MEŞVERET, ŞURA VE İSTİŞARE
Aslında dört halifenin seçimle işbaşına gelmesi, İslâmiyet’in Cumhuriyet’le bir meselesi olmadığını gösterir. Peygamberimiz (s.a.v.); “Benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonrası mülktür (saltanattır) beyan buyurduğu hadisi şerif bu gerçeğe işarettir. 

Resûlullah (s.a.v.) kendisinden sonra toplumu kimin yöneteceği veya yeni yöneticinin nasıl belirleneceği hususunda bir hüküm vaaz etmemiştir. Dolayısıyla Sünni ulema, Allah Resulünün yönetimle ilgili bir vasiyetinin olmadığında hemfikirdir. Allah Resulü bu dünyadan darul bekaya göç edince, ister istemez Müslümanların yeni yöneticisinin kim olacağı meselesi gündeme gelmiştir. Gerçekten de Peygamberimizin (s.a.v.) yerine vekil bırakmaması bunu teyit ediyor. Her ne kadar Rasûlüllah (s.a.v.) yerine vekil bırakmasa da bir kısım aydınlar bundan maksadın halktan başka gerçek temsilcinin olmadığı anlamını çıkarmıştır. Bakın, İmam-ı Azam Ebu Hanife bu hususta: “Hilâfet, o makama geçmeden önce hür bir seçimle bir baş tayin etmektir” diye görüş beyan etmiş bile. Tabii ki İmamı Azam böyle bir görüş belirtirken önce ashabın uygulamalarına bakıp sonra bu kanaate varmıştır. Nitekim İslâm toplumunda seçim yolu ashabın icması (toplu kararı) ile müesseseleşmiştir. Şurası muhakkak toplumu yönetenlerin nasıl belirleneceği konusunda Kur’an-ı Kerim’de bağlayıcı bir hüküm yoktur. Kur’an-ı Kerimde sadece Müminlerin kendi aralarındaki işlerini  “Şûra” ile görmeleri hükmü vardır, ama yöneticilerin nasıl belirleneceği konusu beyan edilmemiştir. Dolayısıyla bu mesele izaha muhtaç olduğundan yönetici seçiminin örf ve topluma bırakıldığı ağırlıklı görüş olarak ortada durmaktadır. İşte bu yüzden İmam-ı Azam'ın,  imametin seçimle olabileceği söylemini kayda değer buluyoruz. Kaldı ki Allah Teâlâ (c.c.): “Ki, bunların işleri, daima aralarında müşaveredir” (Eş Şurâ 37) beyan buyurmakta. Anlaşılan o ki, âyeti kerimede idare edenlerin nasıl belirleneceğini gösteren açık bir kural olmasa da herhangi bir hususta alınacak kararda “Şura”nın esas alındığı çok açık.  

Asrı Saadet’i takiben yarım asırlık dönemde uygulanan tatbikatlara baktığımızda Mücella dinimizin cumhuru bir karakter içerdiği gözlerden kaçmıyor. Pekâlâ, günümüzde sıkça kullanılan çoğulcu anlayışın, dört halife devrinde yaşandığını söyleyebiliriz. Nitekim cumhur kavramı; İslâm’ın özünde var olan meşveret, şûra ve istişare gibi öğelerle desteklenip “biat” müessesesiyle taçlandırılmış ta. Nasıl mı? Bakın Sakife de (Çatılı avlu) Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a biat edilmiş. Şöyle ki kendisine “elini uzat” denildiğinde, o an elini uzattığında ilkin Hz. Ömer(r.a) biat etmiş ve akabinde Muhacir ve Ensar biat almış, derken ertesi gün bütün halk iştirak edip biat işlemi tamamlanmıştır. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) ise ashabın bu ince anlam yüklü davranışı karşısında seçilmişliğini şu sözlerle taçlandırır: “Ben Allah Resulünün yolunda bulunduğum müddetçe bana itaat ediniz. Aksi halde itaat etmeyiniz.  Biz bu şerefli makamda kaldığımız müddetçe mazlumlar haklarını alıncaya kadar güçlü, zalimlerde onların haklarını ödeyinceye kadar güçsüz olacaklardır...”

Resûlullah (s.a.v.) “Hepiniz çobansınız ve hepiniz eliniz altında bulunanlardan sorumlusunuz” buyurmuştur. Elbette ki bu Hadis-i Şerifin idare edenlere büyük sorumluluk yüklemesi önemli bir husustur. Öyle ki, Hz. Ömer (r.a)  bir suikast sonucu ağır yaralı bir halde ölüm döşeğindeyken arkadaşları; “Senden sonra oğlunu halife olarak seçmek istiyoruz,  ne buyurursunuz?” sorusuna karşılık şu cevabı verir:

"-Hayır istemem. Bizzat Allah’ın elçisinden dinledim. En adil devlet adamı bile hesabını verinceye kadar ilahi huzura kelepçeli çıkacaktır. Huzura kelepçeli olarak benim çıkmam yeter.” Evet, sorumluluk hassasiyeti bu sözlerde gizlidir. Zaten devlet adamlılığı çok büyük sorumluluk gerektirmeseydi Resûlullah (s.a.v.); “Emanetin lâyık olanlara verilmediğini gördüğünüz zaman kıyameti bekleyin” der miydi? İşte tüm bu beyan-ı şeriflerden çıkaracağımız sonuç idareciliğin ne kadar sorumluluk gerektiren mühim bir görev olduğudur. Madem öyle bizi idare edecek olanları seçerken adeta kılı kırk yarıp öyle hareket etmek icab eder. Zira Peygamberimizin (s.a.v.); “Ümmetimin ittifakında (düşünce işbirliğinde) kuvvet, ihtilafında (farklı rey ve içtihadında) rahmet vardır” ve “Halkın sevdiğini Hakk’ta sever” sözleri bize bu yetkiyi veriyor da. Belli ki bu özlü sözler İslâm’ın cumhuru yapısını ortaya koymaya yeten sözlerdir. Ne var ki ashabın kararıyla iş başına gelen dört halifelik döneminden sonra başka bir sisteme geçilmiştir. İşte bu yüzden Corci Zeydan; Hilafetin babadan oğla geçişi Muaviye ile başladığını belirtmiştir. Elbette ki Osmanlı idari mekanizması da saltanattı, ama Osmanlının saltanatı günümüz demokratik zihniyeti çağrıştıran bir saltanattı. Bizim iklimimizde ister halkın oyu ile gelsin, ister saltanatla fark etmez idarecilerimizin hiçbiri tahakküme (baskı) dayalı bir sistem kurmamışlardır. Dahası Osmanlı, “İşte bu makamda, nusret ve hâkimiyet, hak olan Allah’ındır” (Kehf 44) ayetini temel düstur edinmiş bir imparatordu. Asla Osmanlıda saltanat bir baskı aracı unsuru değildi, bilakis umum-i efkârın (kamuoyuna) hizmetine tabii bir devlet aygıtıdır. Değim yerindeyse Osmanlı için saltanat amaç değil araçtır.  
Anlaşılan o ki, tarihten buyana gelen sitem modellerinden idarenin başına ister seçimle, ister hanedan yoluyla gelinsin veya başka türlü yollarla gelinsin fark etmez, temel gaye Allah ve Resulünün hakikatleri üzerine ülkeyi adil idare etmek esastır. Yani hakikate “abd” olmak esastır. Bunun dışındaki her şey vasıtadır. Kaldı ki İslâm’da Allah’tan gayri her şey masivadır. Dolayısıyla Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki en belirgin fark; Hıristiyanların masivaya ulûhiyet isnat edip ilahlaştırmaları, Müslümanların ise masivayı vasıta kılıp tapmamalarıdır.  Kelimenin tam anlamıyla farkımızı fark ettiren gaye ve vasıta arasındaki farktır. Allah’a kul olunca köle sultan olur da.
Bakın, Ebu Cehil, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e şöyle der:
- Senin mescidine gelmek istiyorum. Fakat orada içtimai ve mevkice düşük olanlarla birlikte bulunmamak için bana hususi bir yer ayır.

Tabii Allah Resulü (s.a.v.) böyle bir teklif karşısında:
“- Orada değil sana, bana da hususi (özel) bir yer yok”’ karşılığını verip İslâm’ın cumhuru yönünü ortaya koymuş olur.

Kuran ışığında cumhur olmak erdemliliktir. Çünkü Yüce Allah (c.c); “Müşavere ediniz İşlerinizde” beyan buyurmaktadır. Keza Peygamberimiz (s.a.v.) de; “Biliniz ki Allah Resulü meşveret ihtiyacından münezzehtir. Ne ihtiyacı var Resulün müşavereye? Lakin ümmetime sünnet ve rahmet için verildi...” beyan buyurarak nasıl cumhur olunacağının manasını ortaya koymuştur.

İSLÂM’IN CUMHURİYET ANLAYIŞI

Hz. Ömer (r.a.) arkadaşlarına:
“- Şayet eğrilirsem (doğru yoldan saparsam) ne yaparsınız?” diye sorunca, aralarında bulunan bir bedevi sahabe:
“- Ya Ömer! Seni kılıcımızda düzeltiriz” diye karşılık verip gerçek sivil halk iradesi bir ruh ortaya koymuştur. İşte görüyorsunuz,  cumhuriyet, demokrasi gibi kavramlarda aranan ruh fazlasıyla İslâmiyet’te mevcut. Kaldı ki günümüzde sıkça kullanılan moda kavramların İslami karşılığını tam olarak izah etmekte zorlansak ta, hiç kuşkusuz “nasıl bir toplum istiyorsunuz” sorusuna karşılık verilecek cevapta “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahrete çalış” düsturu bile her şeyi izah etmeye yeter artar da. 

Evet! Kur’an hem inanç, hem ibadet, hem muamelat, hem fıkhı bir Anayasa hükmünde tüm çağları aşan hakikatler manzumesi olup, muhatabı tüm insanlıktır. Kaynağı ilahi olması hasebiyle kıyamete kadar var olacak hükümleri kapsamaktadır. Besbelli ki iç ve dış âlem iki kanaldan idare ediliyor. Müslüman toplumunda devlet başkanı, Peygamberimizin devlet başkanı konumuna halef olabiliyor. Yani, dünyevi işlerin yürütülmesi noktasında haleftir. Gerçi ilk dört halife Peygamberimizin dizinin dibinde yetiştikleri için sadece dünyevi halifelik sıfatıyla kalmamışlar, bunun yanı sıra günümüze kadar uzanan ehlisünnet çizgisinde yürüyen birçok Tarikatı Aliye’nin ruhani halefi olmuşlar da. Ancak dört halifeden kimi ruhani yolu göstermeyip kendi çapında uygulamış, kimi de hem kendisi uygulamış, hem de etrafına takip ettiği yolu öğretip devam ettirmişler de. Derken Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) Sıddıkiyet yolunun piri olurken, Hz. Ali (k.v)’de cehri zikir üzeri bir yol izleyen Kadiri ve Rufai gibi tarikatların öncüsü olmuştur. 

Peki, dört büyük halife devri sonrası durum vaziyet nasıl derseniz, malum dünya işlerinin yürütülmesine yönelik haleflik (halifelik müessesesi) saltanata dönüşmüştür. Neyse ki saltanata dönüşmüş olsa da ülke idaresinin başına geçenler Ümmet-i Muhammedin imameti sayılmışlardır. Sonuçta ümmetin başına saltanat yoluyla gelinse de idari alanda adaletle hükmetmek esas alınmıştır. Zaten Peygamberimizin ardından yönetici vekil bırakmaması, keza Hz. Ali'nin (k.v.) ölüm anındayken Hz. Hasan’a biat edelim mi sorusuna, “Size bunu ne tavsiye ederim, ne de yapmayın” şeklinde cevap vermesi illa da yönetim biçimi şöyle olsun diye kesinleşmiş bir kuralın olmadığını gösterir. Ancak bu noktada mezhep imamımız Ebu Hanife’nin Resûlullah  (s.a.v.)’in devlet fonksiyonuna halef olacak bir kişinin hür bir seçimle başa gelmesi gerektiği vurgusunu da bir çelişki olarak görmemek gerekir. Çünkü bu vurgu ideal bir nizamın tesisine yönelik bir beyandır. Bir anlamda Hanefi imamımız Allah Resulüne devlet reisi olacak halefin, seçimle iş başına gelmesi gerektiğini uygunluk bakımdan değerlendirmiştir. Anlaşılan o ki, İslâm’da devlet başkanı, halkın vekili ve elçisi konumundadır. Bir başka ifadeyle milletin iradesiyle seçilen başkan, Allah’ın (c.c) hâkimiyetini tesis için memur edilmiştir. Dolayısıyla İslâm’da bu üst mevki “siyaset-i amme” makamı olarak telakki edilir. Hakeza bu makamda fiili görevde bulunan zata d “Veliyyül’emr” veya “Emirül Mü’min’in” diye isimlendirilir. Ulu'l emr İslâm’a hizmet ettiği müddetçe şeref kazanır. Zaten gerçek anlamda efendi olmak “halka hadim” olmaktan geçmektedir. Nitekim halife olarak sırtında un çuvalıyla fakirlerin hizmetine koşan Hz. Ömer (r.anh.), hadimiyet'in zirvesine çıkmışta. İşte görüyorsunuz hâkim devlet değil hadim devlet anlayışının tüm çıplaklığıyla tatbiki Hz. Ömer'in (r.a.) idari hayatında yaşandığı gibi buna benzer daha nice örnekleri İslam tarihinde görmek mümkün. İslâm’da üstünlük şerefinin, hizmeti ölçüsünde değerlendirilip takvayla derecelendirilir. Öyle ki, bu konuda Resûlullah'ın (s.a.v.); “Adil bir sultanın, bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı ibadetten üstündür” ve “Emirlerin en iyisi sizi seven ve sizin kendisini sevdiğinizdir” hadis-i şerifleri meşhurdur.
Bu konuyla alakadar başka misaller daha getirecek olursak buna en tipik misal karınca örneğidir elbet. Şöyle ki, Said Nursi Hz.leri, küçük kardeşi Mehmet’in getirdiği yemeklerden sadece ekmeği kendisine ayırıp diğerini karıncalara veriyormuş. Tabii merak edip sormuşlar:
“- Niçin böyle yapıyorsun?” diye. 
Üstad şöyle cevap verir:
“- Karıncalar da içtimaî hayat (sosyal hayat), işbirliği ve bölümü tam bir cumhuriyet nizamı içinde cereyan etmektedir. Bu taraflarını sevdiğim içindir.” 

Hakeza Hz. Süleyman (a.s) Sebe halkına dini tebliğ için yola koyulup Taif yakınlarında karınca vadisine varmıştı ki, bir anda önlerine rızkı peşinde koşan karınca ordusuyla karşılaşır. Bu arada kraliçe karınca sorumluluk gereği; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza dönün. Aksi takdirde Süleyman ve ordusu, farkına varmadan sizi çiğneyebilir” uyarısında bulunur. Tabii bu durum karşısında Hz. Süleyman (a.s) kendine yakışır bir vaziyette Allah'a yönelip; “Ey Rabbim! Bana, anne ve babama lütfettiğin bu kadar nimetlerine şükretmemi ve geri kalan ahır ömrümde Senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de Cennetinde iyi kulların arasına kat” münacatında bulunur.
 
Gerçekten de karınca deyip geçmemeli. Düşünsenize bir tek ana kraliçeden oluşan binlerce yavru karınca daha gözünü açar açmaz teşkilatlanıp iş bölümüne girebiliyor. Böylece ortaya mükemmel bir katılımcı toplum modeli koyulmuş oluyor. Elbette ki bu tür dayanışma örnekleri aklı firar ettirecek cinsten örneklerdir. Peki, şu Termitlere, yani beyaz kanatlı karıncalara ne demeli, bakın onlar da odun veya tahta parçasına olan büyük iştahları sayesinde üzerine üşüşüp koca odun parçasını humusa dönüştürebiliyorlar. Böylece katılımcı bir ekip çalışmasıyla birlikte toprakların humuslaşmasına katkıda bulunmuş oluyorlar. 
Bakın, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ileri ki dönemlerinde, yani ikinci 35 yıllık olgunluk devresinde Eskişehir’de muhakeme edilirken:
“- Cumhuriyet hakkında ne düşünüyorsunuz?” sualine verdiği cevap gerçekten bir başka kayda değer örnektir. Bakın mahkeme heyetini şaşırtan cevabında:

“- Dört büyük halifeden her biri hem halife, hem de cumhuriyet reisiydi. Onlar adalet ve gerçek hürriyet bakımından hakiki cumhuriyeti temsil ederlerdi. Bu ölçü benim ne nisbette cumhuriyetçi olup olmadığımı gösterir” der ve sözlerine ilaveten yukarıda bahsedilen karınca örneğini bir kez de mahkeme önünde dile getirir. Tabii bu sözler üstadın olgunluk dönemiyle ilgili kemale ermiş sözleridir. Nitekim Necip Fazıl “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinde bu hususa işaret edip Bediüzzaman’ı anlatırken; “Eski Said devrinde, bir an için de olsa ittihatçıların sahte hürriyetini şeriata hizmet, Abdulhamid’in disiplinini de zulüm ve istibdat zannetmek gibi bir hataya düşmüştür. Fakat olgunluk devresinde bu tezatlar (çelişik) görülmez... Besbellidir ki, Said Nursi’de ki ittihatçı temayülü Meşrutiyet ilanıyla, Bediüzzaman’ın gözünden ittihatçı maskesini düşürmeye kâfi gelmişti. Ve hakikate yaklaşıyor: “Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lakin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye...” bir değerlendirmede bulunmuştur. Yani Necip Fazıl, Said Nursi’nin meşrutiyet (zira İslâmiyet istişareyi emreder) fikirlerini daha iyi anlayabilmek için eski Said ve yeni Said döneminin iyi analiz edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Zaten Bediüzzaman da kaleme aldığı Risale-i Nur eserlerinde kendi hayatını Eski Said ve yeni Said diye tasnif edip iki dönem olarak ayırmıştır. Bu yüzden Said Nursi bir dönem, şeriat adına meşrutiyeti desteklemiştir. Bunu yaparken de meşrutiyet fikirlerin İslâmiyet’te var olduğuna açıklık getirmiştir. Hatta meşrutiyette var olan hükümler şeriatla çatışmadığı müddetçe kabul edilebileceğini söylemiştir. Kaldı ki, üstad açıklık getirmemiş olsa da İslâm’ın özünde meşveret, şura gibi değerler “biat’’ müessesesiyle kurala bağlanmış bile.
Demek ki; Said Nursi, bugünkü anlamda çoğulcu demokratik anlayışın sahabe devrinde, özellikle dört halife devrinde yaşandığını delil olarak göstermiştir.

Yine Bediüzzaman, Selanik’teki hutbesinde, hürriyetin İslâm’ın gereği olduğunu irad etmişlerdir. Ayasofya'da yaptığı nutkunda ise, meşrutiyetin “meşruiyet” şeklinde telakki edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Yani, meşrutiyetin İslâm’ın meşruiyet anlayışına uyumlu hale getirilmesini uygun görmüştür. Demek ki Said Nursi’nin meşrutiyet anlayışı bugün sıkça kullanılan demokrasi termonolijisini çağrıştıran bir anlayıştır. Zaten önemli olan da meşrutiyetten ne anladığımızdır. 
Hakiki şeriatın yaşanması için meşrutiyetin (parlamenter rejimin) olması gerekir. Malum, İslam meşveret diyor. Madem öyle adalet olmadan, meşveret olmadan hukukun üstünlüğünden söz etmek imkânsızdır. Kur’an ısrarla adalet diyor, niye? Gayet açık, akla meleke kazandıran iki ana unsurun hürriyet ve adalet olduğu için elbet, o halde gereğini yapmalı. Bakın batı hürriyete dört elle sarıldı, sonunda gelişmenin merkezi oldu. Biz ise hürriyetsizlik girdabında boğulup çöküşümüzü hazırladık. Belli ki hürriyet ve adalet ikilisi aklı melekeyi çalıştırıp bir ülkenin gelişmesine ön ayak olabiliyor. Dolayısıyla özgürlük vazgeçilemeyecek biricik değer olarak kabul edip bundan asla taviz vermemeli. Gerçekten de bu husus incelendiğinde tembelliğin, miskinliğin, basiretsizliğin ve zihni reformsuzluğun arka planında hürriyetten yoksunluk görülecektir. Madem hukuk ve adalet iç içe girmiş ikiz kardeş gibiler, o halde adalet tez verilmeli. Hem madem hukuk karşısında anne, çocuk, baba, herkes eşit, o halde tüm hukuk kanalları işletilmeli. Ancak şu da bir gerçek tam eşitlik eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira realitede tam eşitlik eşitsizlik demektir. Nasıl ki beş parmağın beşi bir değilse, aynen öyle de insanlar arasında ki farklılıklar da azaların birbirinden farklı olması gibidir. Yani tam eşitliğin olmadığının bir göstergesidir. Kaldı ki tam eşitlik aynı aile ortamında bile uygulanması imkân dışıdır. Elbette ki insanlar eşit olmasa da beşeri ilişkilerin nizama kavuşmasında adalete ihtiyaç vardır. Adaletse hukukla tesis edilebiliyor. Zaten bir yerde hak hukuk varsa orada adalet var demektir.  
YÖNETİCİ SINIFI

İslâm’da adalet:
- Sünnetullah (Tabii ve zaruri adalet)
- İhtiyari adalet (İslâm hukuku, kanun ve uygulamalar) üzerine kuruludur.
Hukuk ise:
- Allah’ın hukuku
- Kul'un hukuku diye iki kategoride değerlendirilir. Hukuk, adalet, hürriyet ve eşitlik gibi ilkeler gerçek meşrutiyet veya gerçek demokrasinin vazgeçemeyeceği kaidelerdir. Mühim olan bu güzel kavramları sloganik laflardan uzak kılıp, içerik yönünden zenginleştirmek esastır. Dahası meşrutiyetin ismi, cismi, şemaili önemli değil, önemli olan anlam yüklü olmasıdır. Şayet biçim öze, öz de dışa uygunluk gösterirse, işte o zaman gerçek anlamda demokrasiden bahsedebiliriz. Bakın Said Nursi’nin, kendi yaşadığı dönem itibariyle dilinden hiç düşürmediği meşrutiyet ifadesinin özünde hukuk, adalet, istişare ve hürriyet gibi kavramlarla donatılmışlık vardır. Öyle ki, ileri sürdüğü meşrutiyet fikri bugünkü cumhuriyet ve demokrasi kavramının çok üstündedir. Peki ya ittihatçılar, malum onlar meşrutiyetin özüyle değil kabuğu ile oyalanmışlardır. O günün şartlarında ittihatçılar günü kurtarmak adına meşrutiyet taraftarı görülseler de aslında meşrutiyet fikrin içeriğinden yoksundular. Yani dile getirdikleri kavramların içi boş,  sloganik söylemden ibaretti. Onlar için meşrutiyet; sadece bir kılıf ya da süs gibi bir şeydi. İşte Bediüzzamanla ittihatçılar arasında bariz fark söz ile öz arasındaki fark gibidir. Kelimenin tam anlamıyla Bediüzzaman meşrutiyetin İslâm'ın özünde var olan istişare, meşveret, hukuk, adalet, hürriyet gibi kavramları kapsayacağını düşünüyordu. Gerçekten de Said Nursi Hz.leri bu manada engin bir şahsiyet, deha yüklü bir zekâ, insanı hayretler içerisinde bırakan bir remzdir. Hangi risalesini ele alırsanız alın hemen hemen her konuda okuyucuyu cezbeden, bağlayan ve doyurucu hem kesb-i, hem de vehbi ilim sahibi bir zat olduğu görülecektir.

Demek ki demokrasi; adalet ve hukuk devleti olmanın yolunu açarsa ancak o zaman bir kıymet ifade edebiliyor. Dikkat edin adalet hukuk dedik niye, çünkü İslâmiyet’te adalet önünde boynum kıldan incedir anlayışının yanı sıra velayet-i amme ve ulu’l emre itaatte vardır. Nitekim Osmanlı’da Şeyhülislâmlık makamı bugünkü Anayasa Mahkemesine karşılık gelip, şeyhülislamlık makamı son derece üstün yetkilerle donatılmıştır. İslâmiyet’te adalet, velayeti amme ve ulu’l emr gibi unsurlarla desteklenmesine rağmen, bazı çevreler Müslümanların hala demokratik olamayacağı zannına kapılmışlardır. Besbelli ki Müslümanların tutum ve tarih içindeki rolü göz ardı edilerek bu kanıya varmışlar. Oysa Said Nursi gibi âlimler yıllardır İslâm’ın şûra ve istişareye dayalı bir din olduğunu söylüyorlardı. Maalesef ön yargılı çevreler böyle engin zatların düşüncelerinden bihaber hareket edip karalamayı yeğlemişlerdir. Tek bildikleri bir şey var, o da ellerine tutuşturulmuş hazır reçeteleri ezberleyip habire tekrarlamaktır. Onlar ezberleyip tekrar ede dursunlar, insanlığın beklediği demokrasi üstü gerçek sivil, katılımcı ve sosyal iktidar model Müslümanların elinden gerçekleşecek elbet, buna inancımız tam. Kaldı ki Allah’ın vaadi var, nurumu tamamlayacağım diye. 
Bize öyle geliyor ki, bir gün toplum üzerindeki sis perdeleri kalktığında sivil toplumun ayak seslerine şahit olup nurlu şafaklar sökün edebilir. Bu yönde ümit varız da. Kendi ülkesinde parya durumuna düşürülen geniş mazlum kitlelerin üzerindeki o psikolojik baskılar tam manasıyla sona erdiğinde biliniz ki;  sözde, karar da milletin olacaktır. Belli ki demokratikleşmenin önünde en büyük engel halkımız değil,  halkla doku uyuşmazlığı bulunan ve İslâm’ı sosyal hayattan kovmak düşüncesiyle yatıp kalkan jakoben zihniyettir. Bugüne kadar bu millete bunca muameleden ötürü hep içimiz kan ağladı. İşte bu yüzdendir ki avazımızın çıktığı kadarıyla  “Ah nerede o muhteşem Osmanlı, artık çık gel” diye haykıransımız geliyor içimizden. Evet, bir zamanlar üç kıtada adaletiyle hükümran olmuş o adalet güneşi nere de? Gel de o adalet güneşini arama, aramamak mümkün mü? Meğer o kutlu çınarın altında özgürce yaşamayı ne kadar özlemişiz. Daha henüz modern dünya Osmanlı adaletini bu çağ daha henüz yaşamadı. Öyle ki, Müslim ve gayrimüslim ayırmaksızın adaletle hükmetmek sadece o çağda görülmüştür. Görülmesi de gayet tabiidir. Zira Osmanlının bütün hiyerarşi kademeleri vicdanları rahatlatacak uygulamalar sergilemiş ve her bir hiyerarşi kademe insanlığa insanlık nedir öğretmiş bile. Kelimenin tam anlamıyla medeniyet hamlemiz, ölürken bile zimmîlerin haklarına dikkat edilmesini vasiyet eden adalet timsali Hz. Ömer'i (r.a) ölçü alan bir hamledir. İşte bu sayede üç kıtada İ’lay-ı kelimetullah ve Nizam-ı âlem için seferber olmuşuz. 

İslâm’da ulu'l emr aynı zamanda Allah ve Resulüne itaat eden yönetici demektir. Resûlullah (s.a.v.); “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” buyuruyor. Ulu'l emr, Allah’ın aletidir çünkü. Ulu'l-emrin ne fıkhı ne de emr kuvveti vardır. Emr Kur’an’a ait bir husus, fıkıh ise bütün Müslümanların uyması gereken kurallar manzumesidir. Dolayısıyla Allah’ın hükmü (emri) bir aracı tarafından yürütülmeye muhtaçtır. Bu yüzden fıkıh vardır, hukuk vardır, adalet vardır. Kim için vardır derseniz, elbette ki eşref-i mahlûkat ilan edilmiş insan için vardır. Peki ya Kâinat! Malum, kâinatın idare edilme diye bir derdi yoktur, nasıl kodlanmışsa yörüngesinde öyle seyrediyor. Zira evrende mükemmel bir işleyiş ve programlanmış nizam söz konusu olduğundan kendi yörüngesinde otomatiğe bağlanmış vaziyette  idare ediliyor zaten. Ama insan öyle değildir, insan ruhuna hem nur, hem de nar kodlanıp kulluğun gereği cüz-i ihtiyarını kullanması istenmiştir. Yani tercih ettiği yolun sonuçlarını göz önüne almak kaydıyla ister nara, ister nura talip ol denilir. Malum birinci tercih felakete, ikincisi ebedi kurtuluşa götürür. Hani, şair diyor ya; “oluklar çift akar; birinden nur diğerinden kir” diye, aynen onun gibi süregelen bu ikili yol ayırımında insan kendini başıboş hissedip duyarsız kalamaz. Ki; Kur’an’ı Kerim’de Allah (c.c.): “İnsan kendini başıboş bırakılacak mı zanneder” (Kıyamet süresi 36) buyurmakta. Zaten istesek te başıboş idare edilemeyiz, sürekli iyi idare edilelim diye arayış içerisindeyiz de. Gerçekten de insanoğlu tarihi süreç içerisinde bunca yaşadıkları bir takım acı tecrübeler sonucunda nihayet araya araya kendine daha yakın gördüğü demokraside karar kılmıştır. Çünkü demokrasi kendi kendini idare etmek diye tabir edilen bir yönetim biçiminin adıdır. Her ne kadar insanoğlu demokrasiyi yeni keşfetmiş gözükse de şu da bir gerçek toplumlar yaşadıkları dönemlerde neye layıksalar öyle idare edilmişlerdir. Nitekim Resulullah (s.a.v.), “Ne iseniz başınızdaki idare O’dur” beyanı bunu teyit ediyor. Ülke yönetimlerin ve idari mekanizmaların ruhunu hukukun üstünlüğü ilkesi oluşturur. Ancak bu güzel ilkenin rengi, biçimi ve mahiyeti ortaya konulmadığı müddetçe havada kalmaya mahkûmdur. Tabiî ki idareciden kastımız adı, şekli ve kalıbı değil, aslolan temsil ettiği görevi hakkıyla ifa edip etmediğidir.  Zaten bir idareci hukukun özüne vakıf olmadıktan sonra onun idareciliği neye yarar ki. Değim yerindeyse hak, hukuk ve adalet iş, aş, ekmek kadar önemlidir. İşte önemine binaen Sünni gelenekte yargı ve icra birbirinden ayrılmıştır. Dikkat edin bizim Şeyhülislâmlık makamı icra ve yasama organı değildir, sadece uygunluk ve araştırma görevi için vardır. İcra ve yargının birbirinden bağımsız olması beraberinde hukuk külliyatının doğmasına da vesile olmuştur. Kaldı ki Sünni siyaset doktrininde müftü bile din adamı rolünde değil hukuk adamı konumda değerlendirilmiştir. Bizde asla ruhbanlık müessesi oluşmamıştır. Hakeza Devlet Başkanı da astığım astık kestiğim kestik rolünde bir lider değildir, tam aksine kanunnamelere göre hareket eden bir siyaset adamıdır. 
Anlaşılan o ki, Sünni ekolde ulemaya rey ve içtihat için başvurulur, bunun ötesinde onlara bir başka misyon yüklenmez. Onun için Sünni rejimler meşruiyetini ulemaya değil hanedana ve askere (asabiyete) dayandırmışlardır. Malum Şiâ akımı böyle değildir,  bilhassa İran’da şah rejiminin devrilmesiyle birlikte mollalık sistemi sahne almıştır. Zaten Şiâ akımında öteden beri mollalara din adamı olmanın ötesinde bir devlet yöneticisi misyonu da yüklenmiştir. Bir kere Şiâ ekolü mollaların masumluğu (günahtan arı) ve yanılmazlığına inanan bir yola girmiş durumda, dolayısıyla dönüşü olmayan bir yolda her alanda mollaların söz sahibi olması kaçınılmazdır. İşte bu noktada Şia akımıyla Sünni siyaset ekolü ayrılırlar. Nasıl ayrılmasın ki, Şiâ ekolünde imamlar meşruiyetlerini 12 imama dayandırdıklarından hiçbir surette kendilerine toz kondurmazlar, hatta eleştirilmelerine de müsaade etmezler. Şiâ akımının neferleri habire imamların masumiyet karinesi üzerine kurgu kurup günah işlemediklerini inanç olarak takdim etmekteler. Bu takdim karşısında aksini savunduğumuzda ikna edilmeleri imkânsız da. Zira inadım inattırlar.  Belli ki Sünni siyasetiyle taban tabana zıt olan bu sapkın görüş karizmatik imam liderliği üzerine kuruludur. Şiâ akımında imamlar, hukuk adamı olmaktan ziyade adeta “iman” edilmesi gereken tapınak şövalyeleridir. Oysa Sünni siyaset doktrininde; imamet “iman” kapısı olarak telakki edilmeyip, tam aksine bu makamda her kim olursa olsun Allah’ın ahkâmına uyduğu müddetçe “itaat” edilmesi gereken ulu’l-emr olarak görülür. Böyle görülmesi de gayet tabiidir. Bakın Rasûlüllah (s.a.v.), “Başınızda burnu halkalı zencide olsa itaat ediniz” buyurmaktadır. Madem öyle imamet deyip geçmemek gerekir. Yeter ki imamete geçen insan istişareye önem versin alınacak kararlara imza atmasında beis yoktur. İstişarenin şartı zaten müsteşarların fikrine riayet etmektir. İslam’da ulema, müsteşarlık görevi yaptığı gibi aynı zamanda irşâd ve tebliğ edici konumdadır. 
Şiâ ekolünün imam kavramına aşırı olağan üstü vasıflar yüklemesi sonucu ortaya bambaşka bir totaliter teokratik düşünce ortaya çıkmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Sünni doktrinde imamet, imanın bir rüknü sayılıp asla akaid konusu değildir, tamamen hukuki bir kaidedir. Belli ki bu akımda imamet iman konusu algıladığı içindir ister istemez toplum hayatında fikir, inanç, düşünce ve hukuk mollaların örgü ağı etrafında şekillenmiştir. Dolayısıyla İmamların Allah tarafından özel olarak görevlendirilmiş ve masum kimseler olduğu ağırlıklı kanaat olarak yer edinmiştir. Böylece toplumun vazgeçilmez tek mehdiyet otoritesi addedilmişlerdir. Öyle ki Şeyh Saduk: “İmamlar, ister büyük ister küçük hiç günah işlemezler. Onların günahsızlıklarını inkâr eden bir kimse onları tanımamaktadır. Onları tanımayan bir kimse ise kâfirdir” diyecek kadar ileri gitmiştir. Bu da yetmez güya imamlar gelmiş gelecek her şeyi (gaybı) bilip yanılmazlarmış. Allah aşkına bu ne demek?  Bu iş çok su götürür elbet,  düşünsenize gayba ait her hadiseyi hükme bağlamak ve bilmek fikri, Sünni fıkıh görüşüne aykırı olması bir yana akılla mantıkla bağdaşır en küçük bir yanı yoktur. Zırvadan da öte tamamen bir akıl tutulması gibi bir şeydir bu. İyi ki de İmam-ı Azam,  İmam Malik,  İmam Şafii ve İmam Ahmed bin Hanbelî gibi baş tacı fıkıh imamlarımız var, onlar olmasa belki de bizimde pusulamız şaşabilirdi. Kaldı ki bu büyük imamlar, değil olması muhtemel olayları, kayıt altına alınmış hadiseler için bile içtihatta bulunmaktan kaçınmışlardır. Anlaşılan Sünni ekolün o engin istişareye dayalı demokratik yapısı ile Şiâ’nın imamet teorisi ve totaliter yapısı çok farklı çizgide seyrediyor. 

İran'da Şah'ın devrilmesinden sonra ülke yönetimini ele alan Humeyni bakın ne diyor; “İmamlar, Allah’ın yeryüzünde insanlara hüccetleridir, Hüccetullah, Allah’ın işlerini sonuçlandırmak için belirlediği kimsedir. Onun bütün işleri, fiilleri ve sözleri Müslümanlara hüccettir.” İşte görüyorsunuz bu doğrudan kendi kendini kutsamanın ifadesidir. Humeyni tek rehber! Humeyni Führer! Humeyni Hüccet! Humeyni Ayetullah! Doğrusu böyle bir akımın içinde bulunmamakla kendimizi şanslı hissetmemiz gerekir. Düşünsenize mollaların insanlara Allah’ın tek delili demek için insanın aklından zoru olsa gerektir. Aman Allah’ım bu nasıl bir cüret, bu nasıl bir cesaret ki Allah’ın delili, tek kaynak; mollalar denilebiliyor. Gerçekten zırva tevil götürmez derler ya onun gibi bir durumla karşı karşıyayız. Tabii iş bunla bitmiyor, devlet başkanları aynı zamanda dini lider hüviyetindedir. Oysa bir kimsenin devlet başkanı olması, ona dini konularda ahkâm kesme ya da içtihatta bulunma yetkisi vermez. İslâmiyet’te uhrevi ve dünyevi meselelerle ilgili hüküm verme yetkisi müçtehit nitelikteki imamlara aittir. Fakat imama “iman etmek” ve bağlanmak bir iman konusu (akaid) haline getiren Şia ekolünün İslam âlemine vereceği zararları düşünüldüğünde ortaya vahim bir tabloyla karşılaştığımızı pekâlâ söyleyebiliriz. Nasıl mı?
Malumunuz, Sünni siyaset modelinde imamet iman kategorisine girmez, fıkıh (hukuk) konusu demiştik. Temel Şiâ kitaplarından El-Kâfi’de (C.2, S.18) ise on iki imam arasında Cafer Sadık’a atfen İslâm’ın beş şartına imamette eklenmiş durumdadır. Böyle bir yol izlenilince ister istemez Şiâ akımında imamlar, hukukun üstünde bir sıfatla anılıp ruhbanlaşması kaçınılmaz oluyor. Osmanlı bu tür sapmalara düşmemek için ortaya koydukları kanunnamelerle toplum içinde yaşayan herkesimin konumunu tâ baştan belirlemiştir. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı’da herkes kanuna tabii olmak zorundadır. Düşünsenize padişahla sıradan bir kişinin aynı mahkemede birlikte hâkim huzurunda yargılanabiliyor. İşte bize ait bu tip hukukun üstünlüğüne dair örnekler hukuk parametrelerimizin ne kadar üst seviyelerde olduğunun bir göstergesidir. Şöyle ki, Osmanlı’da bir takım hakları kazanabilmek için sadece kelime-i şehadet getirmek kâfidir. Bu cümleyi diliyle ikrar eden her kim olursa olsun ırk, etnik ve kültür farkı gözetilmeksizin hukuk önünde eşit muameleye tabii tutulurlar. Hatta gayrimüslimler bile isterlerse kendi hukuk kurallarına göre değil de Osmanlı hukuk kuralları çerçevesinde hak talep edebilirler. Besbelli ki Osmanlı hukukun üstünlüğü ilkesini işletmekle âleme nizam veren cihangir bir devlet konuma gelmiştir. Demek ki bizim kuvvetimiz âlemşümul Nizam-ı Âlem esprisinde gizlidir. Dahası adalet adına ait her ne varsa tarihi kodlarımızda mevcut zaten. 
İslâm’da yöneticilerin nasıl belirleneceği konusu toplumlara yani fıkıh deyimiyle örf’e bırakılmıştır. Malumunuz örfler sabahtan akşama durduk yerde bir anda ortaya çıkmıyor, bilakis binlerce senenin birikimiyle kemale eridikten sonra ancak geniş kitlelerin kabulü hale gelebiliyor. Dolayısıyla halkın kabullendiği bir takım kural ve kaideler talimat, emir ve cebirle değiştirilemiyor. Çünkü örfün mantığı tarihi kriterler ve sosyolojik veriler üzerine bina edilmiştir. Zaten kanunlar da örfün resmileşmiş yazılmış şekli değil mi? Hadi bundan vazgeçtik, yazıya dökmeksizin sadece örfle hükmeden cemiyetlerin olduğu artık bir sır değil. Nitekim İngiltere bunun en tipik örneğini teşkil eder.  
İslâm’da hüküm sırası Kur’an-ı Kerim, hadis (sünnet), icma-i ümmet, kıyası fukaha ve bunlara ilaveten örf, içtihat üzerine bina edilmiş alt birimler takip eder. Maalesef Fransız örfüne ait kaideler Türk kanunu haline dönüşünce Devlet-i Aliyye ister istemez güç kaybına uğrayıp varlığını yitirmek zorunda kalmış, git gide lüzumu azalmış ta. Nasıl azalmasın ki, Osmanlı ihtişamının zirvede olduğu dönemlerde Kur'an’a, sünnete, kanunnamelere ve ahitnamelere derinden bağlıydı. Bu nedenle Osmanlı’da batıda olduğu gibi ruhbanlığa dayalı teokratik yapılanma görülmezdi. Şimdilerde ne yazık ki, bu tip kavramla Müslüman toplumlar avlanmaya çalışılıyor. Oysa geçmişimiz bir annenin çocuğuna emzirdiği süt kadar ak ve paktır. Asla devlet yönetimimize bakıldığında teokratik bir uygulama göremezsiniz, çünkü idari yapımız hanedanlık üzerini kuruluydu. Tıpkı bugünkü İngiltere, Belçika, Danimarka, Hollanda da olduğu gibi bir yapılanma söz konusuydu. Bakın Avrupa orta çağda ruhbanlar tarafından yönetilirken, biz hanedanlıkla yönetiliyorduk, ama hanedan tek yetkili karar merci değildi, tam aksine erkân-ı kanuna tabii idi. Bu yüzden “Astığım astık, kestiğim kestik, kanun benim” mantığı tarihi iklimimizde pek görülmez. Piramidin tepesinden aşağı katmanlara kadar tamamen demokratik zihniyet hâkimdi. Malum eski Fransa’nın nimetinden pay alanlar soylular ve rahiplerdi. Osmanlı’da ise toplumun hemen her kesimi bu nimetten istifade edip nimet ve külfette beraber anlayışı hâkimdi. Düşünsenize hal vaziyet böyle olunca Hakanlarımız tebaayı (halkı) her daim Allah’ın bir lütfü ve emaneti olarak görmüşlerdir. Demokraside esas olan da halktır zaten. Kaldı ki biz de gayrimüslimlerin haklarına bile riayet edilirdi. Buna mecburuz da. Zira ortada Hz. Ömer'in (r.a) Kudüs’ün fethi müteakip gayrimüslimlerin haklarını da gözeten ahitname vardır. İşte bu gerçeklerden hareketle ecdadımızı tüm insanlığa adalet götürmeyi ülkü edinmişlerdi. Batı’nın çok sonradan öğrendikleri gerek suçların şahsiliği prensibi,  gerek hukukun üstünlüğü ilkesi,  gerekse insan hakları ve özgürlükleri bağlamında yazılı tüm kurallar “ikra” ayetinin nüzulü ile birlikte Müslümanların üzerinde titizlikle sadık kaldığı kriterler olmuştur hep. Belli ki bu kriterler bir anayasal metninin getirdiği bir sonuçtur. Binaenaleyh, Resûlullah'ın (s.a.v.) Hz. Enes’in evinde Müslim ve gayrimüslimlere yazdığı ilk metin ilk anayasa olarak kabul görmüştür. Nasıl kabul görmesin ki, İslâmiyet muhalif oluşumlara bile hak ve hukuk veren bir dindir.

Demek ki zorla kabul ettirilen yazılı belgeler ancak Anayasal müsvedde olabiliyor. Öyle bir Anayasa olmalı ki, müsvedde olmasın, ona derinden bağlanılan vicdanları aydınlatabilecek nitelikte olsun.

Vesselam.