Önce “Özlem Yokuşları”na çıkalım isterseniz. Pedagojik bir romandır “Özlem Yokuşları”, yani eğitim-öğretimle ilgili. Fazla el atılmamış bir alan. Akengin, bu romanda eğitimciliği ile yazarlığını birlikte konuşturuyor. Mustafa’yı, çok sevdiği bir okul arkadaşını anlatıyor. Mustafa, direncin, direşkenliğin ve yılmaz bir istencin simgesi. Okuma aşkıyla yanıp tutuşan bir Karadeniz uşağı.

Önce “Özlem Yokuşları”na çıkalım isterseniz. Pedagojik bir romandır “Özlem Yokuşları”, yani eğitim-öğretimle ilgili. Fazla el atılmamış bir alan. Akengin, bu romanda eğitimciliği ile yazarlığını birlikte konuşturuyor. Mustafa’yı, çok sevdiği bir okul arkadaşını anlatıyor. Mustafa, direncin, direşkenliğin ve yılmaz bir istencin simgesi. Okuma aşkıyla yanıp tutuşan bir Karadeniz uşağı.

Roman’ın sonuna doğru, doçentlik tezinin “kaynak suları” olduğunu okuyunca, ben işi çözdüm, yahu bu bizim Mustafa Özdemir Ağabeyi dedim. Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’ne asistanlığını kazanıp Ankara’dan Erzurum’a gelmişti. Mütevazılığı sebebiyle “Köylü Mustafa” derlerdi arkadaşlarımız ona. Tam da Akengin’in anlattığı gibiydi: Temiz, dürüst, dindar, milliyetçi, okumayı seven ve çalışkan.

Onca yıl Kop Dağı’ndan geçtim, o çeşmeye her vardığımda Cahit Külebi’nin dizeleri düşerdi yâdıma: “Kop Dağı’nda akar bir çeşme var/Serçe parmak kalınlığında suyu/Haram etmiş gece gündüz uykuyu/Akar da akar”.

Şimdengeru bu dağdan Mayıs aylarında geçer isem, Akengin’in “Kop Dağı’ndaki sarı çiçekler yıldız yıldız” benzetmesini hatırlayacağım. Şair bakışı böyle olur işte. Bu roman beni yıllar sonra Mustafa Ağabeyi ile karşılaştırdı, bir de Kop Dağı’nın eteğindeki o yıldızlı semaya kavuşturdu. Az şey mi?

Akengin, “Oğuz Dede” romanına pedagojik nitelemesi yapmamış, ama bence bu roman da o sıfatı fazlasıyla hak ediyor. Roman, usandırmayan akıcı diyaloglarla sürüyor ve sürüklüyor insanı. İnsan denen karmaşık-çetin bilmeceyi çözen bir Anadolu bilgesi, ereni çıkıyor karşımıza. Kitabın başındaki betimlemeler, zengin bitki örtüsü olmayan yerlerde de gören gözler için neler bulunabileceğinin açık kanıtı. Bu satırlar bana Cengiz Aytmatov’u hatırlattı, onun da böyle kavak betimlemeleri vardır. Akengin’in satırlarından azıcık örnekler verirsem, söz yerini bulacak:

“Çarşıyı çıkıp bir iki mahallenin sokaklarını geçtikten sonra tarlalar başlardı. Ark kenarlarında sıralanan kavakların gün battıktan sonraki ince hışırtısı derinden, sessiz bir türkü gibiydi. Bu türküye bazen tarlasından, ekin biçmekten dönen uzun havlar karışırdı:


‘Yaz gelende çıkam yayla senin başına
Kurban olam toprağına taşına…’


Bir süre sonra türküler de duyulmaz olur, serin yayla yeli kavakların yapraklarını biraz daha canlı okşamaya başlardı. Birkaç yüz metre ilerledikten sonra da bağların ortasından geçen derenin ninnisi karışırdı bu sese. Derken cırcır böceklerinin, çekirgelerin, kurbağaların sesi duyulmaya başlardı. Bu mevsimde bu saatlerde, kasabaya ulaşan ana yoldan geçenler, tabiatın bu doyumsuz müziğini içlerine sindire sindire yürürlerdi.”

Azerbaycanlıların dediği gibi “Bu yer mene tanış gelir”, hele hele 83. sayfada “Yıldız Palas’ın yeri bir meydandı” tümcesini okuyunca, “Bayburt’tur bura” dedim, yâdıma “Lazoğlu Murat” düştü, oğlu, geçen yıl yitirdiğimiz benim can arkadaşım “Deli Halit” düştü. Hey be! Nerelere gittik…

“Sarkaç” romanı, doğu ile batı arasındaki savruluşumuzu işliyor. Bu romanın başında Akengin’in romana dair isabetli görüşleri yer alıyor. Diyor ki: “Günümüz romancısının işlevi başka… Görsellik bombardımanı altında, tasvir fazla ve gereksiz kaçar”. Yüzde yüz katılıyorum. “Unutulmamalıdır ki insanı okuyan durumuna getiren yazar’dır, eser’dir”, “Zaman sınırlı, sabrı yetersiz okuyucu faktörünü de yazarın hesaba katması gerekir” tespitleri de tam kitabın ortasından söylenmiş.

Peki bu romandan belleğine çakılı ne kaldı derseniz, iki tümcedir derim, işte onlar “Hayat bir uğultu, cemiyet ise uğultular toplamından ibaret bir fırtınadır”, “Din’in yanlış idraki, din’in yerini almıştır”.

“Dönüş Acıları” romanına gelince; kabuğunu kırmak, okumak, gelişmek, yurduna, ulusuna ve ailesine yararlı kimseler olmak idealiyle, okumaya koşan köy ve kasaba çocuklarının 60-70’li yılların o amansız şartları içindeki savruluşları, kopuşları, dönüşleri var bu eserde. Yani kısacası “mahvedilen o nesil”den bir avuç çocuk. Zaten Akengin de bir Bayburt türküsü ile bitiriyor bu romanı: “Gide de gelmeye kötü seneler”.

Bu romandan da hikmetli sözler derledim sizler için. Buyurun okuyalım birlikte:

“Büyük ve derin ırmaklar gürültüsüz akarlar”
“Hepimiz dünyaya bir beyaz kâğıt olarak geliyoruz.”
“Uzağına düşülen sevgili insanüstü varlık olur”
“Arı-duru amma derin aşk mektupları”

Ve bu romandan bana bir de “Terzinin biçtiği kumaşın huzur dolu kokusu” kaldı. Şimdiki gençler o kokuyu almıyorlar, bilmiyorlar, ne yazık…

Ve “Yaralı Dağlar”… Feyzi Halıcı’nın “Ellerime kar yağıyor” şiirinde kullandığı “Yalınca Bir Dağ Başı” deyimi vardır. İşte böyle yalınca bir dağ başında bir kulübeye kaçmak istemez miyiz çoğu zaman? Hangimizin içinde böyle bir ütopya yoktur? Akengin’in kahramanı Şeref Bey, bunu gerçekleştirenlerden. “Çoğumuzun içinde böyle bir kulübesi vardır” diyor ve devam ediyor: “Bu kulübe, dolu bir bardağın bir damla ile taşmasından doğdu”. Daha doğrusu o bardağı eski bir türkü taşırıyor:

“Dumanlı başları göklere ermiş/Yedi renk üstüne hareli dağlar”
“Sesim dağdan dağa yankılar verir/Nerede gönlümüm maralı dağlar”

Akengin’in birçok romanında Seferberlik acıları işleniyor. Bu romanda daha geriye 93 Harbi’ne kadar gidiliyor ve Balkan Cephesi’nden, Plevne’den insanın kanını donduran olaylar anlatılıp anımsatılıyor. Bulgar Domuzları, Türk Şehitleri’nin cesetlerini gübre olarak kullanılmak üzere İngilizlere satmışlar. Ben hep “Tarih, asıl romanlardan öğrenilir” diyorum, vallahi doğru diyorum.

Ve bu romandan yine tanış yüzler. Trabzon-Gümüşhane yolunun Zigana Dağı’ndan geçtiği günleri iyi bilirler benim yaşımdakiler. Bizim köylü “Gongoros Mahmut”, asıl memleketi Trabzon’a giderken, otobüs Zigana’dan uçuruma yuvarlanmış, Mahmut sağ olduğunu bir telgrafla ailesine bildirmişti: “Zigana’ya yuvarlandum, hastanedeyum, eyum”. Güler dururlardı bu telgrafa büyüklerimiz. Evet, bu Zigana’da bir kör adamla, yanında bir küçük kız dururdu. Gelen-giden mutlaka para verirlerdi onlara. Akengin, bu romanına almış o kör adamla, o küçük kızı. Böylece kayıt altına alınmış, unutulmaktan kurtarılmış bu ilginç ikili. O günlerin tarihini yazacaklar için iyi bir veri.

Etti beş değil mi? Bir altıncı romandan daha söz etmek gerek ya, ben onu Yeniçağ Gazetesi’ndeki köşemde yazmıştım birkaç yıl önce. Adı: “Aşka Verilmiş Muhtıra”. Tekrara düşmemek için burada ayrıntıya girmiyorum. Yalnızca şu kadarını ifade etmek istiyorum. 1968 kuşağını (sağı ve solu ile birlikte), 12 Mart Muhtırası günlerini, 1973 seçimleri ve 1980 İhtilaline varan o kanlı günleri, anlatılmayan, değinilmeyen yanlarıyla da anlamak istiyorsanız ve de rotasını yitirdiği için, artık defterimden tamamen sildiğim ülkücü hareketin fikir büyüklerini, gerçek yönleriyle tanımak, öğrenmek istiyorsanız, bu kitabı mutlaka okuyunuz, diyorum.  

Ve sözü bağlayalım: Yedi sekiz yıl önce Ankara’da Bayburtlular Derneği’nin lokaline düşmüştü yolum. Duvarda gelmiş-geçmiş tüm Bayburt milletvekillerinin fotoğrafları vardı. İçlerinden biri de benim babamın halasının oğlu Ekrem Ocaklı idi. Bir şey diyemedim orada ama çok kızdım içten içe. Yahu o milletvekillerinin bir kuşak sonra esamesi okunmayacak be! Ekrem Ocaklı, o başarısız milletvekilliği dönemi ile değil, Türk Halk Edebiyatı’na yaptığı kaynak kişi olma özelliği ile hatırlanacak. Yani şunu demek istiyorum: O lokalin duvarlarında, Bayburt’un yetiştirdiği sanatçı, edebiyatçı ve bilim adamlarının fotoğrafları olmalıydı. Bayburt, iller arasında kendine seçkin bir yer edinmek istiyorsa, bu insanlara sahip çıkmak zorundadır. Yahya Akengin bunlardan biri işte. Kıymetini biliniz, siz kazanırsınız.