Gazze’de yaşanan katliam, İsrail’in dünyanın gözünün önünde, açıkça “terörist devlet” sıfatının hakkını vererek, bütün insanlık değerlerini ayaklar altına alarak, bir vahşeti sürdürmede kararlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Aslında insanlık bir İsrail sorunuyla karşı karşıyadır. İsrail saldırgan, işgalci, yayılmacı politikalarının aracı olarak öldürmeyi, şiddeti ve bir halkı yok etme yolunu benimsemiştir. İsrail’in stratejisi, Siyonist ideolojiye dayanmaktadır. Bu anlayış, dini bir hüviyete bürünmüş bir ırkçılıktır.
Bu yönüyle bakıldığında, Avrupa’da Yahudileri yok etmeye çalışan, soykırım uygulayan Hitler’le, İsrail Devleti’nin aynı mantığı, aynı dünya görüşünü paylaştığını söyleyebiliriz. Buradaki temel fark, Hitler’in soykırım uygulamasından sonra, Batı’da otoriter rejimler, anti-demokratik ideolojiler, faşizm, ırkçılık gibi siyasi yaklaşımların insanlık nazarında mahkûm edilmiş olmasıdır. Bilhassa Nasyonel-Sosyalizm’in uygulamaya soktuğu “Yahudilerden arındırılmış bir Avrupa” fikri itibarsızlaşmış, değersiz, aşağılık bir anlayış olarak görülmüştür. Bir anlamda Batı’nın faşizm ve nasyonel sosyalizm kâbusundan sonra demokrasiye daha derin, daha güçlü bir şekilde bağlandığını söyleyebiliriz.
Hitler ve Siyonizm
İşte İsrail’in, bütün bu insani ve tarihsel tecrübeye rağmen insanlığın mahkûm ettiği ırkçı anlayışı, devlet terörünü kullanarak, katliamlar yaparak sürdürmesi işlediği suçun ağırlığını daha da artırmaktadır. Bir yönüyle Gazze’de yaşananlar, “Hitler’in ruhuna bürünmüş İsrail’in” insanlığa karşı açıkça meydan okuması olarak görülebilir. Bugün insanlık, ciddi bir İsrail sorunuyla karşı karşıyadır. Bu İsrail, Siyonist ideolojisiyle, terörist devlet politikalarıyla sadece öldürdüğü masum Filistin halkına karşı değil bütün insanlığa karşı suç işlemektedir.
Bu politikaların en önemli destekçisi başta ABD ve AB olmak üzere Batı sistemi olduğu için, İsrail’in yarattığı bu vahşet tablosundan, bu katliamlardan İsrail kadar onların da sorumlu olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Bugün ortaya çıkan tablonun, iki önemli neticeye işaret ettiği görülmektedir. Bunlardan birincisi, Batı sisteminin ciddi bir “ahlaki kriz” içinde ilerlemesidir. Batı, savunduğunu iddia ettiği, demokrasi, özgürlükler, kültürel var olma hakkı ve yaşama hakkı gibi bütün değerlere karşı, ciddi bir “yabancılaşma sorunu” yaşamaktadır. Katliamları, gayrı-insani politikalar uygulamayı sıradanlaştıran İsrail’in karşısındaki suskunluk, bu sorunun derinleşmesi demektir.
İsrail’in geleceği var mı?
Batı’nın 20.yüzyılda “yükselen değerlerine” bigâne kalması, aslında Batı uygarlığının değer üretme kabiliyetini yitirmesi ve bu söylemin meşruiyetinin kaybolması gibi, “daha büyük bir krize doğru ilerlediğini” göstermektedir.
İkinci mesele ise, “eski dünya sisteminin çöküşünün” bütün uluslararası kurumlara sirayet etmesi meselesidir. Sanayi çağında yapısallaşan “kapitalist dünya sistemi” kendi sürekliliğini, uluslararası hukuk ve uluslararası kurumsal yapılarla güvence altına almıştı. Bugün, hem bu hukuk sistemi hem de başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslararası kurumsal sistem fonksiyonsuz hale gelmiştir.
İsrail’in saldırganlığı ve katliamları, aslında eski dünya sisteminin ürettiği bir yapının ürünüdür. Bu yapıda bağımlılık, sömürü, işgal ve bunları gerçekleştirme yolu olarak “savaş ve güç kullanma biçimleri“ kaçınılmaz sonuçlardır. Uluslararası kurumsal yapı ve normatif düzen ise, “güçlülerin hâkimiyetini” düzenleyen mekanizmalardır.
Peki, bu durum devam edebilir mi? Batı, böyle bir İsrail’i savunarak, destek vererek, eski dünya sistemi içerisindeki rolünü, küresel dünya sistemi içinde de sürdürebilir mi?