Kızılelma, fethedilecek menzili belirleyen tek pusulamızdan biri. Aynı zamanda Doğu Roma’nın varisi olmayı başardıktan sonra ordunun gideceği yeri belirleyen tek simgemiz.
Kızılelma, fethedilecek menzili belirleyen tek pusulamızdan biri. Aynı zamanda Doğu Roma’nın varisi olmayı başardıktan sonra ordunun gideceği yeri belirleyen tek simgemiz.
Öyle bir ülkü ki hasretle yaklaştıkça uzaklaşan ve hiç sönmeyen bir yıldız olup Batı Romanın coğrafi ve siyasi yapısına da talip bir fütuhat hareketidir. Dahası her hedefe varıldığında Kızılelma, Topkapı Sarayı'nda Bab-üs-saade önünde sure-i Feth kıraatiyle başlar, yine usul usul fatihalar eşliğinde besmeleyle ileriye doğru kanatlanmak demektir ötelere. Zira Anadolu’dan Tuna boylarına uzanan Evlad-ı Fatihanın Kızılelma aşkı tükenmez de. Avrupa’ya Horasandan Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinin aydınlık ruhunu yaymak gerekti, öylede oldu zaten.
Evet, Ayasofya da İstanbul’un gölgesinde bir kızıl elmaydı. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi ile ülkümüz, Edirne’den Filibe, Sofya, Niş üzerinden Belgrat’a, oradan da Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma (Saint Pierra)’ya sıçrar, sıçramakla kalmaz gönüller de feth olunur. Yani, Kızılelma Saint Pierra kilisesinin üstüne konarak adeta insanlığı selamlamış. Malum olduğu üzere Kanuni devrinde, Şarlken olayı meydana çıkınca Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları teşekkül etmiş. Ya Fatih ne yapmış, o da Ayasofya’ya girerek Bizans’ın saf altından yapılmış kızıl topunu, yani kızıl küresini Kızılelma’ya çevirmiş. Derken o gün, bugün “Kızılelma” bizim ölesiye sevdamızdır. Şayet Viyana, yani Bec Kal’ası feth edilseydi kızıl elmanın varacağı yer hiç kuşkusuz Batı Roma toprakları olacaktı.
O sevda, Resûlullah’ın (s.a.v) “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır” Hadisi Şerifleriyle kıvılcım alır. Yine o kutlu Peygamber (s.a.v)’in “Kayser’in şehri fethedildi. Orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacaktır” sözleriyle sevdamız aşka dönüşüverdi. Öyle bir aşk ki; Hz. Muaviye’nin sevk ettiği ordu içerisinde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde şahadet şerbeti içmesine vesile olacak bir sevda. Seneler sonra şehit düştüğü yerin keşfi Akşemseddin Hazretleri’nin kerametiyle ortaya çıkar ve bu yüce Sahabe’nin mezarının bulunmasıyla birlikte Osmanlı daha da güç kazanacaktır. Zaten Allah önceden Habib-i vasıtasıyla müjdelemişti nihai nurunu tamamlayacak diye.
Resûlullah (s.a.v) Hadis-i Şerifinde “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve O’nun askeri ne güzel askerdir” buyurmuş. Bu hadis-i Şerife nail olabilmek uğruna İstanbul’u fethetme teşebbüsleri olmuş habire. Nitekim nasip; zahiri kumandan “Fatih Sultan Mehmet” ve manevi kumandan “Akşemseddin” ile eli kabza tutmuş gazi alperenler, müderrisler, mollalar ve nice pir-i fani şeyhlere imiş.
Fatih-Akşemseddin ikilisi, Fethi Mübin’in kilit temel taşıdır. O yüce kumandan, biran evvel Hadis-i Şerifin sırrına ermek adına günlerce Akşemseddin’den işaret bekler. Nihayet beklenen müjde şeyhin şu güzel sözleriyle gök kubbede yankılanır:
-“Yarın sabah şu kapıdan (Top kapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar”
Şeyh Akşemseddin; “Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettük” der. Fatih de gereğini yapar ve Feth-i Mübin’i gerçekleştirerek, beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e doğru Hadis-i Şerif’in mana ve ruhuna hürmeten Ayasofya’ya girer girmez, atından inip derhal secdeye varır. İlk Cuma namazı da üç gün sonra orada eda edilir. İmamet’e tabii ki, fethin manevi başbuğlarından Akşemseddin geçecek, hutbeyi de o okuyacaktı. Akşemseddin Hazretleri, bir gönül sultanı edası içinde Fatih namına hutbe irad eyler böylece.
İstanbul’un manevi cephesi kısaca buydu. Fetih nasip olup, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde fethin maddi cephesi, hürriyet fermanıyla çerçevesini bulmuş ve şöyle demişti Patrik’e;
“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet! Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”
Fatih, Patrik’i tayin ve himaye eden fermanıyla Bizans halkının teveccühünü kazanıyordu. Öyle ki, Lukas Nataros; “Latin şapkasındansa Türk sarığı görmek yeğdir” diyebilmiştir. Çünkü Onlar Sakarya’yı Tuna’yla, Dicle’yi de Nil’le dost bilip birbirlerini ayırıma tabii tutmamışlardı. Bu yüzden Anadolu ve Rumeli Osmanlı’nın iki Beylerbeyliği olmayı bilmiştir. Nitekim her ikisi de Devlet-i Aliye’nin misyonuna namzet temel taşı ve göz bebeğidir. Belli ki Fatih Sultan Mehmet’in açtığı bu geniş hürriyet fermanı, sonraki padişahlara da ışık vermiş.
Şöyle ki;
Yavuz Sultan Selim yönünü hep doğuya doğru çevirmiş. İyiki de öyle yapmış. Zira Osmanlı onun sayesinde sırtını Asya ve doğuya, yüzünü de Avrupa’ya ve batıya çevirebilmiştir. Yavuz, gözü kara bir padişah ve celallik yönü daha ağırlıklı, fakat âlimlere de son derece saygılı bir delikanlı varı bir lider hakandı. Fakat Yavuz, Hıristiyanların bir densizlik ve birtakım hataları yüzünden celâllenir ve hepsinin başının kesilmesini emreder. Ancak velâkin Osmanlı’da her emir anında yerine getirilmez. Zira hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilirdi. Nitekim de öyle oldu. Şeyhül İslâm Zembilli Ali Efendi hele bir dur, nedir bu acelen dercesine Padişah’a, “Efendimiz, dedeniz (Fatih) Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı bir ferman vermişti” der. Yavuz, “Ya öyle mi? Fermanı getirsinler de bir görelim.” deyince, Z. Ali Efendi, “Bu ferman bir yangında yanmıştır.” şeklinde cevap verir.
Yavuz’un,“Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların kafasını kesmekten vazgeçmem.” ifadesine gayet soğukkanlı bir tarzda, “Acele buyurmayınız. Ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan iki Müslüman şahitliği kâfidir elbet” Z. Ali Efendi, Yavuz’u tam ikna edemez ve şu cevabı alır:
-“Dedem Fatih, İstanbul’u alalı yetmiş yıl oldu. O zamanı hatırlayacak adamın hiç olmazsa doksan yaşında olması lazım gelmez mi?”
Zembilli Ali Efendi bunun üzerine doksan yaşında iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverdi. Derken yaşlı adamın Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim emrini geri almak zorunda kalır. Ona da o yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devleti idi çünkü... Hukukun üstüne Padişah da olsa çıkamaz. Nizamnameler, fermanlar örften sayılırdı. Onun için buradan bizim tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ yaftalamasında bulunanlara duyurulur, tabii anlayana.
Fatih Sultan Mehmet bununla da yetinmemiş, Feth-i Mübinle birlikte İstanbul’u Medeniyetlerin başkenti ilan etmiş, yani bu güzel şehri Doğu Romanın varisi diyebileceğimiz Roma-Bizans-İslam üçgeninin (medeniyetlerinin) beşiği durumuna getirmiştir. İstanbul, Roma ve Bizans’tan sonra tek kalıcı damga İslâm mührüdür. Öyle bir mühür ki, bizim himayemizde yaşayan farklı kimlik ve etnik gruplar içeren gayr-i Müslimler, gerçek hürriyeti bizim iklimimizde bulmuşlardır. F. Grenard; “Osmanlılar hiçbir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” sözleriyle bu durumu teyit etmişte. Dolayısıyla şimdi Bab-ı âli yanı başımızda. Dahası Bab-ı hümayundan Bab-üs-selam’a kadar nice devlet kapısı varsa hep İstanbul’un Rumeli yakasında.
Yavuz ve Zembilli Ali Efendi arasında geçen karşılıklı münazaraya benzer bir olayda Kanuni devrinde de olmuş. Kanuni Ebussuud Efendi’nin engeline maruz kalmış. Zira ulema, kanunların ve nizamnamelerin hazırlanmasında tek yetkili zümre idi. Avrupa’nın millet meclisinden beklediği şeyi Osmanlı, ulema ve ümeradan bekliyordu. Çünkü ulema ve umara ehramın tepesinde “ehli hal akd” zümresini teşkil ediyordu. Osmanlı’nın yükselişindeki sırlardan biri de bilge insanları baş tacı yapmasıydı. Kanunî’nin kiliseleri camiye tahvil etmek istemesi üzerine Ebussuud Efendi gibi bir ulema, Fatih’in Patrikhane’ye verdiği ahitnameye dayanarak reddetmiştir.
Demek ki Kızılelma, Feth-i Mübin gerçekleşmeden önce Ayasofya idi. Fetih vuku bulunca kızıl elmamız Saint Pierre’nin kubbesine inmiş adeta. Çünkü Kızılelma, gökteki yıldızlar gibidir, ülkü heyecanı tükenmesin diye yakınlaştıkça uzaklaşır. Fakat bu sefer Kızılelma ötelerde değil, ilk defa Kızılelma tarihi seyri şaşırtırcasına hızla yakınlaşmıştır.
Nasıl mı?
Düşünebiliyor musunuz? İstanbul bizim coğrafyamız sınırları içinde olduğu halde, onun gözbebeği ve kalbi hükmünde olan “Ayasofya” yanı başımızda müzedir hala. Dolayısıyla Kızılelma Saınt Pierra’nın üzerinden tekrar Ayasofya’nın kubbesine oturmuş bir kez daha. Öyle ki burnumuzun dibinde Ayasofya, kendi kendine mahkûm etmişiz bir kere. Bunun anlamı gayet açık Kızılelma artık ne Viyana da, ne İtalya’da, ne de ötelerde, gözümüzün önünde ve yanı başımızda artık, yani coğrafyamızda.
Demek ki Çarmıha gerilen Hz. İsa (a.s) değilmiş, gerilen sadece tarih. Geriye kalan içi boş camii, ezan-ı Muhammedi’ye okunmayan minarelerinde ruhu alınmış taş yığını sanki. Her şeyden öte susturulmuş koca bir tarih anıtı. İşte Ayasofya bu, gözümüz önünde cereyan eden bir trajik abide bu. Şimdilerde müze diyorlar, doğrusu neyin müzesi anlamış değiliz. Kendi kendisinin müzesi diyorsanız buna kargalar bile güler. Üstelik içinde müzeye ait, müzelik eşyalar varmışçasına adını gönüllerden silmeye çalışıyorlar. Yoksa onlar taş duvarlara mı müze dememizi bekliyorlar? Onlar bekleye dursunlar, Ayasofya başlı başına tarihi bir hafızamız, o hafızanın zihinlerden silinmesi öyle kolay olmasa gerek.
Önce 1927 yılında 1057 sayılı kanunla, sonra Tuğra kanunu maddelerinden hareketle Osman oğulları’na ait her ne var ne yok, birçok sanat eserleri ve kitabeleri yok etmekle işe koyulmuşlar. Daha sonraları da Ayasofya Camii1934 yılında devrin Maarif Vekili Abidin Özmen’in teklifiyle İsmet İnönü hükümeti tarafından müze haline getirilmiştir. Daha da ileri gidilerek etrafında dört başı mamur minarelerini yıkmayı bile düşünmüşler. Neyse ki İbrahim Hakkı Konyalı’nın raporu uyarınca yıkımdan vazgeçilmiştir.
İbrahim Hakkı Konyalı’nın raporundaki, “Ayasofya’yı büyük mimarımız Sinan payandalarla takviye etti. Sultan II. Selim, hantal görünüşlü Ayasofya’nın kubbesinin kaymaması için poyraz tarafına iki kalın minare daha yaptırdı. Kıble tarafındaki minarelerde, destek vazifesi görürler. Eğer bu minareler yıkılırsa ana kubbe hemen çöker...” ibareleri, nihayet yıkımı önlemeye yetmiştir. Fakat ne yazık ki, bazı vakıf binalarının yanı sıra, vaktiyle Fatih’in yaptırıp ta oğlu II. Beyazıt’ın genişlettiği medresenin yıktırılması önlenememiştir.
Resûlullah (s.a.v)’in Kayser dediği İstanbul, öteden beri, iç ve dış mihrakların ilgi odağı olmuştur. Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’ten son Halife Abdülmecit’e ve Cumhuriyet devrine kadar camii ödevi yapmış, ama gel gör ki 1934’de müze haline getirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki tüm bozguncu entrikaların kaynağında, tekrar camii olabilme endişesi var. Aslına dönmekten imtina edenlerin uykusunu kaçıran olay bu olsa gerektir, yani “Kızılelma tekrar ötelere sıçrar mı?” düşüncesidir.
Dedik ya, Ayasofya suskun, aynı zamanda gönüllerde mahzun. Kendi kendisinin müzesi durumunda olan Ayasofya’ya zaman zaman bir görev daha verilmek istenmiş. Bu yeni vazife ise dans gösterilerine sahne olması için mekânlık ve konukluk ifa etmek. 1995 yılında işbaşında bulunan hükümet, bunu çekinmeden yapmışta. Onlar önceden, halkın bu denli tepkisi ile karşı karşıya kalacaklarını tahmin etmedikleri için, böyle bir karar alma cüretini gösterebilmişler de. Neyse ki sonunda kamuoyunun sağduyusu galip gelmiş, derken hevesleri kursaklarında kalmıştır.
Onlar müze, müze dedikçe Ayasofya her geçen gün aslına dönmenin eşiğinde. Galiba sağduyu çağırdıkça, o aslına dönecektir elbet... Önce Kudüs, Şam, Bağdat, Mekke, daha sonra da İstanbul esir alınmak isteniyor sanki. Bu sıraladığımız merkezler aynı zamanda medeniyetlere ışık saçan başkentlerdir.
Papa VI. Paul ve etrafındaki zevatla birlikte İstanbul’a gelip Ayasofya’da diz çöküp dua edebilmiş ve hiçbir resmi muamele görmemiş, kendi insanımız ise kendi öz yurdunda öksüz muamelesi görerek namaz kılınmasından mahrum edilmek istenmiştir. Acaba hem Ayasofya, hem de gönüller mi öksüz? Fatih’in Akşemseddin’in arkasında durduğu, eda ettiği namaz hala gönüllerde taptaze bir “Kızılelma”dır. Bütün müminler Fatih’in o ihtişamlı günlerini andırır vaziyette namaz kılabilmenin heyecanını yüreklerinde hissediyor, hatta aslına döneceği günleri bekliyorlar. O halde Papa VI. Paul’a tanınan hak, insanımızdan esirgenmemeli. Bu heyecanı görmezden gelenler, şunu iyi bilsinler ki Ayasofya tarihi kimliğine kavuşacağı günleri bekliyor.
***
Ayasofya öz kimliği ile ayağa kalktığında gönüllerdeki heyecan ister istemez durulacak. Bir gün elbet “Kızılelma” bir rüya değil, hakikat olacak. Daha başka ne diyelim, bize "inşallah" demek düşer… Şimdilik!
Mayıs 2012