Gazeteci anılarını kitaplaşmış olarak gördüğümde hemen alırım, okurum, çoğu zaman yazı da yazar tanıtmaya çalışırım bu kitapları. Bu kitapların birçoğunu da gazeteci kardeşim Macit Gürbüz’e yollarım, o da tadına baksın diye.

Bugün de öyle bir kitabı tanıtacağım size. Yeni değil, 2017 yılında çıkmış bu kitap. Bana yeni rastladı bir kitapçıda, ben de aldım ve bir solukta okudum.

Kitabın adı “Bab-ı Âli’den İkitelli’ye/Camlı Köşk”, yazarı Uluğ Örs, yayınevi Nemesis.

Babadan gazeteci Uluğ Örs, Milliyet Gazetesi’nin en görkemli döneminde Yurt Haberler Müdürlüğü yapan İbrahim Örs’ün oğlu. İbrahim Örs, Anadolu’da da gazetecilik yapmış, Diyarbakır Büro Şefliği görevinde bulunmuş. Bu da onun büyük artısı bence. Anadolu Gazeteciliği (tabii o yılardaki gazetecilikten söz ediyorum), önemlidir, Anadolu gazetecisi her şeydir, siyaset haberini o yapar, spor haberini o yapar; polis, adliye ve hastane muhabirliğini en iyi onlar bilirler. Hatta savaş ve terör haberlerinde de onlar öndedirler.

Evet İbrahim Örs bir gün alır oğlu Uluğ’u Milliyet’in ünlü spor müdürü Namık Sevik’e götürür ve “Bunu spor muhabiri olarak al yanına” der, giriş o giriş. Uluğ Örs, oradan emekliliğe dek giden yolun tüm önemli, çarpıcı ve değerli anılarını almış kitabına.

Ama önce kitabın en başından bir bölümü aktaracağım, çünkü çok güldüm.

“Büyük üstat Ferhan Şensoy’un uzun yıllar tek başına sahnelediği ‘Ferhangişeyler’ oyunu… Belki de oyunu sorsanız, şimdi ondan çok az şey hatırlayacağım. Ama o anekdot, beynimin ince kıvrımlarına kadar işlemişti. Hiçbir anını, hiçbir repliğini kaçırmamışım… Çünkü direkt olarak beni ve benim gibi idealist olarak gazetecilik mesleğine başlayan gençlere ‘olayın gerçek yüzünü’ anlatıyordu… İşte üstat Ferhan Şensoy’un aklımda yer eden oyununun sahnesi…

Şensoy bir gün oyundan çıkar ve yorgunluk atıp biraz aklını dağıtmak için Taksim’de bir mekâna gider. Arkadaşlarıyla bir masaya oturur ve hem sohbet eder hem de içkisini yudumlar. Ancak gözüne hemen arka masalarda oturan bir şahsiyet takılır. Kısa aralıklarla başlar bu vatandaşı takip etmeye…

Üstü başı pejmürde… Zamanın televizyonunun rating rekorları kıran dizisi Komiser Colombo’nun başrolünü oynayan tip gibi… Üzerinde buruş buruş bir pardösü ve devamlı şüpheli gözlerle etrafı kesiyor….

Sonunda dayanamayıp arkadaşlarına ‘Ya çaktırmadan arkamızda oturan şu adama baksanıza. Devamlı etrafı ve bizi kesip duruyor. Kimin nesi acaba?’ diye sorar.

Aralarından biri döner ve adama bakar. Sonra da ‘Siktir et gazeteci’ yanıtını verir.

İşte benim için zurnanın zart dediği yer burası…”

Şimdi de kitaptan önemli bulduğum bölümlerden tadımlık aktarımlar yapayım.

-Uluğ Örs bir gazeteden kovuluyor ve çalıştığı servisteki arkadaşlarına bir mektup yazıp bırakıyor. Mektubun ilginç bulduğum bölümlerini sunayım:

“Hayat devam ediyor. Herkes için hayırlısı neyse o olsun. Bu benim için de yeni bir başlangıç olacak. Çünkü huzurumu ve yaşama sevincimi yeniden kazanacağım. Siz de bunu böyle algılayın.

Para her zaman her şey demek değildir. Biz sırtımızda çok insanlar taşıdık. Bundan sonra da taşımaya devam edeceğiz. 

Ancak… Bundan sonra bizim için de sizin için de çok zorlu günler yaşanacak. Biz, gittiğimiz için sizden daha şanslıyız.

Çünkü… Paramız olmasa da en azından daha huzurlu bir şekilde yaşama şansı bulacağız. Burada kalanlar ise ‘KABİR AZABI’ çekmeye devam edecekler.

Bundan sonra adımlarınızı daha dikkatli atın.

(…) Sırtımızdan haksız yere para, şan, şöhret kazananlara yazıklar olsun. Onlarla şimdi olmasa bile ahirette hesaplaşacağız.

Bazılarının yatacak yeri bile olmayacak

Aramızdaki ‘şerefsizleri’ iyi tespit edin.

(…) Bazılarınızın dışında hepinizi çok seviyorum.”

-Milliyet Gazetesinde iftar yemekleri yapılır ve yenirmiş, bir gurme ölçüsünde yemek ustası gazeteciler de varmış. Bunların içinde ünlü bir yazar da varmış, kendi eliyle malzemeleri alır, sofra kurar ve herkesle tek tek ilgilenirmiş ve iftar için bir de ezan okurmuş, ama ezan Türkçe Ezan’mış.

-Taşra muhabirlerinden de söz ediyor Uluğ Örs. Babası Yurt Haberler Müdürlüğü yaptığı için taşradan haber alırken herkes babasını sorar, saygılarını selamlarını söylerlermiş. Ve bir işi düştüğünde hemen koşarlarmış. Ve babası İbrahim Örs, Diyarbakır’da iken, Urfa’dan Hüseyin Kırcalı’yı muhabir olarak büroya alıyor, sonra da İstanbul’a götürüyor. Bu ünlü foto muhabirini keşfeden o yani. Keşfediyor ama Kırcalı da fotoğrafçılık konusunda devrim sayılabilecek işleri başarıyor.

-Ve bir foto muhabiri daha, Milliyet Spor servisinden Sinan Erbil… Örs ona değgin harika bir anekdotu da yazmış ama anekdotu aktarmadan önce, benim ve kardeşim Macit Gürbüz’ün Sinan Erbil’le olan dostluğumuzu aktarayım. Sonradan Milliyet’te çalışan ve en son Mil-Ha Erzurum Büro Şefliği ile faal gazeteciliği bırakan Macit, o zamanlar Milliyet Sarıkamış Muhabiri. Bir gün genç bir çocuk geliyor büroma, Macit’i soruyor. Macit yok. “Hayrola nedir ben yardımcı olayım…” diyorum. Anlatıyor. Çocuk asker, dağıtımı Sarıkamış’a çıkmış, üvey babası Sinan Erbil, Macit’e yollamış, ilgilensin diye. İlgilendik, rahat bir askerlik yaptı. Paraları da Ziraat Bankası’nda çalışan eşimin adına geldi, kendisine aktardık. Arada bir Sinan Bey, telefon açardı, Macit yoksa, benimle sohbet ederdi. 
Evet şimdi o hoş anekdot:

“Bir şehir efsanesi gibi anlatılırdı, zamanın foto muhabirlerinden Sinan Erbil’in gerçekleştirdiği bu olay. Milliyet Gazetesinde görev yapan Sinan Erbil biraz agresif ve çabuk sinirlenen tavırlarıyla bilinirdi. Ancak son derece iyi niyetli, insancıl biriydi.

Bir gün kendisine büyük kulüplerimizden birinin transfer yapacağı, oyuncunun gelip başkanla görüşeceği yerin koordinatları verilmiş ve ‘Sinan git bu işi bitir ve bize çok güzel resimler getir’ denilmiş.

Sinan Ağabey bu, işinin âşığı hemen gitmiş ve transfer yapılacak yerin kapısına konuşlanmış. Başlamış beklemeye. Aradan yaklaşık bir saat geçtikten sonra bakmış transfer edilecek oyuncu gelmiş, başkan yukarıda. Görevlilere de demiş ki ‘Başkana haber verin, bir iki kare resim çekip gideyim.’

Ama ne ses var ne seda. Sinir katsayısı artmaya başlamış. Bir süre zor dayanmış. Ardından sessizce cümle kapısından geçip dayanmış başkanın kapısına. Dedik ya sinirlenmeye başlamış diye. Makinesini ayarlamış ve bir anda başkanın kapısına tekmeyi bastığı gibi içeri dalıvermiş. İçeridekilerin şaşkın bakışları arasında art arda fotoğraflar çekerek çıkmış, kapıyı da arkadan kapatmış.

Hey gidi Sinan Ağabey hey!..”


-Ve Uluğ Örs, bir gün evlerinde bir yerde siyah beyaz eski fotoğraflar buluyor, bakıyor birinde babası dilenci kılığında dilenciler arasında. Bir anlam veremiyor, gidip soruyor babasına. Gülüyor İbrahim Örs “Haa onlar mı? Ben dilenciyken… Dilenciler arasına girdim, onları haber yapmak için, bir gün zabıtalar baskın yapıp onlarla birlikte beni de götürdüler, basın kartımı gösterip zor kurtuldum ellerinden, ama ne paralar çıktı üzerlerinden inanılmaz…”

Ve dahası bir gün akrabalarından biri görmüş İbrahim Bey’i dilenirken, haber teey memleketleri Trabzon’a dek gitmiş…

-Evet son bir anekdot, birlikte çalıştığı bir arkadaşı bir maça dair 3 sayfalık bir haber yazar. Servis Şefi, kızar “Al bunu götür kısalt” der, vakit yok, çocuk da kısaltamıyor. İzin alır ondan Uluğ Örs, o haberi 5 N 1 K kuralına da uygun olarak, yani haberin tüm unsurlarını da koyarak 4 satıra sığdırır. Neden bunu aktardım biliyor musunuz, gazetecilik ve haberciliğin en önemli yanı budur da ondan.

Evet bu kadar, Uluğ Örs’i kutluyorum, gazetecilik adına çok değerli anılar bunlar. Tüm gazetecilere ve basınla ilgili olanlara bu kitabı salık veriyorum.