Güzelleme; his dökümüdür, şiir edebiyattır.

Gazetecilik faaliyeti kamu düzeni esasına temelli; kamusal faaliyettir.

Yurtta ve dünyada olup bitenlerden güzelleme ile haberdar olamaz insan, tam tersi olup bitenden bihaber yaşayıp gider. Hayat olağan akışında sürüp giderken, akışı bozan herhangi bir olgu, bilgisiyle haberi ifade eder. Olgunun bilgisini toplayıp, dünyanın başka yerlerindeki başka insanları haberdar etmek amacıyla gazeteye yazan; yazmayı iş edinen haberciye; gazeteci, gazetecinin yaptığı işe de gazetecilik denir.

Yani gazetecilik; güzelleme faaliyeti değildir, kamusal bir faaliyettir.

Haber çoklukla musmutlu değildir.

Eğer öyle ise çoğunlukla haber değildir. 

Ballandıra ballandıra anlatı, haberi haber olmaktan uzaklaştırır.

Haber kıtır kıtırdır, insanın boğazına düğümlenir serttir...

Gerçeğin sertliğidir. Serttir haber serttir, yazana, okuyana derttir. 

Gerçeğin sertliği, bir güzellik yapılarak güzelleme ile esnetilebilir, ona da 'sanat' diyoruz, kotarıcısına, 'sanatçı', ortaya çıkan yüce görünürlüğü de 'eser.'

Gazetecinin ballı haberle alakası ise ne sebeple olursa olsun yine haber verendir.

Anlatalım.

Bal aldık Bayburt'tan. Balcı, gide gele Bayburt’u mesken tutan, Karadenizli bir aile. Her bahar kovanlarıyla Trabzon'dan Bayburt'a, sonbaharda da gerisin geri Trabzon'a dönüyor.

Güzün, bal sezonu kapanıp, Trabzon'a dönerken, değirmenci Şinasi Efendi, geçen yıl olduğu gibi tam buğday unu siparişimizi bu sefer balcı ile ulaştırdı. Böylece, bozulmamış doğasıyla, şifa veren binbir çeşit çiçeklerden enfes bal; oralardan, buralardan; her çiçekten bizlere...

Bal, teneke kutu içinde geldi. 

Kutu bal rengi, üzeri kovan desenli...   

Tatmak için kutunun köşesindeki plastik kapağı açamayıp, kesici aletle kapağa girişince de kapağı kestik.

Kutu kapaksız kaldı. 

Kutu teneke, ama tasarımı şık, kutudan vazgeçmek istemiyoruz, durumu balcıya bildirdik. "Ben size getireyim, balı bıraktığım yerden alırsınız bal kapağını" dedi, demesine de Karadenizli şivesiyle söylediği gibi anladık. Aradan zaman geçti.

Bir sabah ustalarla bahçeye giderken, 'uğrayıp alalım' dedik. Aracımız yol üzerindeki restoranın önünde durdu.

Restoranda birkaç müşteri sabah çorbalarını içiyordu.

Restorana girince, direk kasadaki personele doğru yöneldik.

"Günaydın, balcı size bal kabağı bırakmış, alabilir miyiz?"

Kasadaki personel biraz şaşkın, "Bal kabağı mı?" Kendimizden öyle eminiz ki: "Evet, evet. Bal kabağı."

Lokantacı önde biz ardında kabağı bulmaya koyulduk. Bakmadık yer bırakmadık. Depolarda da bulamadık. Çalışan, telefonla patronu arayıp, sordu, o da bilmiyor. Sabah sabah verdiğimiz rahatsızlığın çekimserliği üzerimizde olsa da bal kabağını almadan gitmeye pek niyetli değiliz. Balcıyı aradık. "Lokantacı sizin kabağı pişirip müşterilere ikram etmiş, siz en iyisi bir kabak daha getirin" diyince sakince çorbalarını içen müşteriler gülüşmeye başladı.

Telefonun diğer ucundaki balcı ise biraz şaşkın, yerel şivesiyle, "Benden istediğiniz bal kapağını bırakmıştım ama" 'bulamıyoruz, yok burada Bal kabağı. Durun bir dakika ne dediniz siz?' Durma sırası bizdeydi.

Araca binerken ustalar,  "Hani kabak?"  

'Kabak mabak yok, kapakmış' "Ne kapağı?" 'Bal kapağı!' 

Bol fındık serpilmiş kabak tatlısı hayalini başka güne bıraktık. Kabak tatlısı yerine, tatlı tebessümlerle yol aldık.