelerle dolu o dönemini edebiyatımızda Ömer Seyfettin ile günümüzde Necati Cumalı “Makedonya 1900’de” ve “Viran Dağlar” isimli romanında anlatır.
Türklerin Balkanlar’ı kaybetmesi, Yunan Ayaklanması ile başladı. (1821) Yunan isyancılar Mora’da bir ay içinde 15 bin sivil Türk’ü öldürdü. Bu model, yani sivil Türklerin yok edilmesi, 93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Savaşı’nda da uygulandı; yani Bulgaristan’dan Türk varlığı kazınıp atıldı. Savaşın başında Bulgaristan’ın nüfusunun yarıya yakınını Türkler oluşturuyordu. Bazı vilâyetlerde çoğunluk onlardaydı. Savaşın sonunda bir milyon Türk evlerinden, yurtlarından sürüldü, öldürüldü. Savaştan sonra Türk nüfusun yarısı artık Bulgaristan ’da yaşamıyordu.
Balkanlar’ı kaybedişimizin ikinci safhası 1912-1913 yılındaki Balkan Savaşlarıdır. Bu savaşta Bulgar, Sırp ve Yunanlılar gerek düzenli ordu birlikleri, gerekse çeteler olarak sivil Müslüman-Türk ahaliye karşı çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden bir imhâ savaşı yürütmüştür. Talan, soygun, işkence, cinayet ve tecavüzle Balkanlar’daki Türklüğün kökü silinmek istenmiştir.
Bu savaşlarda 413.000 Türk evlerini barklarını bırakarak Osmanlı Devleti bölgelerine ulaşabilmiştir.1911 de Balkanlar’da 2.315.293 Müslüman yaşıyordu. Kalan Müslüman nüfus 870.114 dür.413.000 göç ettiğine göre 632.408 sivil imhâ edilmiştir. Yâni Balkan Türklüğü gerçek bir soykırıma uğramıştır.
Balkan ve Kafkaslar’da Türklere karşı yürütülen temizleme işlemini “Ölüm ve Sürgün” isimli önemli eserinde inceleyen Prof. Justin McCarty Türklerin başına gelen büyük felâketin sebebini şöyle açıklar: “ …Bir ulus yaratmak uğruna Türkleri ve diğer Müslümanları sürmek, ilerde Bulgarlar, Ruslar ve Ermeniler tarafından izlenen bir ilke olmuştur. Yeni ulusçulukların yürüyüş yolu üzerinde duruyor olmak, Balkanlar’daki, Anadolu’daki ve Kafkasya’daki Müslüman toplumların kadersizliği idi. Onların bu kadersizliği, dayandıkları devletin yâni Osmanlı İmparatorluğu’nun onları savunacak yeterli güce sahip bulunmaması yüzünden daha da ağırlaşıyordu. Başlarına gelenler, kaderin bir kalleşliği idi, çünkü Türkler kendilerinin güçlü günlerinde Yunan ulusçuluğu türünden ulusçuluk gütmüş olsa idiler, baştan sona Müslüman egemenliğindeki ülkelerden sürülenler, Hıristiyanlar olacaktı. Oysa Osmanlılar böyle yapmayıp Hıristiyanların eskiden yaşadıkları yerlerde kalmalarına katlandılar. Onlar Hıristiyanlara çok kez iyi davrandılar, çok kez de kötü davrandılar,
ama onların varlıklarını sürdürmelerine ve dillerini, geleneklerini, dinlerini korumalarına izin verdiler. Böyle yapmaları da (insanlık ve adalet açısından) doğru olmuştu; ne var ki, eğer 15. Yüzyıl Türkleri böyle hoşgörülü olmasa idiler, 19. Yüzyıl Türkleri kendi yerlerinde yurtlarında yaşamayı sürdürüyor olabilirlerdi.(6)
Osmanlının yönetimi altına aldığı Hıristiyanlara bu anlamda hoşgörülü davranmak istemeyen Yavuz Sultan Selim’e dönemin Şeyhülislamı, Zembilli Ali Efendi’nin karşı çıktığı biliniyor. Bu duruma tepki gösteren, büyük yazar ve düşünürümüz
Samiha Ayverdi “Ben Zembilli Ali Efendi’yi affetmiyorum" demektedir. Ona göre; “Balkanlarda Bizans’ın zorla Hıristiyanlığı kabul ettirdiği Türkler yaşamaktaydı.” Samiha Ayverdi, Balkanlar’da ve Anadolu’da Hıristiyan azınlıkların kendi din ve kültürleri içinde bırakılması konusunda şunları eklemektedir; “İstiklal Savaşı’nın başına kadar Kayseri’den, Nevşehir’den, Sivas’tan, Karaman’dan Ermeni’yim, Rum’um diye gelenlerin hepsi Türk. Çünkü Bizans’ın kolonizasyon politikası bu. Peçeneklerden, Hazerlerden gelen akıncılara imtiyaz, toprak ve asalet vermek suretiyle Ortodoks kilisesine bağladılar. Tabiî zaman geçince unutuldu. Hırıstiyanız dediler, çıktılar işin içinden. Onları tekrar Müslüman etmekte hiçbir beis yoktu, bence. Müftü olsaydım o fetvâyı verirdim. Büyük adam Zembilli Ali Efendi, çok büyük adam ama burada anlaşamıyoruz.”
(7)
Türkler güçlü günlerinde, farklı din, dil ve kültürleri bağımsız bıraktıkları için kendi ülkelerinde yaşamaya devam edemediler. 1821 ile 1922 arasında beş buçuk milyon Türk kimi savaşlarda öldürülerek, diğerleri sığıntı durumda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek öldü. Beş milyondan fazla Türk de ülkelerinden sürülüp atıldı. Bu aynı zamanda Osmanlı barışı paradigmasının sonu idi.
Türkiye Cumhuriyeti’nde paradigmalar
Anadolu’ya gelebilen kılıç artığı göçmenlerin sayısı 5 milyonu aşkındı. Buna Kafkasya, Kırım, göçmenleri ve mübadiller de eklenmelidir. Bu muhacirler anavatan saydıkları ülkeye gelmeden önce çoktan Türkleşmişlerdi. Balkan’dan, Kafkasya’dan zalim düşmanın uyguladığı soykırımından kaçan göçmenler Türk kültür sahasında yaşadıkları, Türk kimliği içinde oldukları için Türkiye’ye geldiler. Eğer böyle olmasalardı başka ülkelere giderlerdi. Anadolu’ya gelenler yaşadıkları büyük felaketi anlatıp, bir tepki olarak Türkiye’de millî şuurun ve milliyetçi anlayışın uyanmasına sebep oldular.
Batı emperyalizminin Türkiye'ye sahip olma planı, her şeyin bitti sanıldığı bir anda, Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Milli Mücadele ile çöpe atılmış, Türklerin milliyetçi bir ruhla şahlanışı, yâni ayakta kalma azmi, hür ve bağımsız yaşama isteği sonucu düşmanlar yurttan kovulmuştur. İşte bu milliyetçilik, Türkiye'nin yeniden küllerinden doğuşunu sağladı. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, yeni devlete 1000 yıldır bu topraklar üzerinde meydana getirdiği kültürü ve oynadığı rol ile hâkim olan Türk milletinin adı verildi. Zaten bu tarihe kadar başkaları Türkiye diyordu; ilk defa Türkler kendi ülkelerine “Türkiye” dedi.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda 11 milyon olan nüfusun yarısına yakını göçmenlerden oluşuyordu. Cumhuriyet hükümetleri, yaşanan acıları, savaş zamanında yakılmış, yıkılmış bir yurdun yaralarını sarmaya çalışıyor ve bir yandan da çağdaşlaşıp yaşamı sürdürme yolunda adımlar atıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin karakterini yapılandıran diğer bir konu da göçmenlerden oluşan nüfusu tek bir millet halinde bütünleştirme çabaları idi. Bu tek millet 1924 ve diğer anayasalara Türk adıyla girdi. Türk’ün Müslüman’la eş anlamlı olduğu yolunda yazılmamış, ortak bir anlayış vardı. Cumhuriyet Türkiye’si Türk kavramını ırk değil, Anayasal bir kavram olarak kullanır.1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarımızda bu kural özenle korundu. Türkiye Cumhuriyeti ayrılıkları değil, benzerlikleri, ortak yanları millî bir devlet çatısı altında kurumlaştırmak istedi. Türk kültürüne, diline, târihine sahip çıkıldı.
Atatürk’ün ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir.’’ Ve anayasamızın 66.maddesi "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür’’ cümlesi bu kuralı açıklar. Türkiye’de Türk bayrağı altında yaşayan herkese, dini, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun Türk denildi. Din ya da ırk üzerine kurulu bir devlet düzeni reddedildi. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda devlet Osmanlı anlayışını devam ettirdi. Yani Müslümanlar kurucu unsur olarak kabul edildi ve gayri Müslimlere azınlık hakları verildi. Türk ise, Türk kültür sahasındaki Müslümanlardır. Hıristiyan Türkler Yunanistan’a yollanmış, Müslüman Pomaklar kabul edilmişlerdir. T.C kurulurken Osmanlının vermiş olduğu haklardan hiçbiri Kürtlerden geri alınmamıştır. Tunceli operasyonu o günün terörle mücadelesidir
“Yurttaşlarım! Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.” Bu iki cümle ve sonunda
“Ne mutlu Türk’üm diyene!" vecizesini Atatürk 10.Yıl Nutku’nda söyledi. Bu kısa cümlelerde cumhuriyetin temelinin ne olduğu açık ve kesin bir şekilde anlatılır. Demokrasi ancak milli birlik ile başlardı. O yüzden 1924 yılında Tevhd-i Tedrisat yasası ile eğitimde birlik sağlanarak, genç nesillere ortak kültür, devlet eliyle örgütlenen eğitim sistemiyle okullarda verildi. Halkın büyük bir heyecanla, gönülden bu birliğe katıldığı ve Türk vatanının kalkınmasına omuz verdiği görüldü.
1927’den itibaren yapılan nüfus sayımları, araştırma ve anketler; gerek anadili Türkçe olanların sayısı, gerekse aidiyetini Türk olarak ifade edenlerin sayısı yönünden Türkiye’nin homojen bir nüfus yapısına sahip olduğunu göstermektedir.
(8)
Yeni Türkiye’de(!) yeni paradigmalar
2002’de iktidara gelen AKP kendi dönemlerinde ülkeyi "Yeni Türkiye” olarak adlandırdı. Bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine aykırı, yeni paradigmalar ortaya atarak yaptı.
Bu dönemde R.T.Erdoğan başbakan iken “Biz milliyetçiliği ayaklar altına aldık” dedi. Başbakan Ahmet Davutoğlu da Dış İşleri Bakanı iken bir gazeteye verdiği röportajda “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” diyerek şunları ekledi: “19. Yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk, Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi. Herkesin kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu, bölünme değil birleştirme vasıtası olarak değerlendirilmeli.”
(9)
Sanki Türkiye’yi değil de Nazi Almanya’sını anlatan bu görüşlere karşı şu soruları sormaktan kendimizi alamadık. “Türk vatanını düşmandan kurtaran milliyetçilik neden ayaklar altına alınmalıydı? Cumhuriyet Hükümetleri Balkanlar’dan ve başka ülkelerden gelenleri, geldikleri ülkelere göre millet sistemine göre mi ayrıştırmalıydı? Bin yıldır bu topraklar üzerinde Türk Milleti’nin meydana getirdiği kültür ve oynadığı rol dikkate alınmayıp, yeni kurulan devlete başka bir ad mı verilmeliydi?”
Davutoğlu’nun suçladığı milliyetçilik imparatorluğu ayakta tutmak isteyen Balkanlılar, Araplar ile onu yıkıp Anadolu yarımadasına çekilmek isteyen Türkler arasında yapılmış bir savaş mıydı? Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1911 yılında Trablus’a(Libya) gönüllü olarak gidip, işgalci İtalyanlara karşı savaşmaları nasıl açıklanacaktı?
R.T.Erdoğan başbakan olduğu dönemde İstikâl Savaşı’ndan sonra yapılan mübadele hakkında da "etnik temizlik" dedi. Hâlbuki iki devlet arasında imzalanan bu anlaşma ile her birinin sınırları içinde kalan, diğer millete ait insanların takası idi. Tek taraflı ve zorla yapılmış değildi.
Bu dönemde “Demokrasi paketi” denilerek, Türk milleti ve vatanının bölünmesine yol açacak etnik ikinci dilde eğitim başlatıldı. Uluslararası hukukta etnik kesimlerle ilgili hiçbir düzenleme olmadığı halde; 24 saat etnik dilde yayın, siyasi partilerin etnik dillerde propaganda yapması, üniversitelerde etnik dil, kültür ve edebiyat bölümlerinin açılması, coğrafi yer adlarının etnik dilde değiştirilmesi, okullarda etnik dilde ders gibi uygulamalar devletimizin hukukuna sokuldu. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine aykırı adımlar oldu.
Bu dönemde “Demokrasi paketi” denilerek, Türk milleti ve vatanının bölünmesine yol açacak etnik ikinci dilde eğitim başlatıldı. Uluslararası hukukta etnik kesimlerle ilgili hiçbir düzenleme olmadığı halde; 24 saat etnik dilde yayın, siyasi partilerin etnik dillerde propaganda yapması, üniversitelerde etnik dil, kültür ve edebiyat bölümlerinin açılması, coğrafi yer adlarının etnik dilde değiştirilmesi, okullarda etnik dilde ders gibi uygulamalar devletimizin hukukuna sokuldu. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine aykırı adımlar oldu.
Yeni Türkiye’de Türk milleti etnik kökende bölündü. R.T. Erdoğan Türk milletinin içinde olanları her defasında; “Kürtler, Çerkezler, Lazlar v.s" diye ayrıştırdı. Bölünen, ayrıştırılan bir daha nasıl bütün olacaktı? Bu dönemde iktidarın ileri gelenlerinin “Filistinli Arap kardeşlerinden, Yahudiler’den," bahsettikleri halde “Türk" adını ağızlarına almamaları dikkat çekici oldu. Anayasal adı Türkiye olmasına ve üzerinde vatandaş sıfatı ile yaşayan herkese Türk denilmesine rağmen, bu dönem iktidarda olan partinin siyasetçileri söylemlerinde milletimizi bütünleştirici bir unsur olan Türklüğü sürekli ve anlaşılmaz bir biçimde bir etnisite, alt kimlik haline getirme çabası içinde oldu. Hâlbuki “Türk” tarih boyunca bir etnisitenin değil, bir milletin adı olmuştur. Milletimizin adı olan “Türk” silinmek, Devletimizin adı olan Türkiye Cumhuriyeti’ her yerden kaldırılmak istendi. Anayasanın Türklükle ilgili maddeleri değiştirilmeye çalışıldı. Okullarda Türk çocuklarına kimlik bilinci veren “Andımız’ ve millî bayramlarımız yeniden düzenleme adı altında kaldırıldı. Çözüm süreci denilen bu dönem, 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra İmparatorluğun dağılma, parçalanma ve çözülme sürecini andırmaktadır.
Sonuç
Yukardan beri anlattığımız târihî gelişmeler ve gerçekler doğrultusunda Türkiye’de çeşitli paradigmalar ortaya çıktı. Bazı politikacılar ise paradigmaları değiştirerek gerçekleri değiştireceğini zannediyor.
Kaynakça
1. Dr. Hasan Şimşek,21.Yüzyılın eşiğinde Paradigmalar Savaşı, Sistem Yay. İstanbul,1997
2.Yılmaz Öztuna, Rumeli’ni Kaybımız, Ötüken Yayınevi, İstanbul,1990
3. Halil İnalcık,Devlet-i Aliyye,İş Bankası Kültür Yay.18.Baskı,İstanbul, Temmuz 2009,
4.İvo Andriç, Drina Köprüsü, Çev. Hasan Ali Ediz,11.Baskı, Altın Kitaplar, 1983
5. Prof.Dr. Stanford J.Shaw, Sığınılan Topraklar: Osmanlı Barışı, Konferans metni, Altay Vakfı, Ankara, Şubat 2013
6. Justin McCarty, Ölüm ve Sürgün, Çev. Bilge Umar, 5.Baskı, İnkılap, 1998
7.Samiha Ayverdi, Yazı hayatının 50.yılı dolayısıyla Samiha Ayverdi Özel Sayısı, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim 1998, S.159
8. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 37.Baskı, ark Yay.Nisan 2007
9. Hürriyet, Cansu Çamlıbel, Yüzyüze, 17.9.2012