Bütün dinlerin kültür ve gelenekler üzerinde etkisi büyüktür. Bu, Hıristiyan milletler için de, bizim için de geçerlidir. Ancak, din, millet oluşumunda, hele hele Türk Milleti’nin oluşumunda belirleyici ve temel bir öge hiçbir zaman olmamıştır.

“Milli bütünleşmeler ya da tersinden okursak milli bölüntüler evrensel dinlerin pek de murat etmedikleri ve zararlı gördükleri oluşumlardır. Aynı şekilde dinlerin dayattığı ümmet yapıları milli bakış açısına uymazlar. Öte yandan milliyetçi ideolojinin seküler boyutu, bir milleti millet yapan unsurlar içerisinde dinin önemini daha da zayıflatmaktadır.”

Avrupa milletlerinin tamamı Hıristiyandırlar, fakat ne Fransız, ne İngiliz, ne Alman, ne İtalyan, ne de Balkan milletlerinin oluşumunda din ögesi etkili olmamıştır, aksine din’e kalsa bu milletler tarih sahnesinde görülmeyeceklerdi. Avrupa milletlerinin çoğu Fransız ihtilalinin ürünleridirler.

Bize gelince, Türk milleti eskilerin deyimiyle “kadimden beri” vardır, Göktürkler döneminde millet olmanın tüm gerekleri yerine gelmiştir. Ancak, İslam’la tanışıp, İslam’ın yüklediği misyon ve işlevleri ülkü edinen milletimiz, milliyetinden uzaklaşmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemi bunun sayısız örnekleri ile doludur.

İslam dünyasında din, Araplarla, bir de Pakistan Millleti’nin oluşumunda etkili olmuştur. Hintliyi Pakistanlı’dan ayıran tek neden din ayrılığıdır. Araplara gelince; İlhan Arsel, “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” adlı eserinde şu bilgilere yer veriyor:

“Arap milliyetçiliğine göre din unsuru, ne Batı ulusları ve ne de Arap olmayan Müslüman toplumlar (örneğin Türkler) bakımından milliyetçilik kaynağı olamaz. Bu görüşü desteklemek için Arap yazarlar batı’dan örnek yağdırırlar. Söyledikleri şudur ki İtalyan ya da Alman birliği din birliği ögesi ile kurulmamıştır: Dil birliği, tarih birliği, kültür ve edebiyat birliği ve nihayet ortak çıkarlar ve ruh birliği yolu ile kurulmuştur. Hıristiyanlığın Alman ya da İtalyan (Fransız vs..) uluslarının İsa’dan önceki yaşantılarıyla, geçmişi ya da gelenekleriyle bağlantısı ve devamlılığı söz konusu değildir. İsa, bu toplumların herhangi birinin insanı olarak ortaya çıkmamıştır. İsa, Yahudi asıllıdır ve Roma İmparatorluğuna tâbi bir topluluğun mensubudur. İçinden çıktığı toplumun siyasal yaşamlarında aktif bir rol oynamış değildir. Hıristiyanlık Batı uluslarına yabancı kaynaktan, dışarıdan gelme bir kuruluştur ve tıpkı hazır elbise misali, onların yaşantılarına oturtulmuştur. Bundan dolayıdır ki Batı’da Hıristiyanlık, din olarak, milliyetçilik ögesi olamamıştır.

Bu tezi savunan yazarlar göre durum, Arap olmayan Müslüman toplumlar özellikle Türkler için de böyledir.

Suriyeli yazarlardan Şeyh Mustafa as-Sibai’nin din ve milliyetçilik ilişkilerine değinen bazı görüşleri vardır ki Arap çevrelerince paylaşılır. Al-Manar adı gazetede yayınlanan bu görüşlere göre, İslam’a sonradan katılan Türkler için İslam Dini, milliyetçilik ögesi olamaz. Sibai şöyle der: ‘Nazi Almanyası için Hıristiyanlık, Alman milliyetçiliğine yabancı kalmıştır. Turan asıllı Türkler için de İslam, onların milliyetçilik gelişmeleri bakımından böylesine uyumsuz olmuştur. Fakat Arap milliyetçiliği bakımından İslam’ın yabancı görünen hiçbir yönü yoktur. Arap milliyetçiliği, Arapların İslam’a sarılmaları oranında oluşur’”.

XX. yüzyılın ikinci yarısında Arap milliyetçiliğinin en güçlü otoritesi sayılan Al-Bazzaz şöyle der: “Her ne kadar İslam dini, tüm milletlere yatkın ve evrensel bir din niteliğinde ise de, hiç kuşku edilmemelidir ki esas itibariyle Araplar için indirilmiştir; bu açıdan alındıkta Arap’ın kendi öz dinidir. Peygamber Araplardan seçilmiştir, Kur’an onun diliyle indirilmiştir; İslamiyet Arapların İslam öncesi geleneklerini sürdürmüştür. (Kaynak: Al-Bazzaz, On ArabNationalism, London 1965, sayfa 42)”

İslam dinini algılama (ya da algılatılma) biçimimiz, Türk milletini birbirine yapıştırmak yerine çoğu zaman bölmüş ve çatıştırmıştır. Mezhep yüzünden birbirimizi kırmışızdır asırlarca, tarikatlar arası çekişmelerin toplumsal birliği bozucu etkileri olmuştur zaman zaman. 

Dilimizden ve kimliğimizden de uzaklaşmışızdır. Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır” fermanı, Aşıkpaşa’nın “Türk diline kimse bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz idi/Türk dahi bilmez idi bu dilleri,/İnce yolu ol ulu menzilleri” feryadı, bu olgunun açık ifadeleridirler.

Bu dediklerimiz birçok kimsenin hoşuna gitmeyecek, hatta bizim inancımız sorgulamaya kalkışacaklardır. Onlara “Kartal Gözüyle Milliyetçilik” adlı kitabımızı salık veririz ve bir de şu katı gerçeği yüzlerine çarparız: Yaklaşık 70 yıl süren, baskıcı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde, din yasaktı, yeni kuşaklar dinsiz (ateizm dersi vardı) ya da dinden habersiz olarak yetişiyordu. Fakat bu durum SSCB bünyesinde yaşayan milletlerin milliyet duygularının gevşemesine hiç yol açmadı. Kültürlerine, dillerine, edebiyatlarına, gelenek ve göreneklerine, sarılarak milliyetlerini korudular. Bağımsızlıklarını alan beş Türk cumhuriyetinde bu durum çok daha belirgin olarak kendini gösterdi. Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da milliyet duygusunun sapasağlam kaldığını Demirperde erir erimez gördü bütün âlem. 

Demek ki, din olmasa da millet ve milliyet olabiliyor. Buna karşılık, din’in (İslam’ın) eş’arî zihniyetli tarikat, cemaat yapılanması biçiminde ve bağnazca yaşanıp algılandığı yerlerde ise milliyet duygusu zayıflıyor, köreliyor, hatta reddediliyor. Nerede, hangi şehir ve bölgede, tarikat ve cemaat yapılanması güçlüyse, orada milliyetçiliğin gerilediği artık bilimsel ve deneysel bir gerçek olmuştur. 
Bir türlü iki yakası bir araya gelemeyen, din ile milliyetçilik arasında kafası fena halde karışık MHP’nin göremediği, görüp de dillendiremediği budur. İç Anadolu, İç Ege ve İç Karadeniz’deki gerileyişinin sebebi, buralardaki dinci yükselişin, milliyet duygusunu ince ince ve hince törpüleyip sonunda yok etmesi iken, onlar hala “Türk-İslam Ülküsü” söylemiyle, din istismarından parsa koparmaya çalışıyorlar. Bu yıl yapılan iki seçimde görüldü işte, dinci seçmen geldi ve gitti… Hani o Azeri türkü vardır ya: “Ne tez geldin ne tez gettin ay balam, ne tez gettin/Bu gönlümü bir viran ettin ay balam viran ettin/Getmegetme dayan yandım, ay aaman/Senin derdin meni ay gız öldürdü inan” MHP şimdi söylesin dursun bu türküyü…

Ve bıraksınlar o ucube Türk_İslamÜlküsü’nü de Atsız’a kulak versinler, Atsız’ın şu harika tespitlerine… Onlarla bitireyim:

“Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Arapların millet haline geçme savaşıdır. Aynı dili konuştukları halde birbirine düşman boylar ve uruklar durumunda dağınık bir hayat yaşayan kalabalık bir kavim, bir iç veya dış etki ile birlik kurma yoluna elbet gidecekti.

Peygamberin ortaya koyduğu esaslar her şeyden önce bunu sağlamış, bilgisizlik, ahlâksızlık ve pislik içinde yuvarlanan Araplara yüksek bir din ve ahlâk şuuru ile milli birlik düşüncesini aşılamaya çalışmıştır.

Peygamber hayatta oldukça kudretli ve sempatik şahsiyeti, konuşmaktaki üstün kabiliyeti sayesinde bunu sağlamış, bazı sağlam arkadaşları da kendisini destekleyerek güçlü bir birliğin temellerini atar gibi olmuşlardır.

Fakat en yakın arkadaşları arasındaki birlik ve dayanışma bile ancak görünüşte idi. Arapların yüzyıllar boyunca devlet kuramamaktan doğan bölücülükleri, aile ve şahıs menfaatini her şeyden üstün tutan ayırıcı tabiatları, dedikoduculukta son dereceyi bulan ahlâksızlıkları Peygamberin ölümünden sonra hemen kendisini göstermiş, hatta onun sağlığında bile akrabası ve damadı Ali ile, Peygamberin evdeşlerinden Ayşe hakkındaki dedikodular büyük sarsıntılara yol açmıştı. Ayrılık ve bozgunculuk Peygamberin ölümüyle ve ilk önce onun en yakın arkadaşları arasında başlamış devlet başkanlığı ihtiraslarının doğurduğu kavgalar, Müslümanlığı parçalayarak mezhep savaşlarına yol açmış ve yirminci yüzyıla kadar Müslümanlar, birbirini tekfir eden ayrı gruplar halinde bir ölüm dirim savaşı yapmışlardır.

Arapların devlet kurmaktaki kabiliyetsizliğinin ve siyasi ahlâksızlığının en kesin tanığı, peygamberden sonra Arap devletinin başına geçip “Hulefâ-i Raşidin” (Ergin ve üstün halifeler) adını alan (yıl: 632-661) ve hepsi de, daha hayatlarında Peygamber tarafından Cennetle müjdelenen dört kişiden üçünün (Ömer, Osman, Ali) suikastlarla öldürülmesidir ki böyle bir rezalet, Bizans’tan başka hiçbir devletin tarihinde gösterilemez.

Buna rağmen Arapların, iki büyük düşman devletten İran’ı ortadan kaldırıp Bizans’ın güney ülkelerini almalarında olağanüstü hiçbir şey yoktur. İran-Bizans arasında yüzyıllardır süren savaş ikisini de yıpratmış, ayırıcı İran’ın doğudan Türkler eliyle yediği darbeler bu devleti ölüm haline getirmişti. Yeni bir inanç ve ülkü ile çölden fırlayan Araplar için kaybedilecek bir şey olmadığı gibi, ölürlerse Cennete gitmek, kalırlarsa yağma ve çapul yapmak gibi çekici özellikler de iştahlarını arttırıyordu.

Araplar, görünüşte büyük bir devlet kurmuş olmalarına rağmen, doğuda İran ve İspanya’da Vizigot devleti gibi iki yorgun ve bitkin devletten başka hiçbir devleti ortadan kaldıramamışlar ve rastladıkları ilk ciddi kuvvet olan Franklar önünde durmaya mecbur kalmışlardır. (732)

(…) Onuncu yüzyıl ortalarında millet halinde Müslüman olan Türkler, İranlılar tarafından İslamiyet’i ortadan kaldırmak için hazırlanan büyük ihtilali suya düşürmekle, farkında olmadan bu dini kurtardıkları gibi, on birinci yüzyılın ortasından Kurtuluş Savaşının sonuna kadar da tek başlarına İslam dünyasının önderi ve savunucusu olmuşlardır.

(…) Müslümanlığı tek başlarına birçok millete karşı savunmalarından mıdır, yoksa manasını anlamadıkları Kur’an’a kayıtsız şartsız inanmaktan mıdır nedir Türkler İslamiyet’i, taassupla kabul eden tek millet olmuştur. Müslüman ve Hıristiyan Araplar arasında bir dayanışma olduğu gibi Türklerden çok sonra Müslüman olan Arnavutların Hıristiyan soydaşlarıyla din savaşı yaptığı görülmemiştir. Boşnaklar yani Müslüman Sırp veya Hırvatlar da Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlarla din çatışması olmadan yaşamışlardı.

Türklere gelince iş değişmiştir. Onuncu yüzyılda Müslüman olur olmaz ilk iş olarak Budist Uygurlarla vuruşmaya başlayan Karahanlılar’ın bu âdeti tarih boyunca süregelmiş, bu kadarla da kalmayarak Sünnilik, Şiîlik davası, Türkleri iki ordu halinde asırlarca çarpıştırarak hem milli enerjinin boşuna harcanmasına, hem de siyasi Türk birliğinin gerçekleşmesine engel olmuştur.


Dini taassubun dünyanın her köşesinde yerini müsamahaya bıraktığı günümüzde bile Hıristiyan, Şamanî ve Musevî Türkler, hatta Şiî-Alevi Türkleri bizden saymayacak kadar gözü dönmüş sözde aydın mutaassıplar aramızda hiç de az değildir.


Bugünün medeni insanı için din, fertlerin kanaat ve inancı meselesidir. Dinî partilerin kurulduğu, din üniversitelerinin bulunduğu ülkelerde bile fertlerin her türlü dinî inancı saygı görür. İnancın mantığı olmaz. Herkes, her istediği şeye inanmakta hürdür.”