Evet, nüfus güçtür. Bakın İbn-i Haldun Mukaddime eserinde ne diyor: “Nüfus arttıkça talep (tüketim) artar, talep ise istihsali (üretimi) kamçılar, derken yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar çoğaldıkça (geliştikçe) ihtiyaçlar çoğalır: talep (tüketim) arzı yaratır, arz (üretim) talebi, şehir ne kadar kalabalıksa ahali o kadar müreffeh, zanaatta o kadar itibardadır. Şehrin dilencileri dahi zengindir.” Tabii bitmedi ve sözün devamında şöyle der: “Servet nüfusu, nüfus serveti artırır. Ama bir hududa kadar, sonrasında zeval başlar. Nüfus arttıkça lüks ihtiyaç çoğalır, devlet ricali sefahate düşer, veriler artar, zanaatkârlar ezilir. Toplumların hayatı da fertlerinkine benzer. Önce gençtirler, sonra olgunlaşırlar, nihayet ihtiyarlık ve ölüm.”
İşte İbn-i Haldun’un bu müthiş ifadeleri meramımızı anlatmaya yeter artar da. Öyle ki; bu ifadeler günümüz insanına ufuk açmakta ve yüz yıllar öncesinden günümüzün fotoğrafı çekilmiş durumda. Yine bu fotoğraf karesinde yer alan “servet nüfusu, nüfus da serveti artırır” ifadeleriyle de tıpkı her doğan çocuğun bir ömrü olduğu gibi mal ve mülkünde sınırlı bir ömrü olduğu gerçeğini hatırlamış oluruz. Zaten dünya ve dünya içerisinde her ne varsa tükenmeye mahkûm değil mi? Elbette mahkûm, baki olan sadece Allah’tır. Ve yine Mukaddimenin o bilgi yüklü sayfalarını çevirdikçe en dikkate şayan kavramın zanaat olduğunu gözlemleriz. Besbelli ki o dönemi temsil edecek en gözde meslek olması adından söz ettirmeye yetiyor. Malum, o dönem de sanayi, endüstri, makine, bilgisayar olmadığı için zanaat temsil değer olabiliyor. Kaldı ki, İbn-i Haldun dönemine ışık tutacak temsil kavram kullanmış olsun veya olmasın fark etmez, bir kere onun olaylara sosyolojik pencereden bakışı her şeye bedel. Öyle ki onun tespitleri günümüz sosyologlarını hayretler içerisinde bırakmaya yetiyor. Hiç kuşkusuz o sosyolojik değerlendirmeler yaparken yalnız değildir, Allah ve Resulünün hakikatlerinden ilham almakta. Nitekim bilhassa nüfusla ilgili hususlarda Resulullah (s.a.v)’in; “Evleniniz, çoğalınız, kıyamette ümmetimin çokluğu ile övünürüm” hadis-i şerifi onun için tek rehber kaynaktır diyebiliriz. Madem öyle, pekâlâ bizlerde medeniyet muştuları olarak İbn-i Haldun’un kullandığı zanaat kavramını bugünün sanayisine, endüstrisine, teknik ve bilgi donanımına uyarlayıp çağlar üstü yeni bir medeniyet hamlesine yol alabiliriz, neden olmasın ki?
Evet, İbn-i Haldun’un nüfusa bakışı, bizimde bakışımızdır. Peki, bizimkini anladıkta, ya batıda ki aydınlar nüfus meselesine nasıl bakıyor dersiniz? Bu hususta batıya şöyle uzandığımızda ilk etapta Adolphe Coste’nin: “Nüfusun hacim ve yoğunluk bakımdan durumu, o ülkenin gelişmişlik derecesini gösterir değerlendirmesi dikkatimizi çekmekte. Hakeza F. Ratzel de nüfus yoğunluğu pek küçük olan ülkelerin insanları kara ve su avcılığıyla uğraştığını, yoğunluk kısmen artınca göçebe ve çobanlık dönemine geçtiğini, biraz daha yoğunlaşınca yerleşik tarıma, çok daha yoğunlaştıkça da teknik tarıma ve sanayiye geçiş yaptığı tespitinde bulunmuş. Ve bu tespitini: bir ülkede kilometre kareye düşen nüfus sayısının otuz beşi bulduğunda artık o ülkenin teknik tarıma ve sanayiye geçmek durumda olacağını rakamlarla izah etmişte. Yani bu bir anlamda; bir ülkede kilometrekare üzerine düşen nüfus artışı oranı arttıkça o ülke bulunduğu konumdan bir başka gelişme evresine geçmesi demektir. Zira Adolf Coste bu sosyolojik realiteyi şöyle örneklendirir de:
“Önce Burglar (küçük yerleşim alanları) doğdu. Çünkü nüfus hacimce ve yoğunlukça azdı. Daha sonra nüfus arttıkça yerleşme sahaları genişledi. Burglar’dan sitelere, oradan metropollere, kaptollere ve federasyon merkezlerine doğru bir gelişmeye ve güçlenme görüldü. Eğer insan grupları nüfus bakımdan statik olsaydı bu ve benzeri medeni gelişmeler olmazdı.”
Gerçektende nüfusça güçlü olan bir ülke süper devlet kimliği kazanma avantajı yakalayabiliyor. Mesela İsveç ve Danimarka gibi ülkeler kalkınmışlık görüntüsü verseler de sonuçta süper devlet değillerdir. Süper devlet olamamanın nedeni, bir kere ABD gibi güçlü nüfus potansiyeline sahip olmamalarıdır. İşte bu yüzdendir ki M. Kovalevski, nüfus artışının ekonomi, üretim araçları ve teknik gelişmeler üzerinde olumlu etki yaptığından söz eder. Keza Sosyolog Ratzel de aynı bağlamda 1000 kilometre kareye düşen nüfus sayısının 2-1770 arası bir skalada avcılık ve balıkçılığın, 1770 olduğunda göçebe ve çobanlığın, 1770-35000 arası bir skalada tarımcılığın, 177000 skalaya erişildiğinde ise çok ileri düzeylerde ekonomik hayat ve teknik donanıma haiz bir tarımcılığın görülebileceğinden bahsetmiştir. Kelimenin tam anlamıyla insanlığın ilk çağdan buyana nüfus artışına paralel olarak avcılık veya çobanlık devrelerinden ilkel tarıma, tarımdan küçük sanayi işletmesine, buradan da teknik tarıma ve en nihayet büyük endüstriyel atılıma doğru geçiş kaydettiği dile getirilmiştir. Bu arada F. Carli, Adolphe Coste, Bougle gibi sosyologlarında hakkını yememek gerekir, onlarda nüfus artışının sosyal iletişimi artırdığını, dili zenginleştirdiğini, örf ve adetlerdeki yumuşamayı sağladığını, demokratikleşme eğilimlerini güçlendirdiği yönünde görüş belirtmişlerdir. Amma velâkin; batıda nüfusun bir güç olduğunu beyan eden böylesi sağduyulu bilim adamların tam aksine sefalet kaynağı olduğunu söyleyen sözde bilim adamları da var. Nitekim nüfusun güç olmadığı noktasında Robert Malthus ilk öncü teorisyenlerden biri olarak karşımıza çıkmakta ve nüfus artışının tehlikesinden dem vurmuş ta. O tehlikeden dem vura dursun, bakın bir zamanlar Hollanda, Belçika, İngiltere, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Danimarka ve İspanya gibi ülkeler hatırı sayılır bir nüfus artışına eriştiklerinde isimlerini gelişmiş ülkeler listesine yazdırmasını bilmişlerdir. Belli ki Robert Malthus bir avuç toprağın bağrında bereket fışkıracağını hesap edemediği bir yana yaşadığımız dünyanın her karış toprağında envai türden bitki türlerinin üretilebileceğini hesaba katmamış gözüküyor. Hadi bereket nedir bilmeyebilir, bunu anlarız da, peki bugün yeryüzünde hala elle tutulur cinsten besin kaynaklarının tükenmeyişini nasıl görmez, doğrusu bunu anlamış değiliz. İşte öncülük ettiği bu anlayıştan hareket eden bir takım aklı evveller varsa yoksa nüfus azlığının toplumlara mutluluk, ekonomik refah getireceği hayali peşindedirler. Oysa bu hayal hiçbir zaman gerçekleşmedi, gerçekleşmez de. Gerçekleşseydi küçük parçalara bölünmüş Ortadoğu ülkelerin her biri dünyanın en güçlü ülkeleri olmaları gerekirdi. Neyse ki, Türkiye yıllar sonra nüfusun bir güç olduğunu fark eden bir Tayyip Erdoğan gibi bir lidere kavuştu da devlet eliyle doğum kontrolünün teşvik edildiği politikaların rafa kaldırıldığına şahit olduk nihayet. İyi ki de şuan başımızda her fırsatta milletine en az üç çocuk yapın diyen böylesi bir lider var. Hatta nüfusça çoğalalım telkiniyle yetinmeyip, bu noktada bir çocuklu, iki çocuklu ve üç çocuklu çalışan anne ve babaların çocuk başına özlük hakları iyileştirilmekte ve doğan her çocuğa devlet eliyle altın hediye verilmekte bile. Böylece tüm aileler nüfusun çoğalması yolunda teşvik edilmiş olmakta. Buna mecburuz da. Aksi takdirde ihtiyar Avrupa’nın düştüğü çukura bizde düşeriz. Madem öyle genç nüfusa sahip Türkiye’mizi kimsenin ihtiyarlaştırmaya hakkı olmasa gerektir. Ama gel gör ki bir zamanlar bu ülkede nüfus artışını tehlike olarak addeden bir takım siyasi aktörler kendi beceriksizliklerini ört bas etmek için bütün suçu nüfus artışına yüklemişlerdir. Yetmemiş Avrupa’dan güya geri kalmış ülkelere iyileştirme adı altında gönderilen nüfus kontrolüne yönelik tüm materyallerin taşınmasında aracılık etmişlerdir. Oysa ekonomiyi felç edici ortada nüfus artışı kaynaklı herhangi bir veri yoktu, dedik ya tamamen kendi beceriksizlerinin üzerini örtbas için bu yola başvurmuşlar. Dahası üstüne vazife olmayan şeylere soyunmuşlar, kaldı ki ailelerin çocuk yapmalarının önüne geçmek, doğacak olana karar vermek kimin haddine, bu iş neyinize, hâşâ doğacak olan çocuğu siz mi yaratıyorsunuz ki mani olasınız. Hiç kuşkusuz yaratan Allah, rızkını da o verir zaten. Gerçi bazı çevrelerin dini referansları kabul etmedikleri de apayrı bir gerçek. Madem dini referans almıyorlar, bari hiç olmazsa batıdan gelen sese kulak verseler, bu bile yeter. Bakın J.L Moreno; “Dünya yeter derecede kalabalık değildir” deyip bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Öyle ki verdiği bu mesaj bugüne kadar olan tüm yanlış kanaatleri yerle bir edecek cinsten bir mesajdır. Tabii batı’da böyle güzel çıkışlar olduğu gibi dünyaya hangi çocuğun gelmesi, kimin gelmemesi gerekir hususunda sınırlama getirilmesini isteyen çıkışlarda var. Nitekim Francis Galton; dünyaya sadece güçlü kalıtıma sahip çocukların gelmesinden yana bir tavır ortaya koymuştur. Şöyle ki, eski Yunancada iyi ve güzel anlamında ‘eu’ ve yeni doğan organizmaya katılan genetik program anlamında ‘genom’ kavramların sentezini yapıp “eugenics’i savunuyorum” (doğuştan iyi olma-kalıtımsal soyluluk) tarzında bir çıkış yapmıştır. Yani öjeni’yi (sağlıksız ceninleri ayırıp sağlıklı ceninler yetiştirmeyi) demokrasinin bir ilkesi gibi sunmuştur. Bu görüş aslında seçkin insanların çoğalmasına yönelik bir görüştür. Bir başka ifadeyle yoksul, hasta, güçsüz ve yeteneksiz insanların canı cehenneme dercesine doğmalarına şans tanımayan sapkın bir çıkıştır. Tabii bu tür çıkışlar siyah-beyaz, köle-efendi, asil-asil olmayan gibi ayırımlara kapı araladığından insan onurunu rencide etmeye yetmiştir. Anlaşılan insanlık sadece vahyin soluğunda insanlığını bulabiliyor. Hele bu tip tezlere şaş kaza bizlerde kendimizi kaptırmış olsak vay halimize, hele hele bir de Darwin’e kandığımızı düşünün işin sonunda maymun olmakta var. Her neyse onlar insanı insanlıktan çıkarmaya çalışa dursunlar, bakın İslamiyet tâ baştan anne karnında doğmamış bebeğin dünyaya gelmesine yönelik her türlü girişimi men etmiştir. İşte bu yüzden inanan her mümin ana rahmine düşen her bir canı Allah’ın mukaddes emaneti bilir, anlayana tabii. Yine de anlamakta zorluk çekenler için çokça dillendirdikleri hümanizmi bir kez daha gözden geçirmelerini öneririz. Hadi diyelim ki; hümanizmden de vazgeçtiler, bari hiç olmazsa kilisenin sesine kulak verseler fena olmaz deriz. Bakın Papa 6. Paul doğum kontrolü uygulamalarına ve kürtaja karşıt tavır ortaya koymuş bile. Keza bu tip karşıt tavırları doğu bloğunda da görebiliyoruz. İşte Privedentsev’in; ‘Rusya’daki nüfus artışı hızının azalmasından endişe ediyorum’ feryadı bunun en tipik misalini teşkil eder. İnsanların dili dini, ırkı ne olursa olsun, sonuçta nüfus insanlığın ortak derdidir. Zaten sağduyu her insan doğacak olana, doğmuş olana hayat şansı vermekten yanadır. Hatta bunun ötesinde ölmüş olana da saygı duyulmasından yanadır. Aslında tüm bunlardan öte insanı eşrefi mahlûkat olarak görmek birçok meseleyi kendiliğinden çözmek olacaktır. Ancak ne var ki; batıda insan denilirken hep kendileri akla gelmekte, bu yüzden kendileri çoğalması kabul görürken, söz konusu Müslüman olduğunda onları endişe sarmakta. Nitekim Bertrand Russell gibi aydınların Ortadoğu ve İslam ülkelerde nüfusun çoğalmasında endişe duymaları bunun bir göstergesidir. Tabi ne kadar endişe duyarsalar duysunlar korkunun ecele faydası yok, çırpınmaları bu yüzdendir. Bu yüzden kapitalizmin öncüsü Adam Smith; Nüfus artışını ekonomik kalkınmanın hem sebebi hem de neticesi olarak görmüştür. T.H.Marshall; nüfus azalışını İngiliz imparatorluğunun sonunu getirecek bir tehlike olarak addetmiştir. Uzak doğunun liderlerinden Mao Zedong ise halkına; ‘Ben atom bombasından korkmuyorum. Atomun karşıt silahı Çin kadınlarının rahimleridir. Hedef yılda 20 milyon Çinlinin doğumudur’ mesajıyla adeta güç gösterisinde bulunmuştur. Bakın bu anlamda karışımızda bir Japonya örneği var. Öyle ki Japonya XIX. yüzyılda sanayileşmeye adım attığında 35.000.000 nüfusuyla Türkiye’nin iki misli kadardı. Derken bu nüfus potansiyeli sayesinde birçok sanayinin kuruluşu gerçekleşmiş ve yerli talep artmıştır. Tabii buna şaşmamak gerekir, düşünsenize bugün bir milyon çocuk, 20 yıl sonra 1 milyon üretici ve tüketici, yani müşteri demektir. İşte bu gerekçelerle Alvin Hansen; nüfus azalışının işsizliğe gerilemeye sebep teşkil edeceğini belirtmiştir. Gunnar Myrdal’de konuyu sosyolojik boyuttan bakıp; nüfus azalmasının demokrasiye gölge düşürüp öldürücü zehir etkisi yapacağını dile getirmiştir. Derken bu noktadan sonra ister istemez aklımıza şu soru takılır. Neden doğum kontrolü uygulamaları bize reva görülürde batıya uygulanmaz, bunun tek bir cevabı var, o da nüfus bir güç olduğu içindir elbet. Zaten ABD’nin İsrail’e değil de Müslüman ülkelere doğum kontrolü noktasında yardımda bulunması bu gerçeği doğruluyor. Hatta ABD kendi ülkesinde doğum ilaçlarının üzerine ikaz uyarıları ve yan etkilerinden bahseden etiketler yapıştırmayı ihmal etmezde. Biliyorlar ki gebelik sağlık demektir, hamilelik sayesinde bir kadının vücudu dengesine kavuştuğu gibi bir takım iltihaplı habis urlar vücuttan atılır da. Dahası şeker hastası bir hamile bayan bir anda normal dengesine kavuşabiliyor. Keza 17 Ekim 1975 Washington mahreçli bültende doğum kontrol ilaçları kullanan bayanların kalp hastalıklarına, yetmedi bebek yapamaya karar verildiğinde sakat doğmasına yola açabilecek bir dizi makalelerle kamuoyu habire bilgilendirilir. Yetmedi ABD Gıda ve İlaç Daire Başkanlığı devreye girip ilaçlara uyarıcı etiketleri yapıştırma kararı almayı ihmal etmezler de. Ama aynı uyarı kendi dışındaki ülkeler söz konusu olduğunda sumen altı edilir. Sanki doğum kontrolü uygulamalarının doğu insanına sağlığa zararı yokmuş gibi tutum sergilemekteler. Doğuda bebeklerin birçoğu geri zekâlı ya da sakat olarak doğuyorsa biliniz ki batının bunda çok büyük payı olduğu muhakkak.
Bakın, Allah Teâlâ yarattığı kulunun aç kalma riskine karşı vücudunda yağ depoları yaratmış ki yeni bir gıda bulana kadar bir süre daha ayakta kalabilsin. Zaten bu süre içerisinde yeni gıdayla buluşma fırsatı bulunur da. Dolayısıyla Afrika’da ki ölümler sanıldığın aksine açlıktan değil salgın hastalıklara bağlı olarak gerçekleşmektedir. Hakeza hayvanlarda bir başka şekilde korunmaya alınmışlardır. Bilindiği üzere kışın yiyecek sıkıntısı yaşandığı içindir hayvanların bir kısmı kış uykusuna yatmaktalar. Böylece kış uykusunu yazın vücutlarında depo ettikleri yağı tüketerek geçirmekteler. Derken bizim 7–8 saatlik uykumuz onların mevsimsel uykusuna dönüşen bir süreçle tamamlanmaktadır. Öyle ki mevsimsel kış uykusunda hayvanın tüm azaları istirahatta olduğunda enerjiye pek gerek kalmaz da. Hatta kış uykusuna yatmış hayvanlarda kalp atışları 300’den 7–10’a düştüğünde beyin fonksiyonlarını besleyen elektik sinyalleri nerdeyse durma noktasına gelebiliyor. İşte bu sayede bir hayvan koca kış mevsimini yemeden içmeden geçirebiliyorlar. Kaldı ki Yüce Allah her canlıyı her şart altında ölüme terk etmeyecek donanımda yaratıp “Rızkı ben verdim onun yaşaması bana ait” fermanıyla korumaya almış bile. Bu nedenledir ki, yeryüzü tüm canlılar için adeta bir ziyafet sofrasıdır. Aslında açlık, susuzluk gibi kavramlar daha çok bizim tembelliğimize kılıf bulmak için ürettiğimiz kavramlardır. Oysa kula bahane üretmek değil, çalışıp rızkını üretmek düşer. Bir başka ifadeyle problem açlıkta değil, asıl problem ayarlanmış biyolojik saatin akrep ve yelkovanıyla gereksiz yere kurcalamamızda gizli.
Velhasıl; nüfus güçtür, aynı zamanda sosyal iletişim, kültürel zenginlik, sağlık ve kalkınma demektir.
Vesselam.