Kim derdi ki bir 28 Şubat yıldönümünde, Türkiye yeniden darbeleri-demokratikleşme sürecini konuşmaya hazırlanırken, PKK’dan “silahlara veda çağrısı” gelecek! Dün 28 Şubatın “bin yıl süreceğini” söyleyenler, bugün bütün maskeleri düşmüş halde mahkemelerde yargılanırken, cumhuriyet tarihinin en önemli meselelerinden biri olan terör sorununun çözümünde nihai aşamaya girilmiş bulunmaktadır.
Bu aşamaya tesadüfen gelindiğini düşünmek saflık olacaktır. Her şeyden önce Türkiye’nin, 27 Mayıs’la birlikte kurumsal hale gelen “militarist siyasal rejimle” mücadele ederek, bu yapıyı tasfiye edecek demokratikleşme adımlarını atarak bu noktaya ulaştığını, eski rejimin sebep olduğu sorunları çözebilecek güce eriştiğini belirtmek gerekir. Dolayısıyla bir 28 Şubat günü açıklanan terörün kaynağı, “aktörü olan silahlı unsurların” silahları bırakması yönündeki beyan da demokratikleşme sürecinin neticesi ve ayni zamanda başarısı sayılmalıdır. Herkes açıkça söylemese de bilinmektedir ki, eski “militarist rejim yürürlükte kalmaya devam etseydi bunun sonucu, iç savaşa ve bölünmeye” kadar gidebilirdi.
DEMOKRASİNİN BAŞARISI
Şu hususları tespit etmekte fayda var: Bir; Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde elde ettiği kazanımlar,” halkla devlet arsındaki güven sorununu” ortadan kaldırarak, halkın taleplerinin siyasete yansımasını mümkün hale getirmiştir. Güneydoğuda yaşayan başta Kürtler olmak üzere, bütün farklı gruplar, devlet-toplum arsındaki çelişkilerden kaynaklanan sorunların çözüleceği beklentisine girdi ve bu konuda atılan adımlar meseleyi “etnik problematiğin” ötesine taşıdı.
İki; demokratikleşme çizgisinde yapılan her düzenleme, gerçekleştirilen her reform, “çözüm süreciyle” birlikte bilhassa Güneydoğu’da yaşayan halkta “özgürleştirici bir dalganın yayılmasını” yarattı. Öyle ki Diyarbakır sokaklarında analar “çocuklarımızı istiyoruz” diye örgüte ve BDP’ye karşı eylem yapacak kadar cesaretle kamuya açıldılar. Parti örgütün baskısını da kullanarak başlangıçta bu özgürleşmeyi durdurup, kontrolü ele almakta zor anlar yaşadı. Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkması PYD’nininisiyatif kazanması ve 6-7 Ekim terör eylemlerinin “çözüm sürecini” zora soktuğu bilinmektedir; tabiri caizse bu durum kandan siyaset üretmek isteyenlere suni teneffüs imkanı sağlamıştır.
Üç; bölgede yaşanan olaylar, IŞİD’in Kuzey Irak’ta ki saldırıları, arkasından Kobane’de yaşananlar Türkiye olmadan, bu bölgede hiç kimsenin ayakta kalamayacağını göstermeye yetti. Türkiye sadece bu coğrafyadan kendisine sığınanlara değil, aynı zamanda kendisini korumaya çabalayan Kuzey Irak Peşmergesine de, Kobane’ye de doğrudan destek olarak stratejik bir rol üstlenmiş oldu.
ÇÖZÜM SİYASETİ
Bütün bu hususlar ortaya çıkarmıştır ki, çözüm sürecini engellemek isteyerek Kandil veya başka bir yerde bulunan terörün desteğine sığınarak “ömür boyu terör güdümünde siyaset” yapmanın imkânı bulunmamaktadır. Çözüm sürecini başarısızlığa mahkûm etmek isteyenlerin, bugün geldikleri yer “çözüm sürecinde başarılı olunursa ancak siyasal olarak varlıklarını sürdürebilecekleri” bir noktadır.
Silahların bırakılması çağrısı, bu çizgide yer alanların önünde “siyasetten başka bir yol kalmaması” anlamına gelmektedir. Bugüne kadar siyasetten bahseden ama “etnik-ayrılıkçılıktan” öteye geçemeyen bu kesimin, demokrasiyle sınavı asıl şimdi başlamaktadır denilebilir. Bir başka söyleyişle Başbakan Davutoğlu’nun ifadesiyle “Kürt BAAS”çılığı yapmakta olanlar, Türkiye için siyaset yapabilme niteliği kazanabilecekler midir, sorusunun cevabı bu süreçte verilecektir.
Türkiye’nin çözüm sürecinde geldiği bu aşama, oldukça önemlidir, fakat yürünecek daha epeyce yol vardır. Bu çözümün sadece Türkiye’yi değil bütün bölgeyi şekillendirecek bir potansiyeli temsil ettiği düşünülünce, meseleye ilgi duyan çeşitli bölgesel ve küresel unsurların da “tepkisini çekmesi” sürpriz sayılmamalıdır. Bütün bunlar işin zorluğunu bilerek davranmayı gerektirmektedir.