1964-65… Erzurum Lisesi’ne okuyorum o yıllarda. Cumhuriyet Caddesi’nin havuzbaşına yakın bölümünde iki kitabevi var: Vehip Atalay ve Erça Kitabevleri. Bu kitapçıların vitrinlerine baka baka adlarını ezberlemişim tüm kitapların.
Bir kitap var, dikkatimi çok çekiyor adı ve özellikle kapağı. “Tarih Boyunca Türk-Rus Mücadelesi” adının taşıyan kitabın kapağında Rusya, kolları yurdumuza uzanmış bir ahtapot olarak betimlenmişti.
Bu kitabımı almalıyım ya, öğrenci harçlığım uygun değil buna. Ama sonunda sinema lüksümden, kantinden aldığım helva ve çay keyfimden fedakârlık ederek bir süreliğine, alıyorum o kitabı, okuyorum.
Derinden etkiliyor bu kitap beni, bilgilendiriyor da…
“Ver biz de okuyalım” talepleri çoğalıyor, kitap elden ele dolaşıyor yatılı öğrenciler arasında ve kayboluyor sonunda.
Öyle üzülüyorum ki…
Yahya Okçu’nun yazdığı bu kitaba yeniden ancak 2004 yılında kavuşabildim. Kocaeli’de büroma gelen pazarlamacılar, Berikan Yayınevi’nin bir dolu kitabını ucuz fiyata ve taksitle satmak istediler, içlerinde bu kitabın yeni baskısı da vardı. Aldım hemen.
Evet, Yahya Okçu, kitabın yazarı, 1949 yılında kitabın ilk baskısına yazdığı önsöze bakılırsa, Kurmay Yarbay o tarihte. Yazar, kitabının önsözünde, aile öyküsüne, soy kütüğüne dair de ayrıntılı bilgiler veriyor, bu bilgiler ve anılar, tarihi değer taşıyor.
Gelin şimdi o satırları okuyalım “Tarih öyle bir aynadır ki orada sadece bir kişi değil, bütün bir millet ve geçtiği yollar görülür. Her zaman bu aynaya bakalım... Bakalım ki yüzümüzün buruşuğu açılsın” diyen Azerbaycanlı şair-yazar Sabir Rüstemhanlı’ya hak verelim:
“Daha çocukluğumda kendimi bildiğim günden beri bütün aile büyüklerimden ve bilhassa babaannemden peri masalları, sultan, cin, peri isimleri yerine Moskof adını, savaş hikâyelerini dinledim. Bir felaketten bahsedilse, Moskof sebep oldu, Moskof yıktı, yaktı, Moskof kesti diye söyleniyordu. Bir gün eve kırmızı elmalar gelse, babaannem Ahıska’nın elmalarına benzetiyor; bir güzel su başına gidilse Ahıska’daki güzellikler yâd ediliyor ve her zaman Ahıska sözü geçiyordu. Öyle ki, Ahıska sözü artık benim için şekillenmiş, şahıslaşmıştı. Bir gün Ahıska’nın memleket olduğunu öğrendim.
Babaannemin Ahıska masalı çok feciydi. Oraya Moskof saldırmış; Rusların saçtığı kan, yangın, ateş ve ölüm o güzel beldeyi kahraman kadın, erkek, bütün halkı, beyaz minareli mabetleriyle beraber bir mezbahaya ve yangın yerine çevirmiş. Babaannem bir atın sırtına atlayarak Posof’taki akrabalarının yanına kaçmış. Doğru söylüyordu, çünkü atı çok seviyor ve iyi biniyordu. Yine onun anlattığına göre; Posof’ta da kalamamışlar, Ardahan’da, Göle’de de duramamışlar, bunlarla beraber Kars ve Artvin de gitmiş, hepsini Moskof almış. Sonra 93 Muhaciri olarak Erzurum’a gelmişler. Moskof Erzurum’a da gelmiş. Kahrolsun bu Moskof…
Moskof neler yapmamış neler… Çocukluk muhayyilemde bu kötülükleri yapan Moskof’un timsali; bir asker topluluğundan bambaşka, yazıyla tarifi imkânsız acayip bir şekil, kapkara domuz kıllarıyla karışık bir kara gölge yığını halini almıştı.
Bir gün duvarda alaca renklerle bezeli bir şeyi merak ettim. Bu, haritadır dediler. Ve memleketleri gösterdiğini söylediler. İşte buradayız diye bir noktaya parmaklarını yaklaştırdılar. Orası Bayburt’muş. Al renkli bir sahayı göstererek, işte bizim vatanımız dediler. Bu gönül açan ve uğruna can vermeye değen al renkli yerin dışındaki kısımlar da merakımı çekti. Bana birçok isimler saydılar; bunlar da bizimdi, Moskof aldı dediler.
Karınları yaralı gelinlerin, başları duvarlara çarpılarak öldürülen çocukların, meşale yerine kullanılan ak saçlı ihtiyarın, söz ve şartla silahını bırakan ve hemen en ağır işkencelerle öldürülen askerlerin ruhumdaki derin acısına, Moskof’un aldığı harita kısımlarının, esir vatan parçalarının sızısı da iyice sindi ve katıştı.
Bir gece mızıka sesleri ve asker şarkıları duyuluyordu. Babam beni ve kardeşimi öptü ve gitti. Savaş başlamış… Moskofa karşı gitmişler. Günlerden sonra… Bir sabah evimize bir sandıkla küçük bir denk getirdiler. Bunlar babamın manevra sandığı ile yatağı imiş. Babam Sarıkamış’ta esir olmuş. Bu eşyalar evvelce Erzurum’a bırakılmış, şimdi bize veriyorlardı.
Komşu kadınlar ‘Urus gelirmiş, Erzurum’u almış, Ermeniler de Urus’la bir olmuşlar, herkesi kesirmişler’ diye ağlıyorlardı. Bu kadınların ağlayışında korkaklık, ürkeklik yoktu. Türk anasının temiz gözyaşları sadece milli bir ıstırabın ifadesiydi. Bu sırada Urus’un Rus ve Moskof’un halk dilindeki başka bir karşılığı olduğunu da öğrendim.
Nihayet yine Bayburt’ta lapa lapa yağan bir kış gecesinin yarısında yatağımdan kaldırıldım. Sokağa, uzaklara gidermiş gibi bizi giydiriyorlar, annem ve ev halkı ağlaşıyorlardı. Neye acaba?.. Sarıkamış’ta esir olan babama mı? Yoksa, çiftliği çubuğu yanan, serveti mahvolan dedeme mi? Çiğnenen vatan topraklarına mı? Hicret ve sefalet yollarına dökülen, kar deryaları içinde batıya doğru akan masum kardeş kafilelerine mi?
Bu sırada Duduzarbaba sırtları yönünden top sesleri geliyor, askerlik şubesinin kapımıza yanaştırdığı kağnı arabasına ele ne geçerse rastgele atılıyordu. Annem beni ve kardeşimi bir atın terkisindeki bir heybenin gözüne yerleştirdi. Ve kendisi de ata bindi. Belinde bir tabanca ve sırtında mavzer vardı. Neden gidiyorduk? Moskof geliyordu.
Döküldüğümüz hicret yollarında, tıkıldığımız heybenin gözünden neler görmedim ki… Yollarda karların içinde yığın yığın donmuş kadın ve çocuk cesetleri… Hazin hazin gıcırtılarla Batıya yönelmiş akan muhacir kağnıları… Açlık… Paramız olduğu halde ekmek almakta zorluk çektiğimiz günler… Bugün gözlerimi yaşartan ve nefesimi tıkayarak beni hıçkırıklara boğan bu haller… İşte bütün bunlar Rusluğa karşı ruhumda sınırsız bir kin ve tarifi imkânsız bir nefret doğurdu.”