Allah Resulü nübüvvet yönünün yanısıra, bir sosyal özelliği de ticaret insanı olmasıydı. Genç yaşta ticari kervanın başına getirilen Peygamberimiz (S.A.V.), bir anda Hz. Hatice anamızın dikkatini çekmiş olsa gerek ki bu teveccüh evliliğe dönüşmüştü. Dolayısıyla bundan hareketle İslamiyet’in doğuşunda ticaret hayatın önemli rol oynadığını söyliyebiliriz.
Allah Resulü nübüvvet yönünün yanısıra, bir sosyal özelliği de ticaret insanı olmasıydı. Genç yaşta ticari kervanın başına getirilen Peygamberimiz (S.A.V.), bir anda Hz. Hatice anamızın dikkatini çekmiş olsa gerek ki bu teveccüh evliliğe dönüşmüştü. Dolayısıyla bundan hareketle İslamiyet’in doğuşunda ticaret hayatın önemli rol oynadığını söyliyebiliriz.
Kervan yolları, kervansaraylar deyip geçmeyelim medeniyetlerin oluşmasında ve bilhassa fütuhatta fevkalade aksiyona sahiptirler. Aynı durum ipek yolu üzerinden gelip bir medeniyet akışıyla Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya göç eden Türkler içinde geçerli.
Her bir göç yeni bir başlangıç demekti zaten. Bu yüzden göçmen kabilelerin gözü kulağı hep bu yollar üzerinde olmuştur. Niye olmasın ki bu yolların kesiştiği noktalar aynı zamanda büyük gelir kaynağı idi. Nitekim yolların ticari kervanlara kazandırdığı tecrübe ilerde ahiliğin doğmasına ilham olabilmişte.
Bilindiği gibi Batı medeniyetinde ahilik yoktur, lonca teşkilatları vardır. Bu yüzden Batı medeniyeti ticari hayatını dini tavırdan soyutlamış, yani örgütlenmesini din dışında gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla onların vicdanları cüzdanlarıdır. Ya adalet, ya hukuk ne durumda derseniz, maalesef o da tozlu raflarda. Oysa bizdeki Ahi teşkilatı manevi iktisadi kurumsallaşmanın adıdır.
13. yüzyıl Anadolu’suna baktığımızda umut ve umutsuzluk iç içedir. Hakeza Moğollarla Bizanslılar arasında kıyasıya mücadeleler umudu umutsuzluğa dönüştürmüş, öyle ki gel-git (med-cezir) manzaraları sıkça görülür hal almıştır. Bu durumda bir ruh hamlesi devreye girmeliydi, girdi de. Malum olduğu üzere Horasan Erenlerin yetiştirdiği Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş-i Veliler Anadolunun yeni kalp ustalarıdır. Onlar sayesinde Anadolu sil baştan mamur hale geliverdi. Demek ki Ahiliğin kaynağı olan Aki’lik Orta Asya’dan getirilip İslamla harmanlaşması neticesinde tasavvufi mahiyete kavuşabilmiş. Hatta hem musiki hem de sanat bu tasavvufi ruhtan nasiplenmişte.
Ahiliğin kökeni Abbasi Halifesi Nasır lidinillah’ın (1180–1225) kurduğu futuvvet teşkilatına dayanır. Ahilik Horasan Erenlerinden aldığı ruhla her giriştiği ticari ve ahlaki inşada başarıya ulaşmakta zorluk çekmez. Çünkü Ahilik herhangi bir zanaata yönelik teşkilatın ötesinde bir terbiye ocağı, bir sivil meslek örgütlenmesi, aynı zamanda Erenler ocağıdır.
Halife Nasır Li-dinillah önderliğinde müesseseleşen fütüvvet organizasyonu günbe gün İslam dünyasına hızla yayılırda. Şurası bir gerçek ki İslam toplumunda feta, ya da fityan diye anılan organizasyonun Irak, İran ve Horasan bölgesinden çıkması fütüvvetin sufilikle kolayca kaynaşmasına zemin hazırlamıştır. Hatta Halife Nasır bu organizasyona girişirken Şahabeddin Es Suhreverdi’den faydalanmıştır. Zira Ortaçağ İslam âleminin önemli tasavvufi pınarlarından Sühreverdiliği bugünkü Türkiye’ye yayan da Şihabeddin Ömer Sühreverdi’dir zaten. Bu gönül Sultanı Abbasi Halifesi En-Nasır Li-dinillahın liderliğindeki Fütüvvet ocağına renk katmak için Selçuklu Hakanı I. İzzeddin Keykavus’a elçi olarak tayin edilmiştir. Anlaşılan Fütüvvet kavramı VIII. yüzyıldan itibaren bir tasavvuf terimi olup Fütüvvetin ilk teması ise I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanındadır. Halifenin çalışmaları çerçevesinde Anadolu Selçuklu Hükümdarı bu anlamda Hocası Mecdüddin İshak’ı Bağdat’a elçi olarak görevlendirmiş, öte yandansa Endülüslü büyük mutasavvıf ve mütefekkir Muhyiddin Arabî, Evhaduddin-i Kirmani gibi büyük Evliyaları Anadolu’ya getirmeyi bilecektir. Nitekim İbnü’l Arabî Malatya ve Konya’da bir süre bulunarak hem talebe yetiştirmiş hem de dönemin hakanlarına vaaz-ı nasihatlerde bulunmuştur. Hakeza Vahdeti vücud fikri de ona aittir. Her ne kadar Füsu’l Hikem ve Fütühatü’l Mekkiye eserleriyle yanlış anlaşılıp, hatta tekfirlikle suçlanmaya maruz kalsa da o itibarını yitirmemiştir. İbnü’l Arabî bu arada Anadolu’da Sadreddin-i Konevi gibi büyük bir halife yetiştirecektir.
Ahi Evran’ın Kirmani’in damadı olması Ahilikle fütüvvetin ya da tasavvufi bağlantısını ortaya koyar. Böylece Ahilikle özdeşleşen esnafa mesai sonrası Tekke ve zaviyelerde şeyh mürid ilişkisiyle konumuna farklı boyut kazandırılıp, terim olarak Ahilik esnaf ve sanatkârlar birliğine dönüşür.
İran’ın Batı Azerbaycan kasabasında 1171 (H.567) yılında dünyaya gelen Ah-i Evran’ın yetişmesinde Fahreddin Razi ve Hace Ahmed Yesevi’nin talebelerinin çok büyük katkıları söz konusudur. Onların himmet ve bereketiyle yüksek makamlara ulaştı. Zira o, Şahabeddin es-Sühreverdi gibi büyük bir âlimin sohbetlerinde de bulundu. Bir Hac yolculuğunda da Evhadüddin Hamid Kirmani (Kezmani) ile tanışıp vefatına kadar onun terbiyesi dairesinden hiç ayrılmadı. Bir gün Konya’da Sadreddin-i Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine Muhyiddin Arabî ve Şeyh Evhadüddin ile birlikte Anadolu’ya gelir. Burada Şeyhi Kezmani’nin kızı olan Fatıma Bacı ile evlenir. Şeyhi ile birlikte Anadolu’yu karış karış gezip, özellikle vaazlarını esnafa yönelik dünya ve ahiret işlerini tebliğ ederek geçirir. Böylece üstün hizmetleriyle tasavvuf yolunda manevi mertebeler kat eder. Öyle ki Şeyhinin vefatından sonra da irşad görevini daha da hızlandırıp, yaklaşan Moğol kasırgasına karşı halkın bilinçlenmesini sağlamayı da ihmal etmez. Bununla da yetinmeyip esnafın gönlünü de kazanarak şehir ve kasabalarda gönüllü milis kuvvetleri oluşturdu. Kurduğu teşkilatlar sayesinde aç’a aş, açığ’a bez verme anlayışıyla halkın önce güvenini elde edip, ardından da Moğollara karşı kahramanca mücadele edebilecek gönüllü halk milislerinin doğmasına vesile olmuşlardır. Bu sayede ileriki günlerde gazi dervişler çok büyük mücadele örneği sergileyeceklerdir.
Asıl adı Nasıruddin Mahmut olan Ahi Evran, ahiliğin Anadoludaki kurucu pirimizdir. Kendisi dahi ustalığı ile ün salmış bir debbağ (derici) idi. Ahi Evran; esnaf sanatkârlarını cömertlik, ahlak, yardım severlik, misafirperverlik etrafında birleştirip bir sivil toplum örgütü haline getirmeyi başaracaktır. Bu yüzden, o otuz iki meslek örgütünün Pir’i olarak kabül görür.
Fütüvvet mensubu olmak, meslek için şart değildi, ama ahilikde ise önemli bir haslet. Ahiler gündüzleri esnaf, geceleri ise her biri birer derviş, gerektiğinde de heran istilacılara karşı birer kadife eldiven içerisinde demir yumruk diyebileceğimiz milis kuvvetleri idiler.
Şeyhin siyasi gücünden korkan yöneticiler onu çeşitli şehirlere sürmüş, göz hapsinde tutmuşlar, derken bir bahaneyle gittikçe çoğalan nüfuzundan rahatsız olanlar ilgili yerlere şikâyet etmeleri sonucunda Ahi Evran’ın beş yıl tutuklanarak hapiste yatmasını sağlarlar. Bu sırada fırsatı ganimet bilen Moğollar Kayseri’yi kuşatma altına alırlar. Kuşatılan halkın bir kısmı şehit, bir kısma da esir düşerler. Zira esirler arasında Ahi Evran’ın hanımı Fatıma Bacı’da vardır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Ahiler Moğollara karşı mücadeleden yılmadan, bıkmadan, usanmadan, zaman zaman gerilla türü savaş diyebileceğimiz taktikle karşı koyup savaştılar bile.
Ah-i Evran’ın beş yıl tutukluğunun ardından Denizli’ye gider ve ardından Sadreddin Konevi’nin isteği üzerine Konya’ya dönerek irşadla meşgul olur. Konya’da Şemsi Tebrizi’nin şehit edilmesi olayından sonra Kırşehir’e (Gülşehri) yerleşir. Orada yerleşir yerleşmez hızla çevresinde pek çok kimse toplanmaya başlar. Hatta herkesin korkarak kaçıştığı Evran isimli büyükçe bir yılanın kendisine itaat etmesini görenler Ahi şeyhine yılanın kardeşi anlamına gelen Evran, İslamiyete yaptıkları hizmetlerinden dolayıda Nasıruddin lakabı verildi, ama o hala gönüllerde Ahi Şeyhi, ya da Ahi Evran olarak anılır hep.
Moğollar, sevenlerin çığ gibi büyümesinden endişe duyup, Kırşehir Emir’ine baskı yaparak Ahi şeyhinin vücudunun ortadan kaldırılmasını isterler. Nihayet baskıların ardı sırası kesilmeyince, Ahi Evran; Moğollara karşı başlattığı mücadele sonucu 1262 (H.660) yılında Kırşehir de şehit edilir.
Ahilik Anadolu’da teşkilatlandı, ama Asya’daki hatıraları da unutulmadı. Anılar tazelenince ahilik insanı kardeş yapmış ve toplumsal aydınlatmayı gerçekleştirmiştir.
13. yüzyılda Ahi Evran’ın Hanımı Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılarda Bacıyan-ı Rum adlı örgütlenmeyle Söğüt cıvarında Kayı Boyundan gelen Ertuğrul Gazi’nin açtığı sancağın etrafında toplanan uçbeylerine dâhil olarak Ahilerle birlikte ilerisi için ümit kaleleri oldular. Öyle ki zaman içerisinde Osman Gazi, Ahi Şeyhi Edebali’nin kızı ile evleniyor ve bu evlilik sayesinde beyliğin ahilik ile sessizce kaynaşması gerçekleşiyor. Dahası ahiler; Ahi Şeyhi olan Şeyh Edebali ile Osman Gazi arasında oluşan akrabalık vasıtasıyla Osmanlı ile bağlarını daha da güçlendiriyorlardı. Hatta ahiler doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri de terbiye ederek Osmanlının gücünü artırıyorlardı. Hele hele Fatma Bacı’nın yetiştirdiği bacılarda Bacıyanı Rum teşkilat ağı ile tıpkı diğer Ahiyan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum örgütlenmesi gibi fonksiyonel nitelik kazandılar.
Ahi teşkilatına girebilmek için ilimle sanatla meşgul olmak gerektiği gibi, birtakım kaide ve kurallara da uymak zorunluluğu vardır. Yani alçak gönüllü, fakirleri seven, beylerin ve zenginlerin kapısına gitmememe gibi bir dizi usule riayet şarttır.
Bazı araştırmacılar Divani Lügatit Türk’de geçen ‘akı’ sözcüğünün, cömert veya eli açık anlamına gelen ahiliğe dönüştüğünü ileri sürerler. Bir Ahi’nin üç şeyi açık olmalı; yani hem eli açık, hem sofrası açık, hem de kapısı açık (misafirperver) olmalıdır. Yine Bir Ahi’ni üç şeyi de kapalı olmalıdır. Bunlar gözü harama kapalı tutmak, dili lüzumsuz sözlere karşı bağlı kılmak ve ar, hayâ ve namus uğruna beline sahip olmak gibi özelliklerdir. Belli ki Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin; ‘Eline, diline ve beline sahip ol’ düsturu esas alınmış. Mesela dilin bağlı olmasını şöyle yorumlanabilir. Fikir isyan etse de sükût lehçesini bildikten sonra söze ne gerek var ki manasınadır.
Osmanlı kurulduğu dönemde göç olaylarından dolayı karmaşa içerisinde idi. Ahiler tüm bu keşmeşeye rağmen tasavvufi prensipler çerçevesinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Fakat bütün bu faaliyetlerin umrandan uygarlığa dönüştürecek bir erk’e ihtiyaç duyuluyordu. Dönemin meşayihi, uleması, umerası ve onlara bağlı eli kabza tutmuş gazi alperenler, halkı kartal yuvasından (Selçuklu coğrafyasından) çıkararak Söğüt burçlarında el ele, gönül gönüle verip ihtiyaç duyulan devletin Osmanlı olduğuna karar kıldılar. Bundan dolayı Osmanlı’nın kuruluşunda birinci derecede rol tasavvuf erbabına aittir.
Böylece Osman Gazi etrafında Türkmen Babaları, Evliyalar daha ilk günden itibaren birbirlerine kenetlenip gaza mahiyetine bürünmüş bir gaziler devleti olarak kurulmuştur. Dolayısıyla Osmanlı, ulema ve meşayıhın görüşleri dışında adım atmamış, bu yüzden ilerde en üst düzeyde medeniyet hamlesi gerçekleştirecek güce kavuşacaktır.
Osmanlı’lar Ahi Evran’ın torunlarının hizmetlerine karşılık onların tarih sahnesinde mümtaz yerini alacak şekilde faaliyetlerinin devamını sağladı. Ahi teşkilatlarının toplumu aydınlatan ruh sayesinde Fatih tebdili kıyafet eyleyip esnafları denetlediğin de esnaftan biri; efendim ilk siftahı yaptım, diğer alışverişleride yan komşumdan yap demesi padişahı sevindirmiştir. Fatih Sultan Mehmed bu durum karşısında Allah’a şükreder ve böyle halkım olduğu sürece devlet ilelebet payidar olacak der. Kelimenin tam anlamıyla Ahiler Osmanlı’nın Kuruluşunda maya oldular, zaman zaman Ahilere padişahların bir kısmı Pirlik de yapmışlar ve onların öncüsü durumuna geçmişlerdir. Ahilik böylece Osmanlıyı zirveye taşımıştır. Ahiler Osmanlının genişleme döneminde göçebe toplulukları şehirleştirerek onları yerleşik kılmıştır. Devlet gaza yapmak, bürokratik ve teknik işlerle uğraşmamıştır bu yüzden. Bu işler ahilere bırakılmıştır. Bayındırlık, sağlık, imar, yardımlaşma, şehir hizmetleri, iş güvenliği gibi faaliyetler Ahilerin kurduğu müesseselerle işletilmiştir. Yani Anadolu ile Osmanlı arasında köprü ahiler olmuştur. Fakat Osmanlı kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra Ahiler’in siyasi faaliyetlerine son verip esnaf loncaları şekline dönüşür.
Ahilik Usta çırak ilişkisine dayalı bir sistem olup, bu ocakta zanaat öğrenmek için ustaya teslim olmak şarttır. On yaşından küçük olanlar çıraklık ve kalfalık sürecinde geçerek mesleğin inceliklerini öğrendikten sonra peştamal kuşanarak ustalık diplomasına hak kazanırlardı. Esnaf birliklerin başında ise şeyh, halife veya onun tayin ettiği yardımcısı nakibler bulunuyordu.
Afrika’dan gelerek 14. yüzyıl ortalarında dolaşan İbn-i Batuta gittiği şehirlerde gördüğü ahiler ve zaviyelerden etkilenince seyahatnamesinde: “Ahi; kardeş, Ahilikde kardeşlik demektir. Bunlar sanat sahibi kimseler olup dünyanın hiçbir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir” sözleriyle ahiliğin güçlü bir sivil toplum örgütü olduğunu vurgulamıştır. Ahilik ekolünde eşya bir nesne değil ruhidir, bir başka ifadeyle mangalsa yüreğin köze ne gerek var demektir. Dahası ahilikte kâr beklentisinden uzak anlayışla fakirler gözetilir, gerektiğinde yerleşim alanlarının güvenliği için seferber olunur da. Aynı zamanda bu ocakta her bir ahi mensubu Rıza-i Barıyı gaye bilip zamanı vukuf bilinciyle manevi paye alma sevdasındadır. Yani dünya metasının geçici olduğunun farkındadırlar. Bu yüzden manevi sermaye tüketmeden her geçen günün ömürden bir şeyler götürdüğünün şuuru hâkimdir. Sakın ola ki bundan dünya işlerinden uzak kalma anlamı çıkmasın. Zira dünyevi işlerde mal ve kalite kontrolü, fiyat ayarlaması ahilik teşkilatı aracılığı ile yapılıyordu. Bunun yanı sıra kaliteli ve ucuz mal imal etmekte aksi davranan esnaf kurumca cezalandırılıyordu. İşte halk arasında pabucu dama atılmak deyimi ahilik kayıtlarına bu şekilde geçmiştir. Dolayısıyla meslek sahibi olmak ahiliğe girmenin olmazsa olmaz ön şartıdır.
*
Velhasıl, ahilik hala adından söz ettiren, geleceğe de ışık veren sivil bir organizasyon ocağıdır.
Kasım 2011