Başrollerini Peter O’Toole, Omar Sharif ve Alec Guines’in oynadığı, yönetmenliğini David Lean’ın yaptığı, 1962 Amerikan-İngiliz yapımı “Arabistanlı Lawrens” filmini seyredip de, üzülmeyen bir Türk’ün olacağını zannetmiyorum.

Benim bu filimden unutamadığım iki sahne vardır: Birincisinde çölde perişan, aç, susuz, yorgun argın çekilen bir Türk askeri birliğine, Lawrens’in de içinde olduğu Araplar vahşice saldırır; önceden kararlaştırdıkları gibi, teslim almamak için bir Türk askerini bile sağ bırakmazlar. İkinci sahnede; Şam’da bir hastahanede Arapların bir damla su vermediği esir, hasta, yaralı Türk askerleri “su, su” diyerek ölür. 

İngilizlerin Arapları nasıl kandırdığı ise bir sahnede şöyle gösterilir; 

Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, General Allenby, İngiliz Yüksek Komiseri ve Lawrens’e Sykes-Picot anlaşmasına göre Arap ülkelerinin İngiliz ve Fransızlarca paylaşılacağının doğru olup olmadığını sorar. Allenby bunun bir anlaşma değil, iki kişi arasında bir sözleşme olduğunu, iddia ederek, kelime oyunuyla gerçeği gizler. İngiliz ve Fransızlara güvenen ve inanan, Türk’e hıyanet ve acımasızlıkta bu derece bileylenmiş olan Araplar, Şamdan Medine’ye kadar uzanan 1302 km’lik demiryolu boyunca kümelenmiş askerlerimize hücum edip iğrenç vahşetler yaparlar.

Arapları bize karşı kışkırtan T.E Lawrens Birinci Dünya Savaşı’nda güney cephemizi anlattığı “Bilgeliğin Yedi Sütunu” adlı kitabında: “ Bu Türklerin askeri gücüne değil, zihinlerine ve kalplerine karşı verilen bir savaştır.” Der. İngilizler, kavm-i Necîp ( üstün ırk) diye yere göğe koyamadığımız dindaşımız Arapları bize karşı kullanarak bu savaşı Lawrens, 1916 başında bir yazısında “Arap isyanı İngiliz İmparatorluğu’na çok faydalı olacak, çünkü bunun sonucu İslam bloğu parçalanacak ve bizim Osmanlı Devleti’ni yenmemizi sağlayacak, Türklerden sonra kurulacak Arap devletleri bizim için tehlike olmaz. Araplar Türklerden dayanıklı değil. Onlarda, birlik olmak için yetenek yok, küçük, kıskanç kabile adamları…” diyordu. (1)

xxx

Osmanlı İmparatorluğu Arabistan’ı Yavuz Sultan Selim döneminde 1517’de topraklarına kattıktan sonra buradaki hâkimiyetini Hz. Muhammed’in soyundan gelen şerifler eliyle kullandı. Mekke ve Medine’nin muhafızları olan şeriflerin büyük bir itibarı vardı. 

Sultan Abdülhamit’in politikası gereği son şerif Hüseyin İstanbul’da ikâmet ettiriliyordu.

1915 Ekim’inde Mısır’daki Büyük Britanya Yüksek Komiseri Sir Henri McMahon Hicaz Şerifi Hüseyin’e Büyük Britanya’nın Arapların bağımsızlığını tanımaya hazır olduğunu bildiren bir mektup yazdı. Hüseyin İngilizlerden, halifelik ve krallık sözü aldı. Bu arada Şerif Hüseyin ve diğer Arap kabileleri yalan ve dolanlarla Osmanlı hazinesinden büyük paralar almaya devam etti.

Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı” isimli eserinde: “Dünya Savaşı’nda Osmanlı hazinesinin büyük bir kısmını çöl ve Arapların yediğini” yazmaktadır.

Araplar, İngilizlerin kandırması ve aldatmasıyla 1.Dünya Savaşı içinde 1916 Haziran’ında Mekke Şerifi Hüseyin’in liderliğinde, Osmanlı Devleti’ne isyan etti. Demiryoluna sabotajlar yaptılar, baskınlarla Türk askerlerine saldırıp, Sina yarımadası üzerinden Şam’a doğru yürüyen İngiliz birliklerinin önünü açtılar. 

1917 Rus ihtilâlinde Bolşeviklerin bütün gizli anlaşmaları açıklamaları üzerine Almanların eline geçen Sykes-Picot anlaşması da Osmanlı Hükümeti’ne verildi. Cemal Paşa bu vesikayı Akabe’de Emir Faysal’a gönderdi. İngiliz ve Fransızların anlaşmasını gözler önüne serdi. Fakat bu belgeler Arapların gözünü açmaya kâfi gelmedi.

Osmanlının ümmetçi potasında ne yazık ki yalnız Türk milliyetçiliği erimişti. Oysa ümmetçilik anlayışında olan Araplar bile milliyetlerini benimsediler. İngilizlerle yaptıkları ittifakta daha fazla menfaatler elde edeceklerini umdular. 1918’de Osmanlı İmparatorluğumuz silâhları bıraktığı zaman Arapların alnında hâzin bir ihânetin damgası vardı. (2)

Lawrens’in öngördüğü gibi; Arap ihâneti İngiliz İmparatorluğu’nun işine çok yaradı. İngilizler Osmanlı Devleti’ni yendi. Fakat Araplara söz verdikleri bağımsız millî bir Arap devletini kurmadılar, Fransızlarla birlikte Arap ülkelerini paylaştılar; sınırları kendi çıkarlarına göre çizdiler. Bölgedeki halkları birbirlerine düşürdüler. Filistin’de Yahudi Devleti’nin kurulmasını sağladılar.

Mekke Şerifi Hüseyin ve oğullarının saltanatı başladı.

Bu bir zaferdi. 
Ama uğursuz bir zafer…

Çünkü onları Hicaz’da koruyan ve yüzyıllardan beri de besleyen Osmanlı Devleti kalkınca, Arap kabile reisleri ve şeyhleri arasındaki rekabet hemen sahneye döküldü. Mekke Şerifi Hüseyin kendini Hicaz’da bütün şeyhlerden güçlü sayıyordu. Hâlbuki onların kuvvet ve itibarı Osmanlı’nın Hicaz’da oluşundan ve onları koruyuşundandı. 

Gerçi sonunda Şerif Hüseyin Hicaz kralı oldu. Oğlu Ali veliahdı oldu. En genç oğlu Faysal Irak kralı oldu. Ortanca oğlu Abdullah için İngilizler Ürdün’de bir emirlik ihdas etti. Her şey iyi gidiyor gibi görünüyordu. Ama öyle olmadı. Arabistan şeyhlerinden Vehhâbîlerin reisi Abdülaziz bin Suud hemen harekete geçti. İngilizler bu sefer onunla meydana getirdikleri vehhâbî görüşlerin bölgeye yayılmasını sağladı. Bin Suud Mekke üzerine yürüdü. Hüseyin dayanamadı. Kutsal şehirler, Vehhâbîlerin eline geçti. Hicaz krallığı yıkıldı. Peygamberin eşi Hz. Hatice’ninki de dâhil olduğu halde İslâm ulularının mezarları tahrip edildi. 

Böylece İngilizler ehl-i sünnete ters itikâdi prensiplerin benimsendiği vehhabiliği bölgeye hâkim kılarken, halifelik makamının olmadığı, Osmanlı’nın çekildiği Ortadoğu ve Hicaz’ı ellerine geçirdiler. Hüseyin, ailesi ve Ali Kıbrıs adasına bir mülteci gibi sığındılar. Bir müddet sonra Hüseyin ve Ali orada öldüler. Irak kralı Faysalı’ı ise İngilizler zehirlediler. Yerine gelen Gazi, esrarengiz bir kazada can verdi. Onun oğlu 2. Faysal henüz çocuktu. Yerine yeğeni Abdülillah Naiplik ediyordu. Nihayet Faysal çocukluktan çıkıp kral oldu. Ama Irak’ta patlayan ihtilâl genç kralı, yeğeni Abdülillah’ı anneleri ve kardeşlerini ayaklar altında sürükleyerek ezdi. Ürdün’deki Abdullah’ı Kudüs’te Ömer Camii kapısında öldürdüler. Yerine geçen Tallâl çıldırdı. Haşimi sülâlesinden Hüseyin kral oldu. Ona yapılan suikastlar birbirini kovaladı. (3)

Hâlbuki bu Şerif sülalesi Osmanlı zamanında Hicaz’da ve İstanbul’daki yalılarında hiçbir emek karşılığı olmaksızın, ihtişamlı bir hayat yaşıyorlardı. Nitekim eski şerif Hüseyin’in sonu hakkında eski Dış İşleri Bakanlarından Feridun Cemal Erkin “ Dış İşlerinde 34 Yıl adlı eserinde şu hatırayı anlatır.

Yıl 1942, II. Dünya Savaşı sürüyor. İsmet Paşa Feridun Cemal Erkin’i nabız tutmak, temas kurmak için Ortadoğu başkentlerine gönderir. Amman’da Erkin’i kabul eden Kral I. Abdullah, babası Şerif Hüseyin’le yaşadığı bir anıyı anlatır:

“Babam çok ıstırap çekti. Bir gün saray bandosu bahçede konser veriyor. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando hepimizin bildiği İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarının canlanmasını önlemek için pencereyi kapattım…” 

Pencerenin açılmasını isteyen Şerif Hüseyin diyor ki:

“Evlat, neden kapatıyorsun? İzmir marşının eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetime ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü, hasta oldum, buraya sığındım…”

Kral Abdullah, babası Şerif Hüseyin’in sözlerini Feridun Cemal Erkin’e aktarmaya devam ediyor:

“Pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın. Bu dünyada çektiğim ıstıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette daha büyük cezadan korusun…” (4)

Şerif Hüseyin pişmanlık içinde ölse de İngilizler Türklerin Arapları geri bıraktığı propagandasını bölgeye soktu. Araplarda Türk düşmanlığını canlı tuttu. Nitekim bugün Ürdün Krallığı özel Web sitesinde tarihçe başlıklı bölümde şunlar anlatılıyor;

“Büyük Arap isyanlarının amacı Mekke’yi içine alan Bağımsız bir Arap devletiydi. Bu tarihi göreve giden ilk adım Haziaran 1916’da atıldı. 400 yıl süren karanlık istibdat son bulacaktı.” (5)

İngiliz-Amerikan güdümündeki Ürdün Krallığı Osmanlı yönetimini 400 yıl süren istibdat olarak tanımlıyor. 100 yıl önce Ürdün diye bir ülke yokken, Büyük Ortadoğu projesi çerçevesinde sınırlarını İngilizlerin çizerek kurduğunu yazmıyor. 

xxx 

Evet, bundan yüzyıl önce dönemin en kudretli sömürgeci devleti İngiltere eliyle Ortadoğu her an karıştırılabilir ve yönetilebilir bir hale getirildi. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan Amerika ve Batılı devletler kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’da yeni sınırlar çizmenin peşindedir. Dün İngilizlerin bin bir oyun ve hile ile kandırdığı Araplar gibi ülkemizdeki Kürtler Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı ihânete itilmektedir. İngiltere, 1920’lerde misak-ı millî sınırları içindeki Musul’u ülkemizde çıkarttığı Kürt isyanları ile Türkiye’den koparmıştır.

Abdullah Öcalan, Batı ülkelerinin terör örgütü PKK’yı her bakımdan desteklediğini İmralı’daki mahkemesinde açıkladı. Avrupa ülkeleri PKK’ya serbestçe çalışma imkânı sağladı. İncirlik’ten kalkan Çekiç Güc’e ait uçakların PKK’ya yardım malzemeleri attığı, Nato’ya ait bir Tır’da PKK’ya gönderilen silâhların bulunduğu ortaya çıktı. PKK, Amerika’nın desteğinde Kürdistan Ulusal Kongresi’ni Ocak 2002’de Brüksel’de düzenledi.

Batılılar aslında Kürtlerin yaşadığı coğrafyada 1. Dünya Savaşı’ndan beri büyük bir Ermeni Devleti kurmak hedefindedir. İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Curzon Lozan’da müttefikler adına yaptığı bir konuşmada; “Ermenilerin târihi hakkı olan bir Ermenistan yurdu kurulması gerektiği ve bunun ya Anadolu’nun Kuzey-Doğu’sunda ya da Güney-Doğu Kilikya ile Suriye sınırı arasında olacağını” söyledi.

Fransız delegesi Barrére ve İtalyan delegesi Marki Garroni de Curzon’u destekleyen konuşmalar yaptılar. Amerika’nın da Ermenilere Türkiye’de bir Ermeni yurdu kurulması için çalışmaları olduğu bilinmektedir. 

Sonuç olarak; emperyalist Batılı devletler dün yaptıkları gibi günümüzde de bin yıldır birlikte yaşadığımız Müslüman bir halkı yani Kürtleri kendi çıkarları için kullanacağı ve kendi kalesi olacak yeni bir İsrail’i, yani Anadolu’da Ermeni Devleti yaratma peşinde olduğu anlaşılmaktadır.

Herkesten önce Kürtler bu resmi iyi görmelidirler. 

Sonunda Şerif Hüseyin gibi “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” da vardır…


Kaynakça;

1. Zeki Önsöz, 1.Dünya Savaşı’nın 100.yılı, www.milliyet.blog.com.tr/zekionsoz

2. Cemal Kutay, Tarihte Türkler ve Araplar, Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1998

3. Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Cilt III, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1978

4. Feridun Cemal Erkin, Dışişleri’nde 34 yıl, cit.1,s.126, TTK.

5. Banu Avar, Böl ve Yut, Remzi Kitabevi, 5.Basım, İstanbul, Mart 2009