"Memleketin Birinde adlı kitabımda toplanan masallar, Türkiye’de düşün özgürlüğü tarihi bakımından ilginçtir. Bu yazılar, 1955-1957 arasında “Akbaba” dergisinde ve “Demokrat İzmir” gazetesinde yayımlandı. Çoğunu, zorlukla ve takma adlarla yayımladım. Okuduğunuz bu hikayedeki olay, ilk yazılış biçimiyle Türkiye’de geçiyordu. Ama birçok dergiden geri çevrilince, bu hikâyeyi uydurma bir Çin’li yazar adıyla, olay Çin’de geçiyormuş ve hikâye çeviriymiş gibi, dergide yayımladım. Aynı hikâye, birkaç ay sonra, başka bir dergide, çevrilmiş bir Çin hikayesi olarak çıktı."

Aziz Nesin

Kung-Su, Güney Çin Denizinde küçük bir balıkçı kasabasıdır. Şirin kasabanın hemen bütün halkı, balıkçılıkla geçinir…

Pung-Çiyang’ın balıkçı kahvesinde bir sabah, nerden, nasıl geldiği belli olmayan bir kedi yavrusu miyavlamaya başladı. İhtiyar Pung, sıska kedi yavrusunu iri avuçlarının arasına aldı. Küçük tekirin süt mavimsi gözlerine baktı,

– Seni bana Allah gönderdi!.. diye söylendi. Sonra çırağına,
– Bu küçüğün adı, Çung-Ban… Buna iyi bak!.. dedi. Çung-Ban, küçük maskara, birkaç gün içinde gelişti, büyüdü.

Yalnız Pung Amca’nın değil, bütün müşterilerin sevgilisi oldu. Çung-Ban’ın kötü bir huyu vardı, hırsızlık… Aşağı yukarı her kedi hırsızdır. Ama Çung-Ban gibisi görülmemiştir.

Daha altı aylık var yoktu, bütün komşular şikâyete başladılar. Her sabah, daha gün ağarmadan vazifesine sadık bir memur gibi, işe çıkar, öğleye kadar bütün mahalleyi talan ederdi. Girmediği mutfak, karıştırmadığı teldolap yoktu. Ocakta kaynayan tencerenin kapağını açıp, içinden sıcak sıcak bir parça balığı çalmadığı gün olmazdı. Çung-Ban’ı, bütün zararına, hırsızlığına rağmen herkes seviyordu. Çünkü, o kadar kurnazca hırsızlık yapıyordu ki, onun yüzünden zarara uğrayanlar bile, bu hırsızlıkları Çung’un muziplikleri diye karşılarlardı.

Bir gün, Pung Amca’nın kahvesine bir müşteri geldi. Elindeki balık dolu kesekağıdını rafa koyduktan sonra, kâğıt oyununa daldı. Neden sonra kahveden çıkarken elini raftaki kesekağıdına atınca, ağzı bir karış açık kaldı. Kesekağıdının hiçbir yeri bozulmamıştı, fakat içi balık yerine havayla doluydu. Yalnız, altından bir delik açılmıştı. Çung’un, bu kadar kalabalık müşteriden hiçbiri farkına varmadan, balıkları teker teker kesekağıdından boşaltması, herkesi şaşırtmıştı.

Çung’un hırsızlıktaki maharetinin bu kadar takdir edilmesinin önemli bir sebebi vardı. Kung-Su kasabasında hırsızlık etmeyen insanın on paralık itibarı yoktu. Çalmak ayıp değildi. Ayıp olan, çalarken yakalanmaktı. Hırsızlık sırasında yakalananlar, bütün kasabada beceremedikleri işi yüzlerine, gözlerine bulaştırdıkları için rezil olurlardı. O kadar ki, hırsızlık yapmayan erkeğe, karısını geçindiremez diye kız vermezlerdi.

Kung-Su kasabasının sembolü haline gelen Çung, yıldan yıla efsanevi bir yaratık oldu.

On dört yaşına gelince, zavallı Çung’un gözlerine perde indi. Görmeyen gözleriyle de, bir zaman mesleğine devam etti.

Bir insan gibi mutfak kapılarının mandalını açar, ocağın başındaki kadın, başını arkasına döndürünceye kadar, ızgaradaki balığı kapar kaçardı.

Kocalarına akşam yemeği yetiştiremeyen geveze kadınlar, hırsız Çung’u bahane ederler,

– Ne yapayım? Balığı ocaktan Çung çaldı!.. derlerdi.

Bir sabah, Çung’un cesedini yüksek bir duvarın dibinde buldular. Çung, vazife başında ruhunu teslim etmişti. Bütün Kung-Su kasabası halkı, gözyaşı döktü, matem tuttu. Çung’a büyük bir cenaze töreni yapıldı. Çoluk çocuk, genç ihtiyar, mezarının başında toplandılar.

Çung’un arkasından, kasabayı bir sessizlik aldı. Ama iki ay sonra bir mucize oldu.

Zavallı Çung’un mezarı üstünde büyük bir bina yükseldi: Vergi dairesi…

Kung-Su kasabası halkı, birbirlerine vergi dairesini gösterip,

– Çung’un ruhu hortladı!.. dediler.

Onlar diyedursunlar bendeniz iki hafta önce yeminli mali müşavirlik mesleğimi bıraktım. Bayburtlu Maliye Bakanı Naci Ağbal, muhasebe ve vergiciliğin bu doruk mesleğine büyük darbeler vurdu ve sonunda bendeniz bu yılın 8 ayını 2 bin TL hasılat ile kapadım ve kararımı verdim, zaten gazetecilik, yazarlık ve YMM’lik birlikte gidiyordu, artık bana yük olanı atacaktım sırtımdan ve bugüne dek pek para kazanamadığım yazarlıktan arayacaktım nasibimi. Ancak vergi dairesine işi bırakma bildirimini verdiğimde karışık duygular içinde idim. Neler olmuştu neler burada, ne kavgalar etmiştim, nice davalar açmıştım vergi dairesine ve hepsini kazanmıştım, fakat bunca yıl çok fazla değişen bir şey olmamıştı. Ama o gün, o bıraktığım gün, kavga ve tartışma yoktu, bana çok iyi davranıyorlardı…

Dün, yayınevi bulursam yayınlatmak istediğim “Vergi Gülmeceleri” adlı kitap dosyama bakıyordum, Aziz Nesin’in işte bu öyküsü çıktı karşıma. 

Bundan böyle artık mührümü de odaya teslim edip meslekle bağımı tamamen kopardığıma göre bu vergi işlerini, meslek odalarının gereksizlik ve yetersizliklerini daha çok yazmam, bildiklerimi, birikimlerimi aktarmam gerek diye düşündüm… Yapacağım bunu…