Evet; yıllardır paylaşılamayan topraklar olarak adı geçti birçok kere… Konuşmalarda, tartışmalarda, kırgınlarda, vurgunlarda, tehcirlerle birlikte ve daha nice kötü olaylarda hep paylaşılamayan bir hüviyet taşıdı bu topraklar… “Hangi topraklar?” dediğinizi duyar gibiyim… Hemen cevap verelim; cümlenin burasına kadar her hangi bir tahminde bulunmayanlar ya da doğru tahmin edemeyenler için: “Doğu Anadolu’nun bir bölümündeki topraklar”…
Evet; yıllardır paylaşılamayan topraklar olarak adı geçti birçok kere… Konuşmalarda, tartışmalarda, kırgınlarda, vurgunlarda, tehcirlerle birlikte ve daha nice kötü olaylarda hep paylaşılamayan bir hüviyet taşıdı bu topraklar… “Hangi topraklar?” dediğinizi duyar gibiyim… Hemen cevap verelim; cümlenin burasına kadar her hangi bir tahminde bulunmayanlar ya da doğru tahmin edemeyenler için: “Doğu Anadolu’nun bir bölümündeki topraklar”…
Hele son yıllarda bizi oldukça derinden meşgul eden ve dünya kamuoyunda haklılığımızı ispat için değişik arayışlara ve yeni tedbirler almaya sevk eden… “Ermeni Soykırımı” adı altında onlarca ithama maruz bırakılan ülkemiz, bu tezi çürütmek ve yanlış olduğunu, yalan olduğunu ispatlamak için çeşitli diplomatik girişimlerde bulunmanın yanında, bu konuda yazılmış kitaplarla da durumu lehini çevirmeye çalışıyor. Zira; yıllarca biz uyuduk, onlar ise; yalan yanlış bilgiler ve iftiralarla dünya kamuoyunu bilgilendirdiler ve büyük oranda arkalarına almayı başardılar. Gözü dönmüş bir şekilde, bitmeyecek kinlerinin ışığında suçsuz, günahsız diplomatlarımızı hunharca katlettiler.
Son yıllarda, geçmişteki durumu tarihçilerin eline bırakmak ve hükmü tarihin vermesini sağlamak şeklindeki teklifimize karşı çıksalar da, yine de bazı sebeplerle onlara el uzatmaya çalışıyor olmamızı bile, bazı ayak oyunlarıyla tamamen kendilerinin istediği gibi bir anlaşmaya çevirmeye çalıştıklarını gazetelerden okuyoruz. Bunun için, içte cereyan eden bazı olayları da bahane ederek dâhildeki bazı odaklardan destek aldıklarını da pekâlâ söyleyebiliriz. Neyse; mevzu çok uzun olduğu için burada keselim ve asıl konumuza gelelim.
Ermeniler başımızı iyice ağrıtmaya başladıktan sonradadır ki; geçmişin sayfaları açıldı ve orada yıllardır el atılmasını bekleyen tarihî gerçekler gün yüzüne çıkarılmaya ve haklarında ilmi kitaplar ve romanlar yazılmaya başlandı. Belki çok geç kalındı ama, zararın neresinden dönülürse kârdır sözü mucibince, yine de iyi oldu denebilir. Gerçi bu arada; yıllar öncesinin acılarını, çilelerini çekmiş, Ermeniler tarafından ailesinin büyük bölümü katledilmiş canlı tarihleri görmezden geldik ve bu canlı vesikaların Ermenilerin Doğudaki bu topraklarda, Erzurum’da, Van’da, Erzincan’da, Bayburt’ta, Kars’ta, Maraş’ta ve daha başka yerlerde yaptıklarıyla ilgili iddialarımızı ispatlayacak anlatımlarını da onlarla beraber toprağa gömdük. Bu büyük bir aymazlıktı ve ne yazık ki yaptık.
İşte bu yazımda; yine bu meseleyi kendine konu olarak seçmiş bir romandan; “PAYLAŞILAMAYAN TOPRAKLAR” adlı kitaptan söz edeceğim. Değerli yazar ve romancı Talat Uzunyaylalı’nın (Geyik) kaleme aldığı roman, Ağustos 2009’da Babıâli Kültür Yayıncılığı tarafından basılmış. Benim okuduğum, son zamanlarda oldukça moda olan ve insana taşıma kolaylığı sağlayan cep kitap şeklindeydi. Daha büyük boy basılıp basılmadığını bilmiyorum; ama yayınevi bunu iyi düşünmüş ve ben de okurken cebinde taşıdım ve oturduğum mekânlarda ve hatta arabamdaki kısa süreli bekleyişlerde bile romanı okudum. Bundan büyük keyif aldığımı da belirtmeliyim.
“Yakınlarım ve akrabalarım yoluyla bir parçası olduğum ve elli üç yıldır kalbimin ve fikrimin kanayan bir yarası olan ‘Paylaşılamayan Topraklar’ı, 2006-2008 yılları arasında yazdım. 1914-1922 yıllarında Doğu, Güneydoğu, Orta Anadolu illerinin ve Kafkas Müslümanlarının yaşadıkları felaketlerden bir kesit sunan ve Tehcir'in arka planını gösteren bu romanı tamamlayarak sizlere sunabilmiş olmaktan dolayı Allah'a şükrediyorum. Romanın konusuyla ilgili binlerce sayfa arşiv bilgisi, hatıra, araştırma inceleme kitapları mevcuttur. Türk ve Ermeni yazılı kaynaklarının bir kısmını (ki on bin sayfadan fazla okuma yaptım), sabırla ve yapabildiğimce yansız bir gözle okuyarak kaleme aldığım bu romanın bana pek çok ıstırap verdiğini, insanların maruz kaldığı hâdiselerin sıhhatimi bozacak derecede beni etkilendiğini, zaman zaman romanı yazmaktan vazgeçtiğimi, fakat her defasında yeniden masaya oturduğumu ve sonunda güçlükle bitirebildiğimi belirtmek isterim…” cümleleriyle başlayan ve gerek yazılışına, gerekse sonrasındaki kontrol sürecine katkıda bulunanlara teşekkürle devam eden “Yazarın Notu”, okuyucuya böyle bir konuyu roman türünde anlatmanın sancılı sürecinden haber veriyor.
Erzurumlu ve asıl mesleği gazetecilik olan yazar M. Talât Uzunyaylalı, bu romanına gelinceye kadar, yazının değişik alanlarında verdiği eserleriyle tanınmasına rağmen, eserlerine bakınca, romanın hayatındaki yerinin daha önemli olduğunu düşünüyorsunuz. Yirmi beş yılı aşkın yazı hayatında; Senatörün Kızı, Aydınlığı Bulan Adam, Sabrın Suskun Sesi, Taht ve Baht, Efsane Kadın Nene Hatun adlı romanlara, Aldatılan Leylekler adlı bir çocuk romanına ve Tanzimat'tan Günümüze Türkiye'de Basının İslam'a Bakışı, Avrupa Topluluğu İslam ve Türkiye, Alevilere Göre Alevi İnanışı ve Siyasal Alevilik adlı incelemelere imza atan yazar; son birkaç yıldır birikimlerini Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesindeki öğrencileriyle paylaşıyor.
Yıllar boyu savaşlar, işgaller ve zulümlerle sarsılan, bazen nüfusu yüz binlerden on binlere inen bu yörenin çocukları, en büyük acıya ve katliama; 1.Dünya Harbi yıllarında tanık oldular. O güne kadar karşılaştıklarında belki sadece ölüm ve sefalet vardı. Ama bu sonuncusuna zulüm de eklendi. Hem de ne zulüm… Gözlerin o güne kadar görmediği, kulakların işitmediği ve belki de hayal bile edilemeyecek büyüklükte bir zulüm… En acısı da; yıllar yılı koynunda büyüttüklerinin, ezeli ve ebedi düşmanımız olan Ruslarla yaptığı işbirlikçilikti. Gerçi bunu, Ermenilerin dışında, aynı kandan ve soydan olanlardan bir kısmının da yaptığını söyleyebiliriz. Ama bu başkaydı tabii ki…
An be an yaklaşan böyle bir felaketin ne olduğunu, yaşamayanlar olarak bizler bilemeyiz. Ancak bir şekilde de olsa, önüne kattığı her şeyi yıkarak geçip giden ve o eski günlerden eser bile bırakmayan durumun ne olduğunu belki hissedebiliriz. Romanın aşağıda yer alan şu girişi bile, ruhunuzu irkiltmeye yeter:
"Urus geliyor!"
"Taşnaglar köyleri basarak halkı katlediyor, evleri yakıyor!"
Birkaç gündür yoğunlaşan söylentiler, Pasin kasabası ve köylerindeki Müslüman ahalide, korkuyu, fırtınalı denizin dalgaları kabarttığı gibi kabarttığından, kimse kara kışa bakmadı artık. Vesvesesine yenik düşenler, vasıtalı, vasıtasız, Erzurum şosesine koştu.”
Bunlar imkânı olanlar ve bir vasıta ele geçirerek yola düşenlerdi. Ya imkânı olmayanlar… İşte onları, gelecek zamanlarda o güne kadar görmedikleri korkunç neticeler bekliyordu.
Konu hakkında o ana kadar bildiğiniz gerçekleri, bir de bu anlatım tekniği içinde okurken; yer yer yüreğiniz kabarıyor, okuduğunuz bir sahnede sinirlerinize hâkim olamıyorsunuz ve yazarın vücudunu etkisi altına alarak, sıhhatini bozan duygulara adeta ortak oluyorsunuz. Yine romandan, ibret verici cümlelerle dolu bir sahneyle (s.303-304) yazımızı sürdürelim:
"Son on gün hâlimiz pek fena oldu Salim Bey, oğul, pek fena."
"Bu Antranik denen zat, İstanbul gazetelerinde okudum, onun bir faydası olmadı mı?" Müftü Fehim aydınlık, güleç çehresini kaldırıp baktı:
"Salim Bey, evladım! Bilmez misiniz a, balık baştan kokar! At, sahibine göre kişner!" dedi. Sesi gölgelendi. "Zehirden şifa umulur mu ki oğul? Hiç karga karganın gözünü oyar mı? Antranik Paşa, -paşası batsın- zatını benimseyelim diye böyle bir sıfat da takmıştı kendisine. İşittim, Bayburt’takinin sıfatı da paşa imiş, Arşak Paşa! Şubat'ın son günleri gelip çatınca şehirde sayılan daha da artan Taşnaglar, Antranik'in gözü önünde her fenalığı yaptılar." Müftü Fehim'in sesi titremeye başladı. Birkaç damla yaş yanaklarından kayıp beyaz sakalının arasına karıştı. "Abanın kadri yağmurda bilinirmiş ya, biz de iyice bildik, devlet nedir, ordu nedir? Hele bir düşünsek; insanın kendi devle¬tinin, kendi ordusunun olması ne büyük nimettir, ne büyük devlettir. Bunlar varsa millet vardır. Bilseniz, böyle zamanda insan kendi ırkından doğan bir hükümeti ne kadar arıyor ve hayatî önemini nasıl takdir ediyor..." Elinin sırtıyla gözlerindeki yaşları sildi Müftü Fehim. "Allah, Allah! Aman Yarabbi! Sen bu milleti bir daha sahipsiz koyma Yarabbi!" Kaşlarını çatıp kafasını salladı. "Ne gafletler ederiz hâlbuki... Devlet, milletini korumak için icabında bir iki hayvanını fiyat takdir edip alıp götürür veya vergi ya da yardım tahsili esnasında bir parça tazyik yapar, hâlbuki bu hâl onların can, namus ve mal emniyetleri içindir. Fakat bunun şuurunda olmayanlar hiddet ve kin göste¬rirler. İşte böylesi büyük felaketler zamanında anlıyoruz ki, o hâllerimiz asıl ne büyük bir düşüncesizlikmiş, ne kadar acıklı ve gafilce, hatta haince bir tutummuş. Düşman nedir, gördük, hükümet¬siz kalmak nedir anladık? Bir düşünsek ki kendimizden olan en fena bir idare acaba şu zalimlerin bizlere yaptıklarının binde birini bize yapar mı?" Bakışları camdan kayıp sokağın virane evlerine ilişip kaldı. "Ah, efendiler! Varsın han evlerimiz harap olsun, yenileri yapılır; servetlerimiz talan olsun, yenileri kazanılır. Hiçbir şeyimiz olmasın, tek kendi milletimizden doğan bir hükümetimiz ve sınırlarımızı bekleyen kendi evlatlarımızdan askerlerimiz olsun!"
O günlerde şehirde yaşayan ve lakaplarıyla anılan, sonrasında da, nahak yere idam edilen birçok şahsiyetin (Komisli Komiser Ali, Kumludereli Kürdoğlu Hasan, Evyıkanoğlu Şükrü, Ünlü kabadayı Selimzade Sabri, Veyisefendi Mahalleli Emoç, Laz Yahya gibi…) isimlerinin geçtiği kitapta, belki de o kara günlerde yegâne olarak yardımını gördüğümüz Seyidov adlı, Azerbaycan’dan gelen yardım heyetinin başkanından sözetmesi de, bu yiğit insana karşı beslediğimiz vefa duygusunun bir nişanesi olarak karşımıza çıkıyor. Uzunyaylalı; araştırmacı kişiliğinin vermiş olduğu titizliği, romanda da göstererek, Ermenilere ait bazı kültürel kavramları yerli yerince kullanıyor ve doğrusunu veriyor. Böylelikle; bazı konuları roman şeklinde ele alırken, ciddi bir araştırmaya da ihtiyaç olduğuna işaret ediyor.
“PAYLAŞILAMAYAN TOPRAKLAR”ı karın yağdığı bir gün, sobanın çıtır çıtır yanarak ısıttığı bir mekânda okudum. Sayfaların arasına kendimi gömmüş vaziyette cümleleri takip ederken, zihnim, çocukluğumda dedemin anlattıklarını yeniden yâdıma getiriyordu. “Doğunun Kurtuluşu” sırasında henüz daha on sekiz yaşını sürerken, Ermeni işgalcilerin sürülüp çıkarıldığı günlere dair anlattıkları zihnimde yeniden canlandı.
Erzurum’da başlayıp, Erivan’a uzanan ve daha sonra Bayburt’ta, daha başka yerlerde devam edip, yine Erzurum’un, sonrasında da şu an elimizde olan toprakların bulunduğu son noktanın kurtarılmasıyla son bulan romanda; yer yer hoşa giden bilinçli tekrarlar olmasına rağmen, bazı yerlerde bunun sıkıcı bir hâl aldığını söyleyebiliriz. Ayrıca; Kars’ın kurtuluşuyla ilgili olarak verilen tarihin de hatalı olduğunu, her halde kontrol sırasında gözden kaçtığını belirtelim. Kars’ın 25 Nisan 1918’de değil, 30 Ekim 1920’ de kurtarıldığını kaydetmektedir tarihler…
Bir türlü halledilemeyen ve çözülemeyen bu kördüğüm hakkında bazı yazılar okumuş, hikâyeler dinlemiş olabilirsiniz. Konunun uzmanlarının haricindeki insanlar için bazı ciddi kaynaklara erişmek ve onlardan faydalanmak zor. Ancak bu bir roman bile olsa, birçok yeri bu konudaki tarihî kaynaklar araştırılarak yazıldığı için, hem sürükleyiciliği ve hem de bazı bilgileri edinmek bakımından, okunması gerekli bir eser olduğunu söyleyebiliriz.
M. Talât UZUNYAYLALI’nın, yıllardır gündemden düşmeyen ve taraflardan birine dışarıdan yapılan telkinler sebebiyle bu gidişle de kolay kolay gündemden düşmeyecek olan “PAYLAŞILAMAYAN TOPRAKLAR”ı yazması, önemli ve takdir edilmesi gereken bir çalışma… Hemen belirtelim ki; bu işler öyle bazılarının önemsemediği gibi kolay işler değildir; sevgi işidir, gönül işidir ve hiçbir maddi menfaat beklemeden özel çaba gerektirir. Roman, şiir, deneme, araştırma kitaplarının; yazıldıkları yere kültürel manada bir katkı sağlamalarının yanında, itibar da kazandırdıkları unutulmamalıdır. Onun için de kıymetleri iyi bilinmelidir.
Bu cümlelerden ardından; romanın son sayfasından bir paragrafla yazımızı bitirelim:
“Ah şu yollar! Cefayı çekmeyenler bilir miydi ki ya? Yola tok çıkanlar yolda aç kalmıştı. Sağlam adamlar hastalanıp kağnıların üstüne çıkmış, kağnıların üstündeki hastalar ölüp kağnıların al¬tına, toprağın koynuna girmişti birer ikişer.
Yolda mezarlık da yoktu, mezarlıklar vardı; in¬sanın ölüsünü yabana bırakması, bilmediği bir yere, bir dağ başına mezarlar kazması, sonra dö¬nüp gitmesi... Kendi de yollara iki nüfus göm¬müştü. En çok bu zoruna gitmişti ihtiyarın. Neyse bir takdiri ilahiydi başlarına gelen, göre¬cekleri vardı ki görmüşlerdi.” (s.340)