İ’lây-ı Kelimetullah, Allah adını yüceltmek demektir. Dolayısıyla insanın hem iç, hem de dış dünyasında Lafza-i Celâl (Allah lafzını)  zikrini sıkça anması yücelmesine vesile olacaktır.

İç dünyalarında Allah zikrinden yoksun gönüller, İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhundan uzak kalmaya mahkûmdurlar. Kalp Allah’ı zikretmeyince, hem iç âlem, hem de dış âlem felah bulamaz. Ne yazık ki Allah’ın zikrinden gafiliz. Oysa O’nu anmak bir ömre bedel ab-ı hayattır.

Ah!  İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhunu bir bilebilsek, bak o zaman istikamet üzere yaşamak ne demek idrakine varmış olacağız. Bakın Türkler İslâm’dan önce cihan hâkimiyeti mefkûresi uğruna savaşırken, İslâm’dan sonra bu mefkûremiz İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsüne dönüşüp cihat karakteri kazanmıştır. Gerçektende Türkler, İslâm’la kaynaştıktan sonra bir başka hüviyet kazanıp bu uğurda can vermeyi şeref bilmişlerdir. Neydi bu şeref?   Hiç kuşkusuz canından aziz bilip gözünü kırpmadan seve seve uğruna feda edeceği ülküydü bu. Öyle bir ülkü ki; İ’lây-ı Kelimetullah uğruna sınır tanımaksızın cümle âleme nizam verme davasıdır.  Bilmem yeryüzünde Allah adını, iç ve dış âlemde yüceltmek kadar böylesine ulvi bir dava var mı?  Şüphesiz böyle bir duygu selinin alternatifi yok. Nasıl olsun ki,  “Yeryüzünde Allah diyen bulundukça kıyamet kopmayacaktır”  hadis-i şerifi bunu teyit ediyor zaten. Dün nasıl ki İslam’ı yeryüzünde silmek için Haçlı ittifakı kurulmuşsa bugün de aynı maksatla başka isimler altında örgütlenip rolüne devam ediyorlar. İşte Çeçenistan, işte Bosna, işte Irak, işte Filistin, işte Mısır, işte Suriye bunun en hazin trajik örnekleridir. Maalesef göz göre yaşanan bu acı tabloya rağmen Hıristiyan batı, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında sırra kadem basıp sessizliğe bürünmüşlerdir. Sadece sessiz kalsalar gam yemeyiz insanlıktan bihaber halde olaylara seyirci kalmayı yeğlemişlerdir hep.

Bir zamanlar Söğüt’te başlayan İlây-i Kelimetullah davamız, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Şimdi ise geldiğimiz nokta: Sakarya!  İşte Necip Fazıl’ın Sakarya,  Sakarya diye şiirine döktüğü feryat bunun içindir. Gerçekten de oluklar çift akar, birinden nur diğerinden kir.  Madem öyle, kirlenmişliğe son verecek  “Ayağa kalk Sakarya” ruhuna ihtiyaç var. Zaten Sakarya bir ayağa kalkarsa, ne Bosna, ne Çeçenistan, ne Filistin, ne şu, ne bu, hiçbir ülkede gözü yaşlı analara, yürekleri dağlanan babalara şahit olmayacağız demektir. Bundan öte mazlumların gök kubbeyi inleten o yakarışları Allah indinde elbet karşılık bulacaktır. Bakın Osmanlı gittiği yerlerde kan, zulüm, kin ve nefret tohumları ekmedi. Yediden yetmişe herkesi adaletle yönetti. Bizim topraklarda azınlıklar bile kendi krallarından görmediği insani muameleyi, İslâm şemsiyesi altında yaşamışlardır. Bir kere Devlet-i Aliyye’nin kuruluşunda sevgi hamuru vardı, istesek te zulmedemeyiz.  Söğüt’te Osman Gazi ve Şehy Edebali’nin toprağa ektiği ulu çınar tohumu tutmuşta. Öyle ki bu ulu çınar etrafında Orhan Gazi, Yıldırım Bayezid, Murat Hüdavendigar,  Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi nice yüce padişahlarımız birbiri ardınca sıralanmışlar.  İyi ki de sıralanmışlar, onların dalına tutunduğu bu koca çınardan serpilen bin bir lezzette meyve ve çiçekler açtıkça insanlık soluk almıştır.  Malum insanlığa soluk aldıran bu leziz meyveler  “Ordu-Medrese-Tekke”  teşkilatlanmasından başkası değildir.  Ne var ki daha sonrasında bu soylu ağaca bir haller olmuş, her ne oluyorsa dallar kuruyup yapraklar yavaş yavaş solmaya tuttuğunda artık meyve vermez oldu.  Ne medreselerimizden, ne dergâhlarımızdan,  ne de ordumuzdan söz eder olduk. Zira Osmanlı alafrangalaşmaya başlamıştı, alafrangalaştıkça da gerileyip Sakarya’da dura kaldık. İlginçtir eski ihtişamımızdan çok şeyler kaybetmemize rağmen şimdilerde dünya, yeniden Sakarya’dan başlayacak bir dirilişten çekinmekte. Belki de Aliya İzzet Begoviç’in; “Türkiye bir ayağa kalkarsa, dünya ayağa kalkar” sözlerindeki o müthiş ince içerik, batı âlemini içten içe kuşkulandırmaya yetiyor. Öylede olsa korkunun ecele faydası yok,  biliniz ki Allah ismi anıldıkça kıyamet kopmayacaktır. Düşünsenize İsmi azam bütün Esma-i İlahiye’yi kuşattığı gibi, tüm insanlık bu güzel isimlerin tecellisi yüzü suyu hürmetine hayatını idame edebiliyor.  Madem öyle, kalpte Allah adını sıkça anıp Esmâ’ül Hüsna’nın mânâ ve ruhuna sadık kalmak gerekir. İşte bu yüzden Resûlallah (s.a.v.): “Bedende bir et parçası vardır, düzelirse bedenin hepsi düzelir, bozulursa beden hepten bozulur. Dikkat edin o da kalptir” buyurmuştur.  Hakeza Şah-ı Hazne (k.s.)  bu hadis-i şerifin ışığında; “... Kalp’te 70 küsur şube vardır. Nefsinde 70 küsur başı vardır. Kalp kuvvet bulursa hararetinden nefs başlarını geriye çeker. Kalpte zikir yoksa nefsin başları hücum eder”  ifadeleriyle kalbe ait gerçek gıdanın İlây-i Kelimetullah olduğunu belirtmiştir. Gavs-ı Bilvanisi Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) ise bu meyanda hadis-i şerifte geçen et parçasının mecâzi olduğunu vurgulayaraktan,  kalbin ruhani yüreğe bağlı bir hakikati camia olduğunu, et parçasının onun aynası olduğunu beyan etmişlerdir. Bir başka ifadeyle ruhun aynası kalp, kalbin aynası yürek,  kalbin vasıtası akl-ı selimdir. Aslında bütün mesele kalbi çalıştırıp çalıştıramamakta gizlidir. Şayet kalbi “Lafza-i Celâl” zikri ile beslersek İlây-i Kelimetullah iksiri hem iç, hem de dış âlemimizde an be an gerçekleşebilir. Aksi takdirde kalp gaflet içinde karanlığa mahkûm kalıp, iç ve dış âlemimiz tarumar olacaktır. İşte bu yüzden Evliyaullah, kalbin iki yüzü olduğunu, birinci yüzünün cesede baktığını, ikinci yüzünün de ruha baktığını beyan buyurmuşlardır. Keza yine bedenin arşı “kalp”  ruhun arşı da “Âlem-i emr”’ olduğunu belirtmişlerdir.

Bakın, Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de; “Gerçek müminler Allah anıldığı zaman kalpleri titrer” (Enfal- 2) beyan buyurmakta. İşte bu gerçekler ışığında Peygamberimiz (s.a.v.);“Allah’ım korkmayan kalpten sana sığınırım” niyazında bulunup kalbin ehemmiyetini ortaya koymuştur. Demek ki; kalpler ancak İ’lây-ı Kelimetullah zikriyle aydınlanabiliyor. İ’lây-ı Kelimetullah davası öyle bir ulvi bir dava ki hiçbir dünya metası onu satın alamaz. Dava Allah’ı çokça anıp, iç âlemimizi pirüpak eyleyerek dış âlemde örnek bir mümin olabilmektir. Bu da yetmez “Onlar ticaretle de meşgul olsa dahi Allah’ı zikirden alıkoymaz” ölçüsüyle hayatımızı renklendirmemiz icab eder. Şayet renklendirebilirsek Allah Teâlâ’nın beyan buyurduğu; “Onların ticaretleri, alışverişleri, Allah’ı hatırlamalarına mani olmaz” (Sûre-i Nur 37) ayetinde ki o ince mânâ kurtuluşumuz olacaktır. Nitekim bir gün Bahauddin Nakşibend (k.s.) Mina pazarındayken bir genç dikkatine mucip olur. Nasıl dikkat çekilmesin ki, genç tacir o esnada elli bin altın civarında alış veriş yapıyordu.  O an her ne oluyorsa Şah-ı Nakşibendî (k.s.) bir an o gencin dünyaya daldığını sanır. Fakat sonra gencin kalbine nazar ettiğinde bir bakar ki kalbi “Allah, Allah...” diyor.  Yine bir başka günde Şah-ı Nakşibend (k.s.) Kâbe’nin eşiğinde aksakallı bir yaşlı bir ihtiyarın ağladığına şahit olur. Kâbe’nin eşiğinde ne için ağlanır? Elbette ki her kim olursa olsun Allah için ağlar diye düşünür, oysa ihtiyarın kalbine nazar ettiğinde, birde ne görsün Allah’tan gayri (dünyalık) bir şey istiyor. Bu misalden de anlaşıldığı üzere, zahirimiz  (dışımız) halkla, batınımız (içimiz) Hakk’la olması lazım gelir. İşte bu yüzden arifler bu hale “Halvet der encümen” demişlerdir. Anlaşılan,  halk içinde bir şeylerle meşgul olsak bile iç dünyamızda Allah adını yüceltmek insana “Eşref-i mahlûkat”  özelliği kazandıracaktır.

Malumunuz, kalp ile tasdik, dille ikrar ilmi tevhid’dir. İnsanın bu ölçü doğrultusunda yaşaması ise ameli tevhid olarak nitelenir.  Zaten İ’lây-ı Kelimetullah tevhid şuuruyla mana kazanıp Kelime-i Şehadet’le taçlanır.  Nitekim cennet anahtarı Kelime-i Şahadet’ten ibaret üç dişli anahtar diye teşbih edilir.  Ve bu dişler; ihlâs, teslimiyet ve muhabbetten başkası değildir. Bu üç unsur bir araya geldiğinde açamayacağı kapı yoktur.  İşte bu manada Kelime-i Şehadet kurtuluş anahtarımız olur.

İhlâs, Allah’a kullukta samimiyetin ifadesidir. Teslimiyet, tevhid sancağına şeksiz şüphesiz râm olmaktır. Muhabbet ise tevhid meşalesine can-ı gönülden sevgi duymaktır. Öyle ki bu konuda Resulü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime; Lâilahe İllallah’tır. Bilesiniz ki; yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine, Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir.” Gerçektende kelime-i tevhidin önemine binaen Evliyaullah’ın bir kısmı bu zikri saliklerine en başta değil de, belirli aşamalardan geçirdikten sonra verirler. Yani belirli aşamaları kat etmiş müritlerine “Nefy-i İsbat” zikri telkin etmişlerdir. Belli ki vücut kıvam aldıktan sonra veya letaifler asıllarına dönüp çalıştıktan sonra Kelime-i Tevhid ( Nefy-i isbat) dersi verilebiliyor. Derken bu hak edişi elde eden salike zikrin en yücesi Kelime-i Tevhid zikri uygulanır.

Demek ki bir salik, önce Lafza-i Celâl (Allah Lafzı)  kalp zikri talimiyle yola koyulup akabinde letaiflere (sır, ehfa, ruh, hafi, nefs-i natıka) geçilir. Zikir letaiflerde etkisini gösterdikten sonra tüm vücuda dağılır. Böylece o vücut “Lafza-i Celal” zikriyle adeta kimya veya altın olup artık zikirleşir de. İşte bu aşamadan sonra hak ediş gerçekleşir.  Yani kimya veya altın değerinde bu vücut Kelime-i Tevhid zikrini hak ettiğinden Allah dostları bu noktada nefy-i isbat dersi telkin eder. Derken seyr-i süluk yolunda ilerleyen saliki Allah’a ulaştırırlar. İşte görüyorsunuz Seyr-i süluk seferi ancak ve ancak İlay-i Kelimetullah’ın mana ve ruhuna sadık kalmakla mümkün olabiliyor.

Bir kere yola çıkmışsak başlangıcından bitimine kadar olan süreçte niyetimizi halis tutmak mecburiyetindeyiz. Zira niyet hayır, akıbet hayırdır.  Madem öyle, insan bir şekilde kalbini günahlardan koruması için başlangıçta niyetini sağlam tutup Lafza-i Celal zikrine devam etmesi gerekiyor. Resulü Kibriya’nın (s.a.v): “Kul günah işlediği zaman, bu onun kalbinde siyah bir nokta olur” beyanı bunu teyit ediyor.  Besbelli ki kirlenmeye karşı en etkili koruyucu ilaç, Allah adını kalpte yüceltmektir.  İşte İ’lây-ı Kelimetullah (Allah adını yüceltmek) diye dillendirdiğimiz bu dava sözde değil özde etki yapması için mutlaka Allah adını sıkça kalpte anmak gerekir.  Bu da yetmez, öyle zikretmeli ki Allah adı âlem-i emirle bağlantılı letaiflere sirayet edebilsin.  Hatta letaif zikri mahallinde kalmayıp vücudun her zerresine yaymak gerek. Ki; Nefy-i isbat  (kelime-i tevhid) zikrine erişebilelim.  İşte bu zikre erişildiğinde İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhuna ermiş mümin olunur.  Dahası Allah’ın Kur ‘an-ı Kerim’de buyurduğu: “(Öyle) adamlar (vardırlar ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz” (Nur 24 -27)  ayet-i celilenin müjdesine erişilir. Nitekim Allah Resulü (s.a,v.) bu yüce mertebeye ulaşmış olanı şöyle müjdeler; “Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah’ı çokça ananlardır.”

Evet, ne mutlu o insanlara ki, yanık gönülleri sayesinde İlay-i Kelimetullah iksiri ile huzura eriyorlar. Allah adı ve Habib’inin adı ezan sedalarıyla her saniye cümle âlemde yankılanır da. Şair diyor ya, bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, aynen öyle de dünyanın her yerinde okunan Ezan-ı Muhammediye sayesinde, İ’lây-ı Kelimetullah meşalesi ebediyen sönmez de. Bakın İnşirah Suresinin dördüncü ayetinde mealen Allah (c.c.) Habib’i için; “Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim”  buyuruyor. Gerçekten de garba (batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakitleri dört dakika gecikiyor. Bu demektir ki her 28 kilometre gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika aralıklarla tekrar okunmaktadır. Böylece dünyada Ezan-ı Muhammediye’nin okunmadığı bir an yoksun kalmaz. Böylece 24 saat içerisinde tüm kâinat Ezan sesleriyle yankılanır. Derken İ’lây-ı Kelimetullah meşalesi minarelerin şerefelerinde cümle âlem nasiplenmiş olur.

İ’lây-ı Kelimetullah davası o kadar kutsi bir dava ki, Osmanlı’da Kelime-i Şehadet getiren her kim olursa olsun bütün hukuki ve siyasi haklara bir anda kavuşabiliyordu. Devletin en üst kademelerine yükselme imkânı da sağlanıyordu. Nitekim birçok vezir-i azamın etnik kökeni farklıydı. Olsun önemi yok, esas olan Kelime-i Şehadet getirmektir. Hıristiyanlar kendi dindaş ve ırkdaşlarından bile adalet ve hürriyeti esirgemişlerdir. Dünyada hiçbir millet Osmanlılar kadar kendi dilinden, dininden ve ırkından olmayan insanlara adaletle muamele etmemiştir. Hatta 1848 Macar ihtilalında Ruslar Hıristiyan Macarları kılıçtan geçirirken o yıllarda binlerce mülteciyi bağrına basan tek devlet Osmanlı olmuştur.  Osmanlı’yı merhamet ve adalet kılıcı yapan sır; İ’lây-ı kelimetullah davasından başkası değildir. Gel gör ki; biz İ’lây-ı Kelimetullah davasıyla sekiz asır önce İspanya’ya uzanan halkada adaletle hükmederken geldiğimiz noktada İspanya’da tek bir Müslüman bırakmamışlardır. İşte İ’lây-ı Kelimetullah’ın öncüleri ile haçlı ruhunun öncülerinin arasındaki fark budur.

Şurası muhakkak; İ’lây-ı Kelimetullah duygusundan uzak kalmak perişanlık doğurmaktadır. Bu ideali mutlaka kalbimize işlemeliyiz. Bakın Rasûlallah (s.a.v.); “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar” buyuruyor. Hakeza yine Allah Resulü (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde ise; “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır, kâfirin niyeti ise amellerinden şerlidir”  beyan buyurarak niyetimizi halis kılmamıza dikkat çekmiştir.

Velhasıl; iç âlemimizi İ’lây-ı Kelimetullah idealiyle donatmadıkça dış âlemimiz nizam bulamaz.