1940 yılında Bayburt’un Aşağı Kırzı köyünde doğdu. Köy halkının kendi imkânları ile yaptırdığı okula başladığında henüz 6 yaşına ayak basmamıştı. 15 gün kadar öğretmeninin peşinden ‘beni de okula al öğretmenim’ yakarışı ile dolandı. Sonunda öğretmeni onu diğer öğrencilerle 10 günlük bir teste tâbi tuttu ve okul serüveni böylelikle başlamış oldu.

Okul ‘eğitmenli’ yani sadece 3 yıl eğitim verebilen bir okuldu. O dönemde okuma yazmayı ve çarpım tablosunu iyi bilenler bu okullarda öğretmen olabiliyordu. 3 yılın sonunda Aydıntepeli Kurban Beşbaş öğretmeninden diplomasını almıştı.

Köydeki eğitimin ardından şimdilerde Şair Zihni İlkokulu olan İnönü İlkokuluna 4. sınıftan başladı. Sonrasında eğitim hayatı ortaokul ve ardından Gümüşhane’de sanat okulu yılları ile devam etti.

Aşağı Kırzı köyü, eğitime çok önem veriyordu. 1940 yılında kurulan köy enstitülerine öğrenciler göndermişti. Yaz tatillerinde köy ahalisi enstitülü gençlerin başına toplanır, okulda öğretilenleri dinlerdi. Dolayısıyla enstitülü gençler köy çocuklarının ufkunu açıyordu.

Köyde kültür taşıyıcılığı anlamında kıymetli isimler de vardı. Köyün en bilge isimlerinden biri olan anne dedesi Hüseyin Kılıçoğlu bunlardan biriydi. Bir dönem İzmir’de yaşamış. Türk edebiyatında hiciv şiirinin simge isimlerinden Şair Eşref’in bulunduğu meclislerde bulunmuş, onunla tanışmıştı. Köye döndüğü yıllarda torunlarını dizinin dibine alıyor, sürekli Şair Eşref’ten ve Cem Sultan’dan şiirler okuyordu. 

Çocukluğu, dedesinin söylediği şiirler, köyün meddahlarınca anlatılan destanlar, masallar ve hikâyeler dinlemekle geçmişti. 

16 yaşına geldiğinde annesini kaybetmişti. Gümüşhane’de okuduğu yıllarda haber kendine verildiğinde ‘annem’ diye feryat etmiş, sonra biraz da ürkek bakışlarla etrafına göz gezdirerek, ağzından çıkan ifadenin şaşkınlığını yaşamıştı. Zira o güne kadar annesi Menduha’ya ‘anne’ diye bir kez dahi seslenememişti. Babaannesine ‘aba’, dedesine ‘baba’, babasına ‘agabegi’, annesine ‘abla’ demek zorundaydı! Gelenek ona bunu öğretmişti. Annesi ile göz teması ile anlaşırlardı. 

1956 yılının soğuk bir kış gününde 35 yaşındaki annesini toprağa verirken, şiirlerin okunduğu meclislerden kalma bir iç ses, ona ilk şiirlerini yazdırmaya başlamıştı. Şiir böyle bir şeydi. Bazıları için bir duygulu an şiir ilhamını getirmek için yeterli olabilirdi. İlham denilen şey, kişinin iç dünyasında birikip zamanla cevhere dönüşen metni yeryüzüne çıkarmak çabası olarak tanımlanırdı. Öyle olmuştu. Şimdilerde 82 yaşında olan İbrahim Yılmazoğlu’nun şiir serüveni annesini kaybetmesiyle başlamıştı. 

“…
İnce uzun parmaklarının 
Saçlarımın arasında 
Gezindiğini hissederim 
Derin duygular içinde eğilip kulağıma 
Şefkatli anne sesiyle 
Nasılsın dediğini de.

Gencecik anam 
Otuz beş yaşında 
Daha dal olmamıştın 
Dal olmadan 
Dal gibi budanan anam

Geri kalmışlığın bağnazlığın
Cehenneminde kavrulan anam
Yıllarca hep ona yanarım 
Ana diyemedim törelerin tutsağında 
Ayıpmış anaya ana demek 
Dedelerin yanında 

Göğsüne basıpta 
Oğlum dediğini de duymadım. 
Gelinler çocuklarını sevemez 
Bağrına basıpta yavrum diyemezmiş 
Töre gereği büyüklerin yanında.

Lanet ettim böylesi töreye 
Hep kin tuttum 
Böylesi bağnaz 
Böylesi acımasız geleneğe

Şimdi mezarının başında oturup 
Anam diyorum da
Bilmem sesimi duyar mı 
Duysa da duymasa da 
Bir özlemi gidermek için 
Anamın mezarının başında 
Hep 'ana' diye seslenirim ona”

Madem şair Eşref dinleyerek büyümüştü. Onun gibi eleştiri ile başlamıştı mısralar dizmeye… “Bir Özlemi Gidermek” adlı şiirde geleneği hicvediyordu. Ve annesine ‘abla’ dedirten anlayışı lanetliyor, mezarının başına gittiğinde ona hep ‘anne’ diye seslenerek, içindeki büyük özlemi dindirmeye çalıştığını ifade ediyordu.

Annesi ara sıra bir köşede oğlunu yakalar sarar sarmalar, başını okşardı. En son okula gönderirken, köy evinin önünde görmüştü annesini, elinde bir kova, tez zamanda geri dönsün diye ardından su döküyordu… ‘Anneler Günü’ adlı şiiri bunları dile getiriyordu.

“…
Bugün anneler günü 
Uzat ellerini okşa başımı 
Gözlerime bak özlemle 
Ölüsün biliyorum 
Çocuklarına doymadan ölen analar 
Görürmüş onları ölü olsalar bile 
Seni öylesine özledim 
Kavrulmuş toprağın 
Suya hasreti gibi.
…”

“…
Bilirsin!... 
Pazartesi dönerdik 
Hafta tatilinden sonra okula 
Harçlık koyardın cebimize 
Gücün yettiğince 
Bir kova su döktün arkamızdan 
Erken dönelim diye 
Çocuktum 
Gözlerim nemliydi öptün

Son öpüşünmüş meğer 
Saçlarına ak düşmüştü 
Sen on yaş daha küçüktün 
Ama öylesine çökmüştün 
Bir kova su beni getirmişti 
Sen yoktun…”

Köy kökenli olduğu için köy düşüncelerini şiirlerinde işliyordu. Şiirlerinde çocukluğunun Kırzı köyüne gidiyor, orada yaşananlar şiirine ilham veriyordu yer yer.. 

“…
Bizim köyde 
İhtiyarlar meclisi toplanırdı 
Caminin önünde 
Dirseklerini toprağa dayarlardı 
Kafalarını alırlardı kollarının arasına 
Öylesine uzanırlardı kıbleye 
Yıllarca bu resme tanık olduk 
Bizim köyde 
Caminin önünde

Her gün toplanırdı bu meclis 
Konu aynı konudur 
Değişmez.
Gelecek ramazana 
Kimin sağ kalacağının hesabı yapılır 
Yapılan bu hesabı 
Hiç kimse sevmez.
…”

‘Toplumcu gerçekçi’ idi. Çevresinde gördüğü hoşnutsuzlukları şiirine konu ediyordu. Kâh oğlunun kapı dışarı ettiği ‘Osman Ağa’, kâh sevdiğine yar etmedikleri için 25 yaşında canına kıyan ‘Güllü Bacı’ gelip şiirinin konusu oluyordu. 

Nazım okuyor, onun şiirinde gördüklerini yaşadığı hayatta gözlemleyince aynı içtenlikle sesleniyordu. ‘Soframızdaki yeri öküzden sonra gelen’ Anadolu kadınının çileli hayatını ‘Anamız, avradımız, yarimiz’ adlı şiirinde dile getiriyordu.

Çoğunlukla serbest vezin tercih ettiği şiirlerini bazen heceye yaklaştırıyor, kendi meramını da dile getiriyordu: 

“Darda kaldım kula avuç açmadım
Ak akçeyi puldur diye saçmadım
İnsanı hep sevdim, ondan kaçmadım
İkiyüzlü düzenbazdan olmadım.”

Şiirleri siyasi mesajlar da veriyordu yer yer. Anadolu irfanının hoş sedalarından Varıjnalı Faik Uluca’nın ‘40 senedir gözünüz açılmadı’ türünden seslenişine benzer bir deyişle Bayburtluları uyumakla eleştiriyordu: 

“…
Kuledeki saatin 
Zamanı geldiğinde 
Çınlayan sesi 
Uyandıramıyor uyuyan şehri 
Bir tutam buluta hasret 
Bayburt'un 
Gökkubbeye bakan gözleri
...”

İbrahim Yılmazoğlu, uzun yıllar memurluk yaptı. Bayburt Devlet Hastanesi Döner Sermayesi’nde ise en uzun yıllarını geçirdi. 45 yaşında Karadeniz Teknik Üniversitesi Muhasebe bölümünü bitirdi. Sağlık Müdürlüğünde Personel Şube Müdürlüğü görevinde bulundu. Sonrasında Erzincan’ın Çayırlı ilçesine hastane müdürü olarak atandı. Hastane yoktu, ha bugün, ha yarın açılır diyerek bir sene bekletildi. Tayin istedi, yerinde kalması emredildi! Boşu boşuna para alıyorum diyerek emekli oldu. 

1956 yılında annesinin ölümü ile başladığı şiirine belirli aralıklarla devam etti. 2015 yılında biricik oğlu Fenerbahçe sevgisi ile Bayburt’ta da tanınıp, sevilen Mete Yılmazoğlu’nu (43) kaybetti. İşte o gün şiiri sustu. Annesinin ölümüyle şair olan İbrahim Yılmazoğlu, oğlunun ölümünde bütün ilhamını kaybetmiş ve susmuştu.  

“Oğlum öldükten sonra bir satır bile yazamadım. Yazamadım, iki kelimeyi bir araya getiremedim.” 

İbrahim Yılmazoğlu şimdilerde 82 yaşında, bazı dost meclislerinde Fuzuli’den, Baki’den, Zihni’den, Celali’den, Nefi’den beytler okuyor, ardına şerhini de ekliyor. Dostları onun bu çok güçlü hafızasına ve anlatım gücüne hayran kalıyor. Yılmazoğlu, bir de ‘hayatımın anlamları’ ifadeleriyle tanımladığı rahmetli oğlunun çocukları ile bir kitap hacmini tutan şiirlerini bir araya getirme telaşı içerisinde. Kim bilir belki şu sıralar bir yayınevinin matbaası İbrahim Yılmazoğlu şiirlerine de can verir…

“…
Yaşamanın anlamsızlığı 
Kemirmiyor değil yüreğimi 
Bir kor gibi yanan yüreğimin 
Algısına bakmadan 
Yine de haykırıyorum 
Yaşamak en güzeli…”