Yok hayır, yeni değil, 23 yıllık bir iddia bu. Barzanî’nin şimdiki gibi devleti yoktu o zamanlar, halkının çoğu Türkiye ve İran’da sığıntı olarak yaşıyordu, ülkesi Irak’ta da kalamıyordu, İran’a sığınmıştı kendisi de, peşmergelerini oradan yönetmeye çalışıyordu. Yeri de gizliydi ha, herkes bulamıyordu, herkes gidemiyordu. Gazeteciler de öyle.
Yok hayır, yeni değil, 23 yıllık bir iddia bu. Barzanî’nin şimdiki gibi devleti yoktu o zamanlar, halkının çoğu Türkiye ve İran’da sığıntı olarak yaşıyordu, ülkesi Irak’ta da kalamıyordu, İran’a sığınmıştı kendisi de, peşmergelerini oradan yönetmeye çalışıyordu. Yeri de gizliydi ha, herkes bulamıyordu, herkes gidemiyordu. Gazeteciler de öyle.
Bir gazeteci, 1990 yılında, gazetesinin bilgisi dâhilinde, çeşitli güçlük ve tehlikeleri göze alarak, İran topraklarına geçip, görüştü bu Barzanî’yle.
O gazeteci, Hürriyet Haber Ajansı’nın Van Bölge Büro Şefi olan kardeşim Macit Gürbüz’dü. O zamanlar Barzanî’yi haber yapmak ayrı bir güçlüktü, onu yayınlayabilmek de ayrı bir risk ve sıkıntıydı. Hürriyet Gazetesi üst düzey yönetimi, hukuk müşavirleriyle de uzun uzadıya müzakere ederek, ancak “İnönü-Barzani Buluşması” manşetiyle bu haberi yayınlayabildi.
Macit Gürbüz, bu görüşmenin tüm ayrıntısını daha sonra “Kaç Pekekeli Ölmüş Abe” adlı kitabında yazdı (İtil Yayınları 2004).
Peki ben neden bütün bunları yeniden yazma gereği duymaktayım? Birincisi, Barzanî’nin, kardeşimin memleketini öğrenince “Sen Laz’sın” demesi ve tartışmaları, ikincisi de, o zamanki adı AT olan Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin alınma şartlarından başta gelenlerinden birinin Kürt haklarının verilmesi olduğunun İran’da o dağ başında Barzanî tarafından dillendirilmesi.
Barzanî’nin dillendirdiği bu iki konudan biri, AB dayatması olarak 2000 yılından itibaren önümüze geldi, AB aşkına verdiğimiz ödünler sonucunda, PKK’yla masaya oturur hallere düştük.
Diğeri ise “Türk diye bir millet yoktur, Türkiye 36 etnik gruptan oluşan bir haklar topluluğudur”, “Millet yok Ümmet vardır”, şeklindeki söylemdir k, bu da 2003 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle doruk yaptı ve bugün de ne yazık ki birçok zihinde yer etti, millet yapımız çözülmeye yüz tuttu.
Evet şimdi geliniz Macit Gürbüz’ün kitabının yazımızla ilgili olan bölümlerine birlikte göz atalım. Geçmişi öğrenelim ki, geleceğimiz aydınlık ola:
“Türkiye, bu gündemle uğraşırken, Van’da görev yaptığım sırada, çok sevdiğim bir gazeteci dostumun referansı ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesut Barzanî ile görüşmek üzere, Yüksekova’nın Esendere Sınır Kapısından İran’a geçtim. Barzani’nin Mekteb-i Siyasi dediği, Urumiye kentine 30 km uzaklıktaki Rajan köyünde bulunan karargâhında özel bir röportaj yapacaktım. Urumiye’de bana verilen adresteki otele yerleşip Barzani’nin adamlarını beklemeye koyuldum. Zaman geçmek bilmiyordu. Barzani ile haber yapmak o dönemde zoru başarmaktı. Ben de zoru başaracaktım. Üçüncü günün sabahı artık umudum kesmişken, dört kişinin resepsiyondan beni sorduklarını gördüm ve yanlarına gittim, tanıştık. Bir taksiye binerek onları takip etmemi istediler. Aynen öyle yaptım. Şehri terk edip stabilize bir yoldan bir buçuk saat kadar ilerledik. Sonunda Mekteb-i Siyasi’ye varmıştık. Bir eve alındım. Nüfus cüzdanım, Hürriyet Haber Ajansı basın tanıtma kartım alındı, iki kâtip uzun uzun not aldıktan sonra ortadan kayboldular. Yaklaşık yarım saat sonra ‘gel’ dendi. Çok heyecanlıydım. İki bina ötedeki eve alındım. Az sonra bir koruma ordusuyla Barzanî geldi. Üzerinde haki renkli Kürt giysileri vardı. General ya da başkomutan edasıyla hareket ediyordu. Silahsızdı. Ütülü şalvarı, başında puşusu, belinde peşmerge kuşağıyla beni karşıladı. Tokalaştık, bağdaş kurup oturduk, başladık konuşmaya. Aramıza bir kaleşnikov kondu. Bulunduğumuz oda Kürt evleri gibi döşenmişti. Yerde halılar, büyük minderler, halı yastıklar. Karşımıza iki kâtip oturdu. Konuştuğumuz her kelime birazdan rahlelere oturan iki kâtip tarafından kaydedilecekti. Barzanî’nin önüne eski yazı ile yazılmış bir yazı kondu. Yazı az önce nüfus cüzdanımdan alınan nüfus kayıt örneğimdi. Orada adıma, soyadıma ve diğer bilgilerime göz ucuyla baktı. Kâtiplere başıyla işaret etti.
Türkiye’nin Kürt sorununu halletmedikçe AT’na giremeyeceğini iddia eden Barzani devam ediyordu: ‘İsveç’in başkenti Stockholm’de yapılan sosyal demokratlar toplantısında karar alındı. Bu sorunu çözüme kavuşturmadıkça, 12 milyon insanın kültürel ve ferdi haklarını tanımadıkça, hiçbir Avrupa ülkesi sizi AT’na almayacak. Söz birliği ettiler, başka alternatifiniz yok.’
(…) Barzani, Stockholm’deki Sosyal demokratlar toplantısında SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ile görüşme fırsatı bulduğunu ve uzun uzun konuştuklarını ifade ederek sözlerini şöyle sürdürüyordu: ‘İnönü’den Diyarbakır, Mardin ve Muş’taki kamplarda bulunan peşmergelerin durumlarının iyileştirilmesini istedim.
Türkçe’den Kürtçe’ye, Kürtçe’den Türkçe’ye çeviri ile devam eden röportajımız yaklaşık 1 saat 45 dakika sürdü. Ayrılma vakti gelmişti. Barzanî ile özel sohbete daldık. Bir ara nereli olduğumu sordu. ‘Bayburtluyum’ diye yanıtladım. ‘Bayburt nerede?’ diye sordu. ‘Doğu Anadolu ile Karadeniz Bölgesi arasında ancak coğrafî olarak Karadeniz bölgesine giriyor’ dedim. ‘O zaman sen Laz’sın’ dedi. Laz olmadığımı, kökenimin Türk olduğunu, Bayburtluların da Dede Korkut’un torunları olduğunu ifade ettim. ‘Hayır sen Laz’sın, inkâr etme. Zaten Türkiye topraklarında Türk diye bir ırk yoktur. Halklardan oluşur. Sen de Laz’sın. Sana bu söylenmemiştir. Siz neden Kürtler gibi bir takım haklar elde etmek için mücadele etmiyorsunuz?’ diye sordu. Afallamıştım. Adam beni zorla Laz yapmaya uğraşıyor, kendileri gibi içinde yaşadıkları topraklarda devlete baş kaldırmaya davet ediyordu. Atatürk’ün Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkesi Türk saydığını, ancak ırkımın Laz olması durumunda bunu rahatlıkla söyleyebileceğim bir ülkede yaşadığımı, ancak Laz olmadığımı yineledim. ‘Hayır sen halis muhlis Laz’sın. Sen de, ben de, kökü olan, kültürü bulunan, dilini konuşamayan, bir bölgeye sıkıştırılmış iki ayrı halkın çocuklarıyız’ yanıtı geldi. ‘Yahu diyelim ki Laz’ım. Vatandaşı olduğum ülkem, Karadeniz gibi cennet toprakları yaşamamız için bize vermiş. Deniz, fındık, çay, yeşil, orman, verimli topraklar… Devlete baş kaldıracak hiçbir gerekçemiz yok. Kaldı ki biz Misak-ı Milli’ye inanmış insanlarız. Türk olduğumuz için mutluyuz” sözlerim de Barzani’yi ikna etmedi. ‘Hayır sen Laz’sın, Laz olarak da öleceksin, bunu değiştiremezsin. Ne mutlu Türk’üm diyene sözüne inanman, bu gerçeği değiştiremez, Hadi yolun açık olsun’ diyerek söze noktayı koydu.”
“Devletin üst kademesi, gazete sahipleri ve genel yayın yönetmenlerine üstü kapalı bir muhtıra veriyordu. Yapılan haberlerle Kürt sorununun kaşındığı, örgüt yanlısı haberler yapıldığı, kamuoyunda devletin ve ordunun yıpratıldığı anlatılmıştı. Bizim haber belli ki bu toplantıda alınan kararlara kurban gidecekti. Çok geçmeden haber müdürümüz Ertan Ünal aradı. Haberin büyük bölümünü getirilen yasaklar nedeniyle kullanamayacaklarını, gazetenin tüm kadrosu ile hukuk müşavirlerinin haber toplantısına çağrılarak bir çıkış yolu arandığını söyledi. Birkaç gün geçti. Sonunda haber son şeklini almıştı. Sadece Erdal İnönü ile Barzanî görüşmesi haberde yer alacaktı. Öyle de oldu. 30 Nisan 1990 günü Hürriyet Gazetesi’nin 9 sütuna manşeti benimdi. Haber kuşa dönmüştü, ancak yine de başarmıştım. Haberde ikimizin yan yana fotoğrafı, aramızda kaleşnikov vardı.
Ve orada… Laz olduğumun (!) farkına varmıştım, titremiş kendime dönmüştüm yani!”
Eylül 2013