“Ben Mülkiye-yi Şâhâne’ye felsefe dersini koydurduğum zaman, tüm öğrenciler ‘Bizi gâvur yapmak istiyorlar’ diye ayaklanmıştı. Ama ben gâvurluğun bilgide değil, cehalette olduğunu biliyordum.

Israr ettim okudular, yalnızca adını ‘hikmet’ olarak değiştirdik. Darülfunun’da bu dersi ‘fizik’ diye okuttuğum gibi.”

Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri (Kervan Yayınları 1975 / Yayına Hazırlayan: İsmet Bozdağ)


Osmanlı’nın son dönemlerinde Medrese’nin Felsefe’ye bakışını, Sultan II. Abdülhamid’in yukarıdaki sözleri pek güzel anlatmaktadır. Düşünceye sınır koyan, düşünen değil, itaat eden insanlar isteyen bir zihniyet egemen olmuştur bizim toplumumuza. Felsefe dersleri, Cumhuriyet’le birlikte daha ciddi ve kapsamlı olarak ele alınmış olmasına karşın, son yıllarda okullarımızdan bu derslerin kaldırıldığını üzüntüyle görmekteyiz.
Yani İslam Tarihinin felsefe ile olan ilişkisi ve barışıklığı yüz ağartıcı değil, yüz kızartıcıdır. Aklı inancın düşmanı gibi gören Gazali, din dışı ilan edince bilim ve felsefeyi, bu anlayış dalga dalga yayılmış, sonunda Osmanlı’da ortaya; bilime sırt çevirmiş medrese, tasavvufa düşman Kadızadelilik, miskinliğe ve cehalete boğulmuş tekke çıkmıştı.

Tarihçi İklil Kurban “Din ve devlet baskısı olan yerde bilim ve felsefe yapılamaz” der, bilim ve felsefe olmayınca da, cehalet olur, bağnazlık olur, kalıpyargılar ve önyargılara tutsaklıklar olur.

Peki nedir ‘Felsefe’ ve neden gereklidir, felsefe okumakla ne kazanırız? Felsefenin ‘bana göre’ bir tanımını yapmadan önce, bu sözcüğün kökeni hakkında bilgi vermek istiyorum. Yunanca PHILIA ( Sevgi ) ve SOFHIA (Bilgelik) sözcüklerinin bileşiminden (FİLOZOFİ) türetilmiştir. Ünlü şair Baudelaire’nin “Felsefenin her şey olduğuna siz de yavaş yavaş kendinizi inandırın benim gibi” ve ünlü bilgin Einstein’in “Felsefe diğer tüm bilimleri doğurmuş ve donatmış olan bir anneye benzer” sözlerini hatırlattıktan sonra, bu annenin eşkâlini verebiliriz artık: “Felsefe: İnsandaki evren, evrendeki insan; varlık ve yokluğun bilinmezleri ve kuşkularını algı ve yargıyla irdeleme ve sonuca vardırma; bu sonucu yeni kuşkuların başlangıcı sayarak sorgulama yoluyla yeni yargılara varma ya da varma niyetiyle yapılan tüm soyutlama, somutlama, genelleme gibi düşünsel eylem edimlerdir.”

Bu tanımdaki ‘somutlama’, ‘soyutlama’ ve ‘genelleme’ terimlerini de açıklayalım: Somutlama: varlıkların ve olguların duyular yoluyla tanımı; soyutlama: bunların bilinçle algılanması; genelleme ise bu varlık ve durumların karşılaştırma yoluyla kavranılmasıdır.

Felsefe’nin ayrıntılı ve kapsamlı tanımı bu işte. İnsanların belli sınırlar içinde düşünmesini isteyen yönetimler, bu ‘ayrıntılar’dan ve bu ‘kapsam’dan ürkmüşlerdir. Sonunda karşımıza başkalarının beyniyle düşünen asalak ve kolaycı insanlar çıkmıştır. Bunlar; okumanın, düşünmenin, araştırmanın, sorgulamanın, algılamanın düşmanıdırlar. Kerameti kendilerinden menkul şeyhlerini uçurmak üstüne palavra dolu öyküler kurgularlar; kutsal metinlere sarılır, onları dayatırlar, Tanrı’yı da yanlarına çekmeye çalışırlar. Erich Fromm “Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden topluluğa tapınılmaktadır” derken, işte bu olguya dikkat çekmekteydi. Ortalık bunlarla dolu, Tanrı adına konuşuyorlar “Benim söylediklerim vahiy, sen ne diyorsun, kimin sözünü söylüyorsun?” sözleri, bu gibilerinin şark kurnazlığıdır, haince tuzaklarıdır, aman ha bunlara kanmayalım…