Değerli yazar Afşar Çelik’in imzalayıp yolladığı iki öykü kitabını okuyup bitirdim. Bunlardan ilki bir gülmece öykü kitabı ve de ödüllü. Adı: Adayımızsın Hayrettin. Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışmasında birinci olmuş. Kitap Bilgi Yayınlarınca basılmış.
O ki gülmecemizin bu büyük ustasının adına düzenlenmiş bir yarışmada ödül almış Afşar Çelik Kardeşim, ben de kitabını anlatmaya Muzaffer İzgü’nün sözleriyle başlayayım:
“Gülmecenin topu var, çok güçlü bir silah. İşte o silahla vurursunuz otoriteyi. Onun için de yöneticiler hiçbir zaman gülmececileri sevmemişlerdir. Onlar hep komiklik olsun isterler, çünkü gerçek gülmece onların otoritesine dokunmaktadır, okuyanı düşünmeye yönlendirmektedir. Çünkü gerçek gülmecenin mutlaka bir mesajı vardır, o mesajın ucunda da birileri vardır. O mesajla çelişkiyi vurgular, okurun gözü önüne koyarsınız. Şunu unutmayalım ki gülmece kıvrak bir zekâ ürünüdür. Bunu algılayanın da zekâsı kıvraktır. Ve iki zekânın kıvılcımının çakması önemlidir.”
Evet Usta haklı; Recep İvedik’le, Teyyo Pehlivan’la gülüp geçen/geçinen/yetinen, gülmeceyi de bundan ibaret sanan bir halkımız var. Benim “Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan” adlı bir gülmece öykü kitabım var, okundu da… Gelgelelim gülmece öykü olduğu bir türlü kafalara dank etmedi, onları benim yazdığım kabullenilmedi “Ne güzel fıkralar toplamışsın Hocam” dediler, sanki ben fıkra derleyicisiyim. Elimde şimdi bir gülmece öykü dosyam var, fakat yayınevlerine yollamaya elim gitmiyor.
Evet neyse Afşar Çelik’e gelelim. Afşar, toplumu iyi gözlemlemiş, çelişkileri kıskıvrak yakalamış, özellikle şu son 17 yılda dinbaz, Atatürk, Türklük ve Cumhuriyet rejimi karşıtı kin, intikam, rövanş gösterileri ve icraatlarını ve bunların toplum ve bu çevrelerdeki yansımalarını bir bir dökmüş ortaya.
“Memleketin güreşten sonraki en sevilen ata sporu maalesef siyasetti” diyor Çelik ve bu ata sporunu yapmaya yeltenenlerin komik, düşündürücü, tiksindirici hallerini de anlatıyor akıcı ve vurucu bir biçemle.
Güzel de tiplemeler var: Şeyh Hıdrettin Efendi, Şeyh Hadi, Tilki Merdan gibi…
Bu kitabın 34. Sayfasından bir bölümü ilginize ve dikkatinize sunmak istiyorum tadımlık olarak:
“Hak yolunda putperest Moğollara isyan edip de Müslüman sofralarına helal gıdalar temin etmek için sarığını sarıp da şapka zulmüne karşı çıktıktan sonra… Ümmetin maklube, kebap ve piyaz ve sarmısaklı yoğurtlu ali nazik yemesine vesile olmak üzere silaha sarılmış bu mübarek mücahit, domuz yemekte beis görmeyen, Müslüman sofralarını rakı masasına döndüren, beynamaz ve dahi laikçi Türklerce şehit edilmiştir.”
İşte Afşar Çelik’in en çok yerdiği haller bu haller, tipler bu tipler…
Ama ben bu kitaptaki en son öyküyü çok sevdim, hatta bayıldım diyebilirim. Gülmece öykü değil bana göre, iç acıtan, tepki duyurtan ve çok pek çok düşündüren bir öykü. Adı “Kapanış Perdesi” bu öykünün. Öykünün geçtiği mekân tiyatro, benim kutsal bildiğim hatta “Caminin yetiştirdiği insan tiyatronun yetiştirdiği insanın eline su dökemez” diye yücelttiğim yer (bu yüceltmeden dolayı az küfür yemedim ha)… İşte bu tiyatroların değerini bilmeyen insanların eline geçen ve onların ayak takımı tarafından “muhafaza”ya alınan bu yerlerin sahnesine yazarımız bir gece Muhsin Ertuğrul’la Bedia Muvahhit’i getiriyor, onları o nazik ve bilge üsluplarıyla konuşturuyor, sonra o ayak takımı ile karşılaştırıyor, ayak takımı her zamanki kabalık ve hoyratlıkları ile tepki gösteriyorlar ama Türk Tiyatrosunun gelmiş geçmiş ne kadar ünlüsü varsa hepsi birden orada beliriyorlar ve bu cühela takımı ve zihniyetlerini püskürtüyorlar.
Herkes okumalı bu kitabı, özellikle de bu son öyküyü.
Afşar Çelik’in ikinci kitabı “Tuna’nın Türk’ü, Tuna’nın Türküsü” adını taşıyor. Töre-Devlet Yayınları arasından çıkmış. Afşar Çelik, Tuna Boylarında, özellikle de Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımızın çektiklerini, yaşadıklarını, savruluşlarını, göçlerini ve göçmenliklerini anlatıyor 103 sayfalık bu kitapta… Birikimi çok “muhacirlere” dair yazarın, Türklük bilinci tam ve kalemi güçlü. Tipleme ve vak’alar çok çarpıcı ve ilginç.
Bu kitabı da hararetle salık veriyorum herkese.
O ki gülmecemizin bu büyük ustasının adına düzenlenmiş bir yarışmada ödül almış Afşar Çelik Kardeşim, ben de kitabını anlatmaya Muzaffer İzgü’nün sözleriyle başlayayım:
“Gülmecenin topu var, çok güçlü bir silah. İşte o silahla vurursunuz otoriteyi. Onun için de yöneticiler hiçbir zaman gülmececileri sevmemişlerdir. Onlar hep komiklik olsun isterler, çünkü gerçek gülmece onların otoritesine dokunmaktadır, okuyanı düşünmeye yönlendirmektedir. Çünkü gerçek gülmecenin mutlaka bir mesajı vardır, o mesajın ucunda da birileri vardır. O mesajla çelişkiyi vurgular, okurun gözü önüne koyarsınız. Şunu unutmayalım ki gülmece kıvrak bir zekâ ürünüdür. Bunu algılayanın da zekâsı kıvraktır. Ve iki zekânın kıvılcımının çakması önemlidir.”
Evet Usta haklı; Recep İvedik’le, Teyyo Pehlivan’la gülüp geçen/geçinen/yetinen, gülmeceyi de bundan ibaret sanan bir halkımız var. Benim “Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan” adlı bir gülmece öykü kitabım var, okundu da… Gelgelelim gülmece öykü olduğu bir türlü kafalara dank etmedi, onları benim yazdığım kabullenilmedi “Ne güzel fıkralar toplamışsın Hocam” dediler, sanki ben fıkra derleyicisiyim. Elimde şimdi bir gülmece öykü dosyam var, fakat yayınevlerine yollamaya elim gitmiyor.
Evet neyse Afşar Çelik’e gelelim. Afşar, toplumu iyi gözlemlemiş, çelişkileri kıskıvrak yakalamış, özellikle şu son 17 yılda dinbaz, Atatürk, Türklük ve Cumhuriyet rejimi karşıtı kin, intikam, rövanş gösterileri ve icraatlarını ve bunların toplum ve bu çevrelerdeki yansımalarını bir bir dökmüş ortaya.
“Memleketin güreşten sonraki en sevilen ata sporu maalesef siyasetti” diyor Çelik ve bu ata sporunu yapmaya yeltenenlerin komik, düşündürücü, tiksindirici hallerini de anlatıyor akıcı ve vurucu bir biçemle.
Güzel de tiplemeler var: Şeyh Hıdrettin Efendi, Şeyh Hadi, Tilki Merdan gibi…
Bu kitabın 34. Sayfasından bir bölümü ilginize ve dikkatinize sunmak istiyorum tadımlık olarak:
“Hak yolunda putperest Moğollara isyan edip de Müslüman sofralarına helal gıdalar temin etmek için sarığını sarıp da şapka zulmüne karşı çıktıktan sonra… Ümmetin maklube, kebap ve piyaz ve sarmısaklı yoğurtlu ali nazik yemesine vesile olmak üzere silaha sarılmış bu mübarek mücahit, domuz yemekte beis görmeyen, Müslüman sofralarını rakı masasına döndüren, beynamaz ve dahi laikçi Türklerce şehit edilmiştir.”
İşte Afşar Çelik’in en çok yerdiği haller bu haller, tipler bu tipler…
Ama ben bu kitaptaki en son öyküyü çok sevdim, hatta bayıldım diyebilirim. Gülmece öykü değil bana göre, iç acıtan, tepki duyurtan ve çok pek çok düşündüren bir öykü. Adı “Kapanış Perdesi” bu öykünün. Öykünün geçtiği mekân tiyatro, benim kutsal bildiğim hatta “Caminin yetiştirdiği insan tiyatronun yetiştirdiği insanın eline su dökemez” diye yücelttiğim yer (bu yüceltmeden dolayı az küfür yemedim ha)… İşte bu tiyatroların değerini bilmeyen insanların eline geçen ve onların ayak takımı tarafından “muhafaza”ya alınan bu yerlerin sahnesine yazarımız bir gece Muhsin Ertuğrul’la Bedia Muvahhit’i getiriyor, onları o nazik ve bilge üsluplarıyla konuşturuyor, sonra o ayak takımı ile karşılaştırıyor, ayak takımı her zamanki kabalık ve hoyratlıkları ile tepki gösteriyorlar ama Türk Tiyatrosunun gelmiş geçmiş ne kadar ünlüsü varsa hepsi birden orada beliriyorlar ve bu cühela takımı ve zihniyetlerini püskürtüyorlar.
Herkes okumalı bu kitabı, özellikle de bu son öyküyü.
Afşar Çelik’in ikinci kitabı “Tuna’nın Türk’ü, Tuna’nın Türküsü” adını taşıyor. Töre-Devlet Yayınları arasından çıkmış. Afşar Çelik, Tuna Boylarında, özellikle de Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımızın çektiklerini, yaşadıklarını, savruluşlarını, göçlerini ve göçmenliklerini anlatıyor 103 sayfalık bu kitapta… Birikimi çok “muhacirlere” dair yazarın, Türklük bilinci tam ve kalemi güçlü. Tipleme ve vak’alar çok çarpıcı ve ilginç.
Bu kitabı da hararetle salık veriyorum herkese.