Bir varmış bir yokmuş, bir feodalite varmış. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ve deve tellal pire berber iken, ilkel toplumun mahdumu köleci toplum, tarladan gelirken yol kenarında doğuruvermiş bunu ve hemen orada taşla kesivermiş göbeğini.

Feodalite büyümüş, boya başa yetmiş, dünyaya egemen olmuş, çalımından geçilmez olmuş. Kaç asır bu devran böyle gitmiş. Eee demezler mi her kemalin bir zevali var, feodal ağamız da ummadığı anda belayı buluvermiş karşısında. Burjuvazi adlı yiğit dikilmiş yaşlı feodalitenin karşısına “Senin devrin kapanacak, çünkü ben bir devrim yapıyorum, yıkıl karşımdan” demiş. Yalnız feodalite mi, kilise de nasibini almış bu nev-zuhur kabadayıdan. Fransız kalmayınız bu öyküye efendim, Bütün bunlar Fransız devriminde olmuş. Öyle projektörler yakmış ki bu devrim, değil Fransa, dünyanın yarısı aydınlanıvermiş.

Hah işte tam bu sırada, bir millet doğmuş sezeryanla. Doğmuş da, kimden bu çocuk? Anlatalım: Babası burjuvazi bu kesin. Ana da kapitalizm. Burjuvazi kapılmış kapitalizmin cilvelerine, çıkmış yoldan. Ticaret yapmışlar vermişler mercimeği fırına. Üretim biçimi değişmiş, bu üretim biçimi yaşam biçimini de değiştirmiş, şehirler büyümüş, pazarlar gelişmiş, meta ekonomisi diye bir kavramı duymuş herkes. Bütün bunların üstüne bir de bir sanayi devrimi olunca, sınır çekip bir yere dek vatan tutmak ve de giriş çıkışı denetime alıp gümrük ihdas etmek gerekmiş. Derken, bir bakmışlar ki köleler “bireyim bireyim, bir reyim aynı zamanda” diye slogan atıyor, ümmetler ümmet olmaktan çıkıyor, krallıklar cumhuriyet aşkına devriliyor. İşte bu ahval ve şerait içinde, kapitalizm millete hamile kalmış.

Bundan önce bu kapitalizmin oğlu gibi hiçbir oğul gelmemişti cihana, hiçbir hatun asla ve kat’a millet adlı bir çocuk doğurmamıştı. Bu bir prototiptir. Yukarıda sayılan olsa ve bulsalar, bir araya gelse, ancak o zaman millet doğar, o da pek zordur, her ana karnında taşıyamaz bu tosuncuğu.

Bir batılının doğmaları, fikr-i sabiti, kesin kabulüdür bu millet öyküsü. İster Marksist olsun, ister liberal, millete giden yol birdir bunlar için ve budur. Tıpkı siyasal yelpaze, tıpkı sağ-sol kavramları gibi. Batı Sosyolojisinin mezhep imamlarının içtihadı budur ve de içtihat kapısı kapanmıştır. Tartışamazsınız bile.

Kendi başlarından geçenleri herkesin başından geçmiş sanırlar bunlar, sanmak ne kelime kabul ederler, kabul ettirmek isterler. Kendi hikâyelerini dayatırlar herkese “bilimsel bilimsel”.

Türk tarihi mi? Hunlar mı? Göktürkler mi? Hayır hayır, yaşları tutsa da, şartları tutmaz onların millet olmaya. Göçebe ve barbardırlar onlar, imparatorluk kurmuş olsalar bile. Fransız devriminden sonra olsaydı bu dediklerin, bak işte o zaman düşünürdük bir şeyler, bir iyilik.

Şaka bir yana, iş milletlik sürecinin anlamaya ve dinlemeye geldi mi, liberaller, marksistler ve ümmetçiler üçlü ittifak yapıp geçiyorlar milliyetçilerin karşısına. 

Olmaz da olmaz… Türk Milleti yoktu tarihte, belki Türk kavminden söz edilebilir. Fransız ihtilalinden sonra Osmanlı’da milliyetçi fikirler yayılıp da gayri Türk unsurlar bir bir ayrılma derdine düşünce, Türkler de çare aradılar, “üç tarz-o siyaset”i yazdı Akçura, çare diye, böylece akılları başlarına geldi Türklerin, biz de Türkçülük edelim demeye başladılar. Sonra Birinci Dünya Savaşı, yenilgi, dağılış, Mustafa Kemal diye bir adam çıktı, düşmanı kovdu, bir cumhuriyet kurdu, bir de olmayan bir millet yaratmaya kalktı ya da millet olma sürecini başlattı (birinciyi ümmetçiler, ikinciyi öbür ikisi diyorlar).

İlmine, kişiliğine, mücadelesine hatta milliyetçiliğine saygı duyduğum, şapka çıkardığım Doğu Perinçek gibi insanlar bile, bu kalıp içinde düşünmeden edemiyorlar. İşte bu dediklerime çarpıcı bir örnek: Sayın Perinçek’in 2010 yılında yayımlanan “Orta Asya Uygarlığı” adlı kitabından iki paragrafı paylaşacağım sizlerle. Birinci paragraf, üzerinde ayyıldız bulunan Göktürk sikkelerinin bulunması üzerine yazılmış:

“Para, bir toplumun uygarlığa geçişinin en kesin ve en somut kanıtlarından biridir; hatta ikincisi değilse birincisidir. Bir toplumda para varsa; özel mülkiyet, ticaret, yazı, aritmetik, devlet, hukuk, bilim ve din vardır; özet olarak uygarlık vardır. Göktürk kağanlığına ait sikkelerin bulunması, Orta Asya ve Türk tarihinin yeniden yazılmasını gerektirmektedir”

Ne güzel değil mi? Fakat bir şeye dikkat ediniz, Sayın Perinçek, Göktürkler millettirler demiyor, uygardırlar diyor. Neden millet olmadıklarını da bir başka sayfada açıklıyor:

“Göktürk konfederasyonu içinde yaşayan kavimlerin binlerce yıllık geçmişten geldiği tartışılmaz bir gerçektir. Ancak onların hepsine daha önce Türk denmiyordu. İkincisi: ‘Türük Budunu’ da ‘Türk Milleti’ anlamına gelmiyordu. Orta Asya’nın göçebe toplulukları henüz millet aşamasına gelmemişlerdi. Daha doğrusu o tarihte dünyanın hiçbir kavmi veya toplumu, millet özellikleri taşımıyordu. Millet kapitalizmin doğuşu sırasında oluştu.”

Evet işte böyle… Peki Göktürkler millet miydiler? Bunun “milliyet duygusu” bölümünü Mehmet Ali Aynî’den, “millet” olma bölümünü de ayrıntılı olarak Galip Erdem’den öğrenelim:

“Avrupa kültür dairesinde ancak XIX. asırdan itibaren belirmeye başlayan milliyet fikri, Türk kültür tarihinde İslamiyet’ten önceki devirlere dayanacak kadar eski ve Müslümanlıktan önce ve sonra çeşitli belgeler üzerinde tespit edilebilecek kadar açık ve güçlü bir bilinç halindedir.

Avrupa’da ‘devlet’ kavramı ‘millet’ kavramından öncedir. Hatta ‘milliyet’ sözcüğünün çeşitli Avrupa dillerinde bugünkü anlamını alabilmesi XIX. yüzyıldan sonradır. (…) Avrupa haritasının bu yeni prensibe göre değiştirilip düzenlenmesi 1848’ten sonra gerçekleşmeye başlamıştır. Ondan evvel Avrupa tarihine hâkim olan esas devlet prensibidir. Fakat Türk kültür dairesine baktığımız zaman bu durumdan büsbütün başka bir manzara ile karşılarız. Osmanlı kültürünün tamamıyla İslamî bir mahiyet aldığı devirlere kadar, Türklerde milliyet fikri en kuvvetli şuur biçimini sürekli korumuş ve çoğu kez ‘devlet’ kavramı, ‘milliyet’ kavramı ile birlikte yürümüştür. Çeşitli dönemlere ait milli ve ecnebi belgelerin bu bakımdan incelenmesi, Türk milliyetçiliğinin genellikle sanıldığından çok büyük bir tarihini vücuda getirebilir.”(1)

“Milletimizin tarih sahnesinde ne vakit belirdiği konusuna daha önce temas ederken, büyük ihtimalle Büyük Hun İmparatorluğu (MÖ 220-MS 216) ve kesin olarak Göktürk İmparatorluğu çağında (552-745) tam bir millet hüviyeti kazandığımızı söylemiştik.

Hun İmparatorluğu zamanında, hatta daha önce bir ‘Türk’ soyunun, ‘Türk’ devletlerinin varlığından kimsenin şüphesi yoktur. Ancak varlığı bilinen Türk kabilelerinin tek bir ‘millet’ sayılacak bir kıvama girip girmedikleri henüz kesinlikle aydınlanmamıştır. Şimdi milletleri teşekkülü için aranan şartları birer birer alalım ve Göktürklerin şartlarını uygulayalım:

1-Devlet Birliği:

Çeşitli kabile ve kavimlerin bir devlet nizamında birleşmeleri şartı Göktürklerde ziyadesiyle vardır. Başkalarının şahitliğine ihtiyaç duymaksızın, yüce Bilge Kağan’ın her Türk’ün yüreğini yakacak, beynini sarsacak, ne kadar sapıtırsa sapıtsın sonunda kendine mutlaka kendine getirecek muhteşem seslenişini dinleyelim:

“Ben Tanrı’ya benzer, Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan. Tanrı irade buyurduğu için, kağanlık tahtına oturdum. Ey milletim, ey hanedanım, sözlerimi dikkatle dinle.

İleride gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün kavimler şimdi bana tâbidir. Şimdiki gibi, kargaşalık olmaksızın, Türk Kağanı Ötüken’de oturursa Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben Ötüken’de oturarak tek başıma yurdu idare ettim. Çinlilerin altınına, gümüşüne, ipeğine, tatlı sözlerine, değerli hediyesine kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türk’ün öldüğünü, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutmadım.

Tanrı yardım etti, Türk Kağanı oldum. Dağılmış milletimi bir araya topladım. Fakir milletimi zengin ettim.”


2-Oldukça Kalabalık Bir Nüfus:

Göktürklerde ‘millet’ teşekkülü için şart sayılan ‘oldukça kalabalık bir nüfus’un mevcut olduğu görülür. Zaten Bilge Kağan, sanki 1300 yıl sonra, Türk milletinin tarihteki varlığını inkâr etmeye yelteneceklerin insafına çarpsın diye diktirdiği yazıtında, bu sorunun cevabını veriyor:

“Azalmış milletimi çoğalttım, atalarım Bumin Kağan’a, İstemi Kağan’a layık evlat olmaya çalıştım.”

3-Savaşlar:

Göktürkler, Herbert Spencer’in ‘Millet’ teşekkülü için aradığı ‘Aynı düşmanla sürekli savaş’ şartına da sahiptiler. Hiç değişmeyen, üstelik kendilerinden 40 misli kalabalık düşmanları vardır: Çinliler. Hemen her yıl ya Çin’e akın yapılıyor yahut Çin saldırısına karşı savaşılıyordu. Yine Bilge Kağan konuşsun:

“Fakat, Tanrı Türk’ün haline acıdı. Türk milleti yok olmasın, eskisi gibi yine cihanın en yiğit milleti olsun diye babam İlteriş Kağan ile anam İlbilge Hatun’u Türklere kağan kıldı. Tanrı güç verdi, babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu, kurt önünden kaçan koyunlar gibi dağılıp gitti. Babam Kağan, doğudan batıya at koşturup Türk milletini topladı, Türk devletini ihya etti. Ey ölümsüz Türk milleti kendine dön. Su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine layık ol”

4-Saha Birliği:

Göktürkler 193 yıl aynı topraklar üzerinde yaşadılar. Türk soyundan gelen çeşitli kabilelerin, henüz bir millet sayılamayacakları iddia edilse bile, en az 900 yıl yine o topraklarda yaşadıkları biliniyor. Milletin teşekkülü için 900 yıllık bir sürenin yetmeyeceği elbette söylenemez. Zira ortak topraklar üstündeki hayatları çok daha kısa sürdüğü halde millet haline gelmiş zümreler vardır. Üstelik Göktürk milletini meydan getiren kabileler, diğer unsurlar bakımından birbirlerine çok yakındırlar.

O çağlarda millet kavramının zamanımızdaki anlamından uzak olduğu, imparatorluğa bağlı değişik zümrelerin aynı milletten sanıldığı da ileri sürülemez. Göktürklerin millet ayrımını açıkça yaptıkları, diğer belgeler bir tarafa, Orhun Yazıtlarında yazılıdır:

“Ataların Türk ülkesini öyle sıkı tuttular, öyle bilgelikle, öyle güzel törelerle yönettiler ki, Türk Milleti bahtiyar oldu; onların ölümlerine candan ağladı. Atalarıma tâbi olan bütün yabancı milletler, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların çağında yaşadıklarını unutmadılar”

Görülüyor ki Göktürkler, kendi milletlerini imparatorluklarının hâkimiyeti altında yaşayan diğer milletlerden ayırmışlardır.

5-Devletin Bağımsızlığı:

Göktürklerin aynı devlet içindeki bağımsızlığı 193 yıl sürmüştür. Bu süre ortalama bir hesapla dört neslin değişmesi demektir ve milletin teşekkülü için yeterlidir.

Göktürk imparatorluğu büyük bir sahayı için alıyordu. Aral, Baykal ve Balkaş gölleri imparatorluk sınırları içindeydi. Hazar Denizi’nin kuzey ve doğu kıyıları ellerinde idi. Batı’da Ural dağları geride kalmış, İtil’e (Volga’ya) ulaşmıştır. Doğu sınırları Kore’nin kuzeyinden geçerek Büyük Okyanusa dayanır. Güney sınırları ise Tibet ve Keşmir’de biter.

6-Dil:

Danimarkalı P.Thomsen, Orhun alfabesini çözüp yazıtları okumasaydı, milletimizin en az 1300 yıl önce teşekkül ettiğini belki de hiç öğrenemeyecektik. Kitabeler, başkaca hiçbir belgeye ihtiyaç bırakmadan; öylesine sağlam bir millet vasfının ve milliyet duygusunun varlığını ortaya koydu ki, Avrupa o seviyeye, bu anlayışa ancak Fransız ihtilalinden sonra erişebildi.

Yazıtların okunmasıyla Göktürk adını taşıyan bir milletin yaşadığı ve ‘Türkçe’ konuştuğu anlaşılmıştır. ‘Türkçe’ yalnız bir konuşma dili değildir; aynı zamanda yazı dilidir. Alfabesi, edebiyatı vardır; Göktürk abidelerinde dil, hasar olanlar bir yana, hayret edilecek derecede mükemmeldir. Yirminci asrın büyük Türk ediplerinin kullandıkları Türkçe derecesinde, işlek bir nesir dili görülür. Bu dilde cümleler, şiir kadar kısa, kesik ve fevkaladedir. Tek kelime çıkarılıp ilave edildiği zaman derhal bozulacak bir dengeyi taşır.

8.asırda yazıldığı düşünülürse, ifade edilen fikirler; hayrete şayandır. Koyu bir milliyetçilik, her satıra hâkimdir. Şüphesiz nesir dili gibi, fikirler de, asırlardan süzülmüş bir gelişimin ürünüdür. Daha önceki Türk edebiyatı kaybolduğundan; bu kitabelerin, sanki asırlarca işlenmedikten sonra, böyle dil mükemmelliğine ve düşünce derecesine ulaşabilmesine imkân yoktur. Çin kaynakları, Hunlar çağında söylenen Türkçe şiirlerin varlığından söz etmektedirler ki; Çince tercümelerden önce yazılmış Türkçe şiirler de bir gün elimize geçecektir. Göktürk anıtları, Divanu Lugati’t Türk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut gibi Türk edebiyatının en önemli dört ürününün de son üç çeyrek asır içinde elimize geçtiğini düşünecek olursak, bu ümidimiz artar. (Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c. 1, s. 169)

Yazıtların Türkçesi hakkında daha kesin bir bilgi edinmek, böylece dilimizin 1300 yıl önceki durumunu göstermek için küçük bir bölümü aynen alıyoruz:

“Budun-atı küsi yok bulmasun tiyin, Türk budun üçün tün udumadım, küntüz alımadım. İnim kül tigin birle, iki şad birle ölüyite kazgandım anço kazganıp biriki budung ot sub kılmadım”

Yukarıda bölümde geçen kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıkları şöyledir:

Budun-millet, atı-adı, küsi-sanı, bolmasın-olmasın, tiyin-diye, üçün-için, tün-gece, küntüz- gündüz, alınmadım-oturmadım, inim-kardeşim, birle:-birlikte, iki-iki, ölüyite-ölesiye, kazgandım-çalıştım, ança-bu kadar (Doğu Anadolu şivesindeki nanca: ne kadar ile benzerliğine dikkat) biriki-birlik, kılmadım-dağılmadım.

Türkçemiz, önce doğu-İslam, sonra da batı uygarlığı çevresine girmemizden aldığı büyük tesirlere rağmen, 1300 yılın silemediği yakın benzerlik; pek az dilde rastlanabilecek muhteşem bir gücün ifadesidir.

7-Irk:

Göktürkler varlığı çok eskiden beri bilinen Türk ırkındandırlar. Bile Kağan “Ben Türk Bilge Kağan” diyerek kendi soyunu, “babam kağan doğudan batıya at koşturup Türk milletini topladı, Türk Devletini ihya etti” diyerek imparatorluğunu meydana getiren temel topluluğun soyunu belirtiyor.

Göktürkler çağı, Türk adının Türkçe konuşan bütün kavimlerce paylaşıldığı bir çağdır. Diğer toplulukların henüz kavim haline gelmedikleri, kabile hayatı yaşadıkları ve Göktürkler dışındaki kabilelerin Türkçe konuşmadıkları öne sürülse, hatta ispat edilse, böyle bir sonucun milletimizin oluşumu bakımından hiçbir önemi yoktur. Çünkü millet oluşumunun temel şartlarından biri, hatta birincisi sayılan ‘dil’ birliği gerçekleşmiş, ‘Türk Soyu’nun dili kendisini diğer topluluklara kabul ettirmiştir.

8-Gelenek ve Görenek/Töre:

Orhun yazıtları, Göktürklerdeki gelenek ve görenek (töre) birliğinin de reddedilmesi imkânsız kesinlikte bir belgesidir. Yazıtlar, sık sık ‘Töre’ye verilen büyük değer den, törenin bozulamaması için sarf edilen çabalardan söz ediyor:

“Üze Tengri basmasar, asra yir tilinmeser, iligni törüngnü kim artadı” (Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe Türk Milleti, ilini töreni kim bozabilir)

Rahmetli üstad İsmail hami Danişmend’in ‘Türklük Meseleleri’ adındaki kitabında anlattığı ve belgesini verdiği bir olay, Göktürkler çağındaki milli şuur uyanıklığının, hele gelenek ve göreneklerin (Töre) korunması yönünden, belki de başka hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak; emsalsiz bir örneğini veriyor. Göktürk imparatorluğunun ikiye ayrılmasına işaret edildikten sonra devam edilir:

“Fakat Doğu İmparatorluğunun, bir yandan isyanlar ve bir yandan muharebelerle uğraşması, sonunda Batı İmparatorluğu gereğinden fazla güçlendirmeye başlamıştı. Batı hakanı, artık doğuyu da kendi yönetimine alarak yeni bir Türk Birliği kurabilecek hale geliyordu.. İşte bu manzara karşısında Çin’in o ünlü ‘baskül’ politikası yahut ‘denge siyaset’ başladı. Çin İmparatoru, batıdaki dostuna karşı, düşmanını himaye etmeye kalkıştı. 585’ten itibaren ‘Turdu’yu kendi başına bırakıp ‘Şe-Tu’ya yardım teklifinde bulundu. Fakat bu yardımın gene ‘baskül’ politikasından mülhem birtakım şartları vardır: Bu şartlar ince şartlardı. Çin İmparatoru Doğu Türklerini, Çinlileştirmek şartıyla koruyacaktı. Bunun için de Şe-Tu’yu Türk Milletinin kıyafetini, geleneğini, göreneğini, yasalarını ve hatta dilini değiştirip, bunların yerine Çin kıyafetini, Çin geleneğini, Çin yasalarını ve hatta Çin dilini zorla kabul ettirdiği takdirde yardım edebileceğini bildirdi: Çünkü Çinlilerce milliyet demek kültür demektir.”(2) 

Sema Gül de Milliyetçilik duygusunun Fransız ihtilalinden 1000 yıl önce Göktürkler döneminde yaşandığını ve Budun’un o dönemde millet anlamında kullanıldığını (birçok tarihçi de bu fikirdedir zaten) ifade ediyor.(3) 

Özcan Yeniçeri, Hans Kohn’dan aldığı bir kavramı kullanıyor: “Modern Milliyetçilik”

“Bilindiği gibi ‘Modern milliyetçilik” 18. yüzyılın ikinci yarısından daha eski değildir. Milliyetçi duygular ‘etnografik’ bir kategori olarak daima var olmuşlardır. Fakat milliyetçilik, asıl Fransız devriminden bu yana grup bilinci şeklinde her yana yayılmıştır. 19. yüzyıl süresince ulus-devlet, bir ideal ve siyasi bir düzenin en mükemmel biçimi olaral kabul edilmiştir ve ulus, bütün gerçek kültürün ve ekonomik refahın kaynağı olarak tanınmıştır.”(4) 

Bu kavramda anlaşmak mümkündür. Modern milliyetçilik, modern öncesi milliyetçilik varsa –ki vardır-, modern ulus ta vardır elbette, modern ulus öncesi ulus da. Yani Fransız İhtilali olmayan ulusu doğurmamış, onu geliştirmiş, modernleştirmiştir.


1) Mehmet Ali Aynî-Tarihte ve Türklerde Din, Millet ve Milliyetçilik
2) Galip Erdem-Türk Kimdir, Türklük Nedir
3) Sema Gül-Türklerin Etnik Kökenleri
4) Özcan Yeniçeri-Türk Milliyetçiliği