Cumhuriyetin ilk yıllarında KİT eliyle ekonomiye start verilmesi gayet tabii bir durumdu. Zira o şartlarda ekonomik bilinç ancak KİT eliyle gerçekleştirilebiliyordu. Ancak zaman içerisinde devlet ekonomide tekelleşmesini sürdürmeye devam ettikçe KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) faydadan çok zarar getiren bir mekanizmaya büründüğü anlaşıldı. Derken hantal devlet aygıtının sırtımızda bir kambur olmanın ötesinde toplumumuzun refahını sekteye uğratan hüviyete dönüştüğü görüldü.
DP’nin halk kitlelerince işbaşına getirilmesiyle ekonomide iyileşmeler oldu diyebiliriz, en azından bu dönemde ekonomik anlayışlar değişti. Nitekim 1950’lerden sonra sanayici devletten teşvik ve proje yardımı görerek yeni sanayi hamlelerin kapısı aralanıverdi. Bu ilk adımın sanayileşme yolunda müspet bir atılım meydana getirdiği muhakkak. Bu yüzden Türkiye'de sanayicinin mevcut konumuna gelmesi başlangıçta devletin proje ve teşvik katkılarına borçludur. Fakat başlangıçta ki bu anlayışın zamanla rantiyeye dönüşmesi çarpık sistemin getirisi olarak karşımıza çıkıverdi.
Evet, ilk dönemlerde birçok şirket kâh devletten proje alarak, kâh kredi alarak yatırımlarını gerçekleştirebiliyorlardı, ama bu durum bir yere kadar devam edebilirdi. Öyle ki bir noktadan sonra sistem alarm verince tıkanıp kaldık. Çünkü bir kısım sanayicimiz artık devletten destek almadan, kendi ayakları üzerine hareket ederek yatırımlarına devam etmek istiyordu. Ama her nedense spekülatif anlayış bu yolu tıkama cihetine gitmiştir. Zaten devletin bugün ekonomiden elini tam manasıyla çekme isteği bu durumu ziyadesiyle teyit ediyor. Dolayısıyla ülkemiz, merkezden yönlendirme alışkanlığını artık bırakması gerekir yeni bir anlayış olarak ortaya çıktı. Doğrusuda buydu zaten, zira merkezden empoze edilen her müdahale insanımıza yatırımcılık ruhunu törpülemekteydi. Şayet bu merkezi anlayışta ısrar edilseydi bugün geldiğimiz noktada asla 2023 hedefinden söz edemeyecektik. Düşünsenize eski Türkiye’de adı konulmamış olsa da, aslında üstü açık komünist uygulamalar mevcuttu. Gerçektende düşündüğümüzde devletin her işe burnunu soktuğu ve hiçte yabancısı olmadığımız komünist ve sosyalist ülkelerde görülen uygulamaları hatırlatır bize. Elbette ki üretkenliğin olmadığı yerde ne kadar kalkınmadan bahsedersek bahsedelim, onun adı düpedüz komünizmdir. Kaldı ki batılı ülkelerin sosyalist akımları bile kendi açılarından önemli diyebileceğimiz ekonomik revizyon sürecini başlattılar. Nasıl mı? Bilhassa batılı sosyal demokratlar sosyal demokrasi adı altında, eski sosyalist komünist klasik söylemlerden vazgeçerek yeni fikirlere yönelmesiyle elbet. Bizde ise ne yazık ki bu yeni söylemin adı moda tabirle sosyal demokrasi olarak sahne aldı. Yani batı tipi söylem değildir bu. Zira batıda sosyal demokrasi tanımı liberal bir eksene oturtulan bir kavramdır. Dahası sosyal demokrasi kavramı, plan ekonomisi ve refah devleti gibi ilkelerden vazgeçilip üretkenliği ön plana alan bir yapıya terfi etmenin adıdır. Özellikle İngiltere’de üretkenliği esas alan sosyal demokrasi dalgasının hızla yayıldığına şahit olduk bile.
Türkiye’de bir zaman uygulanmak istenen metot ise bildiğimiz klasik sosyalist anlayıştır. Kelimenin tam anlamıyla ekonomimiz devletçi zihniyete teslim edilip girişimci sanayicilerimizin önü spekülatif ruhla birlikte köreltilmek istenen zihniyettir. Oysa Türkiye’de sol dünyada gelişmelere uygun bir hamle yapabilseydi, dünyadan bihaber olarak fosilleşmeyeceklerd.
Türkiye’de şu da var ki sanayileşmiş bilgi toplumu şuuru sadece sol kesimin çıkmazı değil, toplumun büyük kesimi de devlet baba geleneği alışkanlığından olsa gerek bu şuur daha henüz tam manasıyla yerleşememiştir. Nitekim bu şuur yerleşemeyince de 2002 ekonomik krizi ile birlikte patlak veren spekülatif endişeler, üretim artışına yönelik olumsuz faaliyetleri bir anda nasıl etkilediğini hep beraber acısını yaşamış olduk. Hele hele o günlerde devletin girişimcilik ruhuna yeteri kadar eğilmemesi, ister istemez spekülatif kazanç peşinde olan bir takım şirketlerin iştahını kabartmaya yol açmasına yetmiştir. Derken sanayicilerimiz, girişimci olmaktan çok spekülatör işadamı rolüne bürünmüşlerdir. Tabii bu arada unutmayalım ki o yıllarda iyi niyetli bir takım sanayi iş adamlarımızın çığlıkları da, o günün spekülatörlerce bastırılmaktaydı.
Evet, o yıllarda sanayiciliği tabana yayacak politikalar gerekiyordu ama maalesef bu yapılamadı. Üstelik dünyanın gelişme seyrinden de bihaberdik. Oysa dur durak bilmeyen dünyamızda, ülkemizin konumu sanayileşmiş bilgi ötesi Türkiye olmalıydı. Ama gel gör ki dünyanın gidişatının tam tersine bir yol izlemek bize pahalıya mal oldu ve ister istemez 2002 ekonomik krizi patlak verdi. Üstelik o yıllarda mevcut sistem faize kurulu bir yapılanmadan beslendiği için, yatırımı ve üretkenliği boğmaktaydı. Hatta Türkiye’de yaşanan çarpık ekonomik durum, bir takım iş çevrelerini faiz müptelası haline getirmiş ve hızla kolay yoldan köşeyi dönme arzusu toplumu A’dan Z’ye etkilemiş durumdaydı. Üretkenlik, girişimcilik ve yatırımcılık gibi güzel unsurlar çoğu kez lafta kalmaktaydı. Uygulamada faizli kazanç baş tacı yapılmıştı. Hiç kuşkusuz bu yüzkarası bir durumdu.
Bakın bu ülkenin önde gelen Musevi ve müteşebbis vatandaşı İshak Alaton o yıllarda ne diyordu:
-“Faiz müptelası yapıldım, kolay para kazanma bağımlısı oldum. Geçen günlerde yalnızca bir hafta sonu yüzde 360 ile bankada tuttuğumuz paradan, Amerikalı bir yatırımcının bir yılda kazandığı kadar faiz kazandım. Bu utanç verici bir durum ama Türkiye’nin ekonomik durumu bizleri bu hale getirdi. Bu benim ve benim durumumda
bulunanların ezikliğinin çığlığıdır, isyanıdır....”
Bilhassa Ecevit Hükümetinin o yıllarda yanlış ekonomik politikaları sonucu sistem sanayiciyi faiz spekülatörü haline sokmuştu. Yani sanayiciye biçilen misyon, sadece spekülatif girişimcilikti. İşte bu zihniyet sanayileşme yolunda yarınlarımızı çalan en büyük engel bir handikabımız oldu. Devlet ise o sıralar sürekli piyasadan para çekmekle meşguldü, çekilen paralar da bari iyi alanlarda kullanılsa gam yemezdik, yetmedi sermaye sağlıksız alanlarda heba edilerek özel girişimciliğin önüne set çekilmekteydi. Devletin üstelik ara sıra göstermelik yatırımları özel girişimciliğin meydana getirdiği artı değerleri de silerek yeni kamburların türemesine yol açmıştı. İşte böylesi bir ekonomik yapılanmada, tabiî ki özel girişimciliğin dal-budak salması imkânsızlaşacaktı.
Sözün özü eski Türkiye’de mevcut sistem rantiyecilerin ve bedavadan para kazanmaya alışmış odakların işine yarıyordu. O yıllarda siyasetimiz kısır çekişmelerle oyalanırken, sanayicilerimizde spekülatörlere kurban ediliyordu. Sadece karanlık odaklar mı? Elbette ki hayır, mevcut durumdan spekülatörler de pastadan pay kapma adına yatırım yapmadan kolay bir kazanç elde ediyorlardı. Aslında Türkiye’nin önü açık olmasına açıktı ama bu kördüğümü açacak yeni bir sistem kuramama sancısının bedelini yanlış siyasetçileri başa getirmek ya da bir başka ifade ile 28 Şubat ürünü ANASOL (Ecevit) hükümetini işbaşına getirmekle ödedik. Ne zaman ki yatırıma yönelmeden sermayelerine sermaye katan mekanizmanın ardında ki çarpık sistemi sorgulanmaya başlandı, işte o zaman sanayimiz canlanmaya başladı diyebiliriz. Türkiye’de öyle bir çarpık sistem kurulmuştu ki, adeta spekülatör çevrelerin ekmeğine yağ sürülmekteydi. Vicdan sahibi sanayicilerin bir kısmı elbette ki bundan rahatsızlardı. Fakat başka ne yapabilirlerdi ki, o günleri bu kötü gidişe dur diyecek daha henüz siyasi irade belirmemişti. Neyse ki 2002 krizi sonrası siyasi irade belirince spekülatörler artık eskisi kadar cirit atamıyorlar. İşte bu Türkiye adına yeniden ümitlerin yeşerdiği sevindirici bir gelişmeydi. Yine de bizi bu hale getiren eski çarpık sistemin yaraları daha tam manasıyla sarılmış sayılmaz. Umudumuz o dur ki, Başkanlık sistemiyle geçişimizle birlikte eski Türkiye’de yaşanılan ekonomik krizin derin etkileri henüz tam anlamda silinmemiş olsa da 2023 hedef azmi ve heyecanı yüreklere su serper durumda.
Velhasıl; Yeni Türkiye’de rantiye değil üretim kazanacaktır. Buna inancımız tam da.
Vesselam.