Espriye, gülmeceye, dalga geçmeye, takılmaya, latife etmeye öyle çok ihtiyacımız var ki… Hele de bu günlerde. Baksanıza başımızdakilerin ağızlarından ateş çıkıyor, gülmüyorlar, güldürmüyorlar, latife etmiyorlar.
Böyle giderse bir başka millet olacağız biz.
Bugün iki gülmece öykümü sunacağım sizlere. İkisinde de yaşanmışlıklar öykülenmiştir. Okuyun, gülün, düşünün, dünü de, bugünü de, yarını da…
ÇOMO CEZASI
“Koç yumurtası” denmesi bile terk-i edepten sayılır bizim oralarda. Argosu şifre ya da rumuz gibi kullanılarak “Billur” denir koç taşağına. Kasap’tan böyle istenir, ızgarası bu adla ısmarlanır kebapçılarda.
Usta kasaptır ve de fırlama adamdır Kasap İsa. Kasaplığından çok, kişmiş sürerek büyütüp beslediği pala bıyıkları, körüklü çizmeleri ve fırlamalığıyla ün salmıştır bu ilçede. Hiç durmaz çenesi, oynar durur o ünlü bıyıkları; ya leblebi-fındık, leblebi-üzüm yiyordur ya da konuşup bir fırlamalık ediyordur.
İlçede bulunan askeri birlikten dolayı, subaydır Kasap İsa’nın müşterilerinin çoğu. İşte bu gencecik subay hanımı da onlardan biri… “İsa Abi, şuradan bana yarım kilo kadar da billur verir misin?” diyor, demesiyle de kalın kaşları çatılıyor, gözleri oynuyor İsa’nın. “Hişşş! Ayıp!” diye uyarıyor müşterisini: “Ayıp öyle deme! Çomo diyeceksin bizim burada.”
İyi tamam, çomoysa çomo da, bu çomo münasebetsiz bir zamanda denirse ne olur acaba?
İsa’nın Karadenizli komşusu burnundan solumaktaydı o kurban bayramı arifesinde. Nasıl solumasın ki? Salak çırağa “Git iki keçi kes” demiş, o gidip tastamam 22 keçi kesmişti. Yarın kurban bayramı kime satar onca eti. Buzdolabı da yok o zaman o ilçede. Olsa ne yazar, elektrik bile yalnız geceleri var. Kokacak onca et, sermayeyi kediye yüklemiş olacak böylece o Karadenizli Kasap. Kara kara düşünüyor, bulamıyor bir hal çaresi. Tam bu anda o subay eşi giriyor bu dükkandan içeri ve “Çomo ver bana..” diyor. Deliriyor Karadenizli Kasap, sanıyor ki İsa öğütlemiş, mahsus yollamış onun oraya. “Sana onu öğretenin!..” deyip bıçak elinde koşuyor İsa’nın dükkanına. Kapının arkasına saklanıyor İsa, kurtuluyor böylece. Sonra çarşıdaki tüm kasaplar toplanıyorlar, sakinleştiriyorlar Karadenizliyi. Sekiz kasap 2’şer keçi alıp satma sözü veriyorlar. Kalan 6 keçi İsa’nın boynuna yükleniyor “Çomo Cezası” olarak.
HAFİZ AĞABEYİ BİR ÂLET İCAT ETMİŞ
Malazgirt’te gidiyoruz yayan… Dağlardan tepelerden aşarak… Yıl 1971, aylardan Ağustos… Dokuz kişiyiz. 250 km yürüyeceğiz, günde 40 km yol gitmemiz gerek. Gidiyoruz. Askerler gibi 5 km yürüyüp bir yarım saat dinleniyoruz..
Bu dinlenmelerden biri idi. Söyleyip gülüyoruz. Hafız diyor ki: “Üniversite çiftliğinde çalıştığım zaman, bir gün hocalar geldiler Ziraat Fakültesi’nden, ineğin karnını ölçtüler, ayaklarını ölçtüler, kâğıtta bazı hesaplar yapıp şu kadar ağırlıkta dediler, onlar gittikten sonra merak ettim, ineği götürüp kantara çıkardım, tarttım, aynı ağırlık çıktı. O zaman anladım ki, bu ilim işi çok önemli…”
Kafile başkanımız İlhami, derede yıkanıyordu o ara. Yıkanması bitti yanımıza geldi. Fırlama Abık dedi ki “İlhami Ağabeyi, Hafiz Ağabeyi bir alet icat etmiş, ineğin kıçına sokup çıkarıyormuşsun; boyu, kilosu, kaç kilo süt verdiği, ne kadar dışkı çıkardığı, hepsini gösteriyormuş.”
Hafız’ın gözleri faltaşı gibi açıldı:
Bugün iki gülmece öykümü sunacağım sizlere. İkisinde de yaşanmışlıklar öykülenmiştir. Okuyun, gülün, düşünün, dünü de, bugünü de, yarını da…
ÇOMO CEZASI
“Koç yumurtası” denmesi bile terk-i edepten sayılır bizim oralarda. Argosu şifre ya da rumuz gibi kullanılarak “Billur” denir koç taşağına. Kasap’tan böyle istenir, ızgarası bu adla ısmarlanır kebapçılarda.
Usta kasaptır ve de fırlama adamdır Kasap İsa. Kasaplığından çok, kişmiş sürerek büyütüp beslediği pala bıyıkları, körüklü çizmeleri ve fırlamalığıyla ün salmıştır bu ilçede. Hiç durmaz çenesi, oynar durur o ünlü bıyıkları; ya leblebi-fındık, leblebi-üzüm yiyordur ya da konuşup bir fırlamalık ediyordur.
İlçede bulunan askeri birlikten dolayı, subaydır Kasap İsa’nın müşterilerinin çoğu. İşte bu gencecik subay hanımı da onlardan biri… “İsa Abi, şuradan bana yarım kilo kadar da billur verir misin?” diyor, demesiyle de kalın kaşları çatılıyor, gözleri oynuyor İsa’nın. “Hişşş! Ayıp!” diye uyarıyor müşterisini: “Ayıp öyle deme! Çomo diyeceksin bizim burada.”
İyi tamam, çomoysa çomo da, bu çomo münasebetsiz bir zamanda denirse ne olur acaba?
İsa’nın Karadenizli komşusu burnundan solumaktaydı o kurban bayramı arifesinde. Nasıl solumasın ki? Salak çırağa “Git iki keçi kes” demiş, o gidip tastamam 22 keçi kesmişti. Yarın kurban bayramı kime satar onca eti. Buzdolabı da yok o zaman o ilçede. Olsa ne yazar, elektrik bile yalnız geceleri var. Kokacak onca et, sermayeyi kediye yüklemiş olacak böylece o Karadenizli Kasap. Kara kara düşünüyor, bulamıyor bir hal çaresi. Tam bu anda o subay eşi giriyor bu dükkandan içeri ve “Çomo ver bana..” diyor. Deliriyor Karadenizli Kasap, sanıyor ki İsa öğütlemiş, mahsus yollamış onun oraya. “Sana onu öğretenin!..” deyip bıçak elinde koşuyor İsa’nın dükkanına. Kapının arkasına saklanıyor İsa, kurtuluyor böylece. Sonra çarşıdaki tüm kasaplar toplanıyorlar, sakinleştiriyorlar Karadenizliyi. Sekiz kasap 2’şer keçi alıp satma sözü veriyorlar. Kalan 6 keçi İsa’nın boynuna yükleniyor “Çomo Cezası” olarak.
HAFİZ AĞABEYİ BİR ÂLET İCAT ETMİŞ
Malazgirt’te gidiyoruz yayan… Dağlardan tepelerden aşarak… Yıl 1971, aylardan Ağustos… Dokuz kişiyiz. 250 km yürüyeceğiz, günde 40 km yol gitmemiz gerek. Gidiyoruz. Askerler gibi 5 km yürüyüp bir yarım saat dinleniyoruz..
Bu dinlenmelerden biri idi. Söyleyip gülüyoruz. Hafız diyor ki: “Üniversite çiftliğinde çalıştığım zaman, bir gün hocalar geldiler Ziraat Fakültesi’nden, ineğin karnını ölçtüler, ayaklarını ölçtüler, kâğıtta bazı hesaplar yapıp şu kadar ağırlıkta dediler, onlar gittikten sonra merak ettim, ineği götürüp kantara çıkardım, tarttım, aynı ağırlık çıktı. O zaman anladım ki, bu ilim işi çok önemli…”
Kafile başkanımız İlhami, derede yıkanıyordu o ara. Yıkanması bitti yanımıza geldi. Fırlama Abık dedi ki “İlhami Ağabeyi, Hafiz Ağabeyi bir alet icat etmiş, ineğin kıçına sokup çıkarıyormuşsun; boyu, kilosu, kaç kilo süt verdiği, ne kadar dışkı çıkardığı, hepsini gösteriyormuş.”
Hafız’ın gözleri faltaşı gibi açıldı:
-Ola itoğlit ben nerde ele dedim?
Abık bu, hemen bizleri yalancı tanık tuttu:
-Yalan mı, burada bu kadar adam var, söyleyin arkadaşlar, benim anlattığım gibi demedi mi Hafız Ağabeyi?
Hafız üstüne yürüyor tutuyoruz. Ziraat Fakültesinin dekanının adı Fahrettin Tosun, o zaman. Onu da işin içine katarak iyice deli ediyor Hafız’ı:
-Hafız Ağabeyimi, Fahrettin Tosun, o çiftlikte hususi olarak döğüş için beslir!
“Hadi yeter bu kadar, yola çıkıyoruz” diyor İlhami, sırt çantalarını sırtlıyor diziliyoruz arka arkaya. Abık önlerde Hafız en arkada. Hafız’a öğüt veriyorlar bazı arkadaşlar fısıltıyla “Canım, sen de biraz suyuna git”
O da öyle yapmaya çalışıyor, Abık’ın lakabı ile değil, asıl adı ile sesleniyor:
-Abdusselam Efendi nasısaan?
-Eyem Hafiz Ağabey ellerinden öperem!
-Vay ben de senin o güzel gözlerinden öperem.
Tamam araları düzeldi diye düşünüyoruz, Abık su koyveriyor, biz de makaraları:
-Daşşağın yiyim Hafız Ağabeyi!
-Ola sus! Hayasız, töresiz, terbiyesiz…