Evde kalmaya devam ettikçe yazacağız bu günleri, notlar düşeceğiz, bugünlerin tarihine yazılı tanıklık edeceğiz, kimilerini sosyal medyada da paylaşacağız, sonra da Bayburt Postası okurlarına sunacağız. İleride bir kitabımızda, bir bölüm olarak bulunmasını dileyip umacağız.

Korona yazılarının üçüncüsü aşağıda, hadi buyurunuz okumaya:

O gece unutulur mu?

Bütün alışkanlık ve yaşama normallerimi bir anda altüst eden, vazgeçemeyeceklerimi elimden alan, neye uğradığımı şaşırdığım; sarsıldığım, beynimden vurulmuşa döndüğüm bir haber… Saat 19.00 dolayları, evdeyim, birden televizyonlar alt yazı geçmeye başlıyor. “Bu gece Saat 24.00’ten başlamak üzere, 65 yaş üstü kişilere süresiz sokağa çıkma yasağı…”
Hemen karar vermeliyim… Eşim İstanbul’da, ikiz torunlarıma bakıyor, hafta sonları geliyordu, artık gelemeyecek, ben de gidemeyeceğim. Çalışma ofisimi kısmen eve taşımam gerek, İş Hanı kapanmak üzere, yarın gidemem.

Eşim ve İstanbul’daki kızım arıyorlar telefonla. Kızım, İzmit’teki ablasına gitmemi istiyor “Ne yapacaksın bir başına?” diyor. Oysa ben 1,5 yıldır bir başımayım, gündüz çıkıp ofise gidiyor 5-6 saat çalışıyor, bir süre yürüyor, alışveriş ediyor eve dönüyordum. Hayır diyorum o öneriye.

Bu arada saat de 19.30 oluyor. İş Hanı’nın görevlisini arıyorum telefonla, “Özkan, İş Hanı kapandı mı, damadımın arabasıyla gelip bilgisayarımı ve çalışmam için gerekli bazı şeyleri alacağım?” Kapanmış, ama bir formül buluyor Özkan. Ana kapı kapalı imiş ama yandaki ek binanın kapısından girip, ikinci kattaki iki binayı birbirine bağlayan bir geçitten geçiş yaparak benim ofisime varabilirmişim.

Damadım Yılmaz’ı arıyorum, arabasıyla beni iş hanına götürmesini istiyorum. O gelip, oraya varıncaya dek saat 20.00 oluyor. Yılmaz’la, hırsız gibi giriyoruz ek binaya, geçitten ana binaya geçip asansöre biniyoruz, 5. kata çıkıp ofisin kapısını buluyoruz. Dizüstü bilgisayarımı ve eklerini alıyorum, bir tutam müsvedde kâğıt… Aklıma başka bir şey gelmiyor.

Gene aynı yoldan çıkıp arabaya biniyoruz, laf sayıyorum bu sokağa çıkma yasağını böyle apansız ve vakitsiz ilan eden zihniyete. Yahu gündüzden söylesene be kardeşim, önlemimizi alalım, hazırlığımızı yapalım, iki ayağımız bir pabuca girmesin. Yok öyle olmuyor Saat 19.00’da ilan, 22.30’da genelgesi, 24.00’te yasak.

İzmit’in ortasından geçen eski demiryolunun yerini alan “Yürüyüş yolu” boyunca gidiyoruz. O yolun beni bu kez başka bir yaşama, bilinmezlere, başka yürüyüşlere götürdüğünü nereden bilebilirdim.

***

Işıklar içinde olsun, Nihat Amcam, boşu boşuna bir yerlere gidip gelindiğinde ya da hep eli boş gelindiğinde, Bayburt şivesiyle "Gidiş geliş öğrenirük" derdi. Üç haftadır hükümet zoruyla kapatıldığım evin içinde tur atıp dururken amcamın hep o sözü gelmekte aklıma. Epeyce "gidiş geliş öğrendim", daha ne kadar da öğreneceğim kim bilir?

*** 

Bayburt'un eski adları Osluk ve Balahor olan iki köyü vardır. Eskiden kışın tüm yollar kapanırmış kardan, borandan. Birbirine çok yakın olan bu iki köy durmadan birbirine gider gelirmiş. Bundan dolayı gereksiz ve umarsız yinelemeler için oralarda "Get Osluğa, gel Balahor'a" derlerdi.

Şimdi evimin bir başı Osluk benim, öteki başı Balahor... Git gel... Amaa hele bir karlar erisin, şehere de giderem...

***  

Nasrettin Hoca'ya mal ederler bizim oralarda. Biz de onun adına anlatalım.

Hoca'nın eşi yataklarını dün serdiği yere değil odanın karşı tarafına sermiş o gece. Hoca şöyle bakmış demiş ki:

-Hanım, insanoğlu kanatsız kuş misali, hele bak, dün neredeydik, bugün nereye geldik...

Şimdi ben de dışarı çıkamadığım evin içinde böylesi eften püften değişiklikleri Nasrettin Hoca gibi yorumluyor, kendi kendime gülüyorum.

***

Nasrettin Hoca’dan bir fıkra daha olsun:

Nasrettin Hoca ile karısı kavga ettiler. Gece oldu, yatma vakti geldi, kadın iki ayrı yatak serince, Hoca anladı ki yalnız yatacak, gidip yatağın birine sırtüstü uzandı tavana bakarak dedi ki:

"Ah gurbet ah, gözün kör olsun!"

Kadın şaşırdı, dayanamadı sordu:

"Ne gurbeti, ne saçmalıyorsun?"

Dedi ki Hoca:

"Ah Hanım ah, sen orada ben burda, bundan büyük gurbet olur mu?"

Evet bu fıkrayı bir yere bağlayacağım, boşuna anlatmadım. Bağlayayım: Haftada bir eşim geliyordu İstanbul'dan görüyordum, şimdi Korona yüzünden bağlandı yollarımız, 45 gündür ne o gelebiliyor, ne ben gidebiliyorum. Daha ne kadar da ayrı kalacağız kim bilir?Düşünüyorum da, Nasrettin Hoca benim yerimde olsa neylerdi?

*** 

Hafta sonları iki günlük sokağa çıkma yasağı ilanı bana “Şu mektepler olmasaydı, maarifi gül gibi idare ederdim” sözünden esinlenerek şunu dedirtiyor: “Şu insanlar olmasaydı, şu Korona krizini ne güzel yönetirdik...”

***

Bugün 10 dakikalığına dışarı çıktım. Nedeni şu: Çalışma ofisimin bulunduğu iş hanının görevlisi Özkan, WhatsApp'dan ileti yolladı İBAN numarası verdi ve iş hanı aidatlarının o hesaba yatırılması istedi. Biliyorum, öncelikle onun aylığı veriliyor bu aidatlardan. O çocuk saat 07.00'de iş hanını açar, 8.30'da 7 katlı iş Hanı pırıl pırıl olur. İş hanının sadık bir bekçisidir. Ve çok dürüsttür. Onun aylığı gecikmemeli. Gidip yatırdım bankamatikten, o sırada yüzlerinde maske bile bulunmayan bir grup çingene yanıma yaklaşıp, "Dede bir yardım" dediler, çingeneleri de severim ama halleri hal değildi bunların, "Uzaklaşın yanımdan" dedim sertçe, gittiler, beni hacı ağa sandılar belki de, oysa öyle bir halim de yoktur.

İşte böyle... Emekçiye evet, dilenciye hayır.

*** 

Büromu özledim, masamı, koltuğumu, duvarlardaki tablo ve fotoğraflarımı, dolaplarımdaki plaketlerimi, kitaplarımı, balkondaki çiçeklerimi, haber ve yazı arşivimi oluşturan klasör dolabımı özledim, hatta çöp kutumu bile. Onlardan hiç bu kadar ayrı düşmemiştim...

***

Bu gece 2.30'da uyandım 5.30 dolaylarına dek uyuyamadım, tavan ağzıma kapanıyordu sanki, evden çıkamamanın sıkıntısı ve gelecek belirsizliği aklıma neler getiriyordu neler... Kalktım, evi dolaştım, televizyon açtım, küfredip kapattım. Sonra Metin Altıok'un bu şiiri geldi aklıma... İşte o ara uyumuşum nasılsa...

RÜZGÂRIN YIRTIK YERİ

Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
Sen kimin yetimisin,
Kimi bekliyorsun durduğun yerde?
Sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece
Sarıp sarmalıyor seni,
Gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne.
Bak ömrün yarılandı,
Karanlığı kullanmayı öğrenmelisin.
Yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde,
Yara bere içinde morarıyor şiirlerin.

Artık tutunacak kimsen kalmadı,
Nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı.
Bütün ölümleri gör,
Birini evlat edin kendine.
Oysa sen, boş bir kabın taş darası.
Yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı.
Tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.
Zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun
Gemilere bin, trenlere atla.
Kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan
Kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan.

Ne kadar tıkasan kulaklarını,
Duymamaya çalışsan
Göğsünde bir titreşimdir konuşmaları.
Görmesen seslerden anlıyorsun.
Kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.
Çakılısın buzdan çivilerle
Boynu bükük bir haçın üstünde.
Yerde buluyorsun kendini her sabah,
Yeniden gerilmek üzere,
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
Daha ne bekliyorsun durduğun yerde?

Katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği,
Bilicinin ürpererek söylediği
Sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin,
Tırnaklarını denemek için
Yılanın deri değiştirmesini,
Gülüşün kurdunu, sineğini gözün;
Yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken,
Aksayarak yürüyen umudun arkasından
Gülün kanayan hüznünü gördün.

İşte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine
Toptan ve perakende,
Pantolon ütüsünün keskinliğine,
Bozulup bütünlenmesine paranın,
Mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne,
Yabancı işçiliğine martının
Deniz olmayan bir uzak ülkede,
Daha binlerce, binlerce şeye.
Yaz bunları ve imzala sana yetecekse.

Bana delik deşik bir yürekle
Pası küflü, çürümeyi söyle.
Yangın yerlerinin katran gözyaşlarını,
Bana göçüğün kırık kemiklerini,
Sancısını suyun, rüzgârın yırtık yerini
Ve bunlardan payına düşeni söyle.
Ne kadarı kaldı babandan,
Sen ne ekledin üstüne,
Acının sana getirdiği ürem ne?
Şair bana mutluluktan söz etme,
Beyaz baston kullanan bir dille.

İşte tanıksın daha nelere?
Testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye,
Keçe gibi kimi zaman, parlatmak için
Bakır kaplara sürüyorlar seni
Şair hiçbir tansık bekleme,
Dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde,
Sen ey gülünç ve deli mesih;
Ölmeyi bilmediğine göre,
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
Pelteleşmiş yapışkan haçını
Islık çalarak sokaklarda sürükle.

*** 

Evet evde tek başıma mahpusum, hasretlik fena vuruyor, ama yaşamak güzel, hasta olmamak varsıl teselli, hastası olmamak ne büyük sevinç...

*** 

Çamaşır göstermek, hele de aralarında iç çamaşır varsa ayıptır, bundan dolayı en baştan özür diliyorum. Ama bu çamaşırlar benim makine ile yıkadığım hayatımın ilk çamaşırları. Bir başarı öyküsü benim için. Eşim uzaktan çözüm buldu. Çamaşır makinesinin ön kumanda tablosunun fotoğrafını çekip yolladım, onun talimatları doğrultusunda çalıştırdım, boşalttım ve astım. İşte böyle öğrenmenin yaşı yok...

*** 

İkinci "çamaşır zaferi"ni de kazandım bugün, renklileri de başarıyla yıkadım ve astım.

Geçen hafta Sayın Namık Kemal Zeybek'i aradım telefonla. O da Ankara'da yalnız evinde. Bana Bayburtça espri yaptı "Kanayaklı olduk" dedi...

Evet hem de nasıl...

***

“Ulemaya soralım” diyordunuz hani ulemanın alanına girmeyen birçok konuyu. Ulema da ulemaydı ha, ne sorulsa bir ayet hadis bulup tek otorite olarak ahkam kesiyorlardı. Başta tıp olmak üzere, Sosyoloji, Psikoloji, Antropoloji, Biyoloji, Ekonomi ve daha pek çok bilim dalında uzmandılar mübarekler.

Sonra bir gün Korona çıkageldi, bunlar dut yemiş bülbüle döndüler, ses yok, görüntü de yok. Ve “Ulemaya soralım” diyenler, sütre gerisine çekilip bilime sorar oldular. 

Bu da büyük bir ibret dersi, bilim dersi, hatta din dersi… Alana…

***

Dairelerimiz karşı karşıya... Eşimin arkadaşı, benim de asansörde, kapı önünde bir iki konuşmuşluğum vardır. Tek başına yaşıyordu, çocukları, yakınları arada ziyaretine gelirlerdi. Bugün ulaşılamayınca gelip bakmışlar, ölmüş, kalp krizi. Bir feryat koptu aralıkta çıkıp sordum, öğrendim.

Cenaze arabası almaya geldi ölüsünü, apartmanda kimsenin haberi yok. Kim kime dum duma. Apartman yöneticisi, ben ve bizim kattaki diğer 2 dairenin erkek bireyleri ve mezarlıklar müdürlüğü görevlisi, yani 6 kişi, battaniyenin arasındaki cenazeyi altıncı kattan apartmanın önüne dek taşıdık, kaç merdiven indik bilmiyorum. Öteki yakınlarına haber verilmiş, sokağa çıkma yasağının olduğu bir gün, izin alamamışlar gelmeye. Yalnızca kızı bizimle. Tabuta koyup cenaze arabasına götürürken tekrar sarılıp ağladı annesine.
Evet ölüm herkesin başında, kaskatı gerçek, hepimizin geleceği bir geçit, dönüşü de yok. Ama insanız, asabımız altüst oluyor.

Ertesi zil çalındı, helva getirdi kızı… Bu helva adeti nedir yahu, ölümü tatlıya mı bağlıyoruz?